Eski Adlî Tıp Enstitüsü Başkanı Sevil Atasoy’un, İstanbul Üniversitesi öğretim üyeleri hakkında 1. Ordu Komutanı Hurşit Tolon’a (şimdi Ergenekon sanığı) ihbar niteliğinde bir rapor hazırladığını ortaya koyan haber (Taraf, 23 eylül) epeyce artçı sarsıntıya yol açtı.
Star gazetesi yazarı Ergun Babahan’ın (24 eylül) bu haberi hatırlattıktan sonra yazısının sonunda düştüğü şu not meseleye biraz daha ivme kazandırdı:
“Atasoy, Hürriyet’te yazı yazmaya başladığında da, dönemin 1. Ordu Komutanı’nın ricalarının etkili olduğu iddia edilmişti. Dönemin 1. Ordu Komutanı kimdi hatırlıyor musunuz? Ergenekon sanığı Hurşit Tolon...”
Şimdi bir parantez açıyorum... Buradan itibaren başlayan ve birkaç paragraf sürecek olan bölüm bu yazının asıl muradının dışında kalıyor. Parantezin sonuna geldiğimde bunu size hatırlatacağım, sonra da asıl konumuza geçeceğiz...
Mesele şu: Ergun Babahan’ın “iddia edilmişti” diyerek, okuyanda gevşek bir gerçeklik duygusu yaratan bilgi (Tolon-Atasoy-Hürriyet bağlantısı) Ergenekon davasının delil klasörlerinde yer alan, gerçekte çok sağlam bir bilgiydi. Üstelik bu bilgi, o klasörlerden aktarılarak zamanında defalarca haberleştirilmişti. (Asıl mevzumuza geçtiğimizde, bunu size anlatacağım.) Anladığım kadarıyla Babahan zihninde kalanla yetinmiş ve ortaya bu zayıf ibare çıkmış.
Daha ilginci şu: Taraf, Babahan’dan bir gün sonra (25 eylül), kendi haberini güçlendiren bu gerçekten önemli bağlantıyı Ergenekon’un delil klasörlerine değil de, Babahan’a referansla duyurdu okurlarına.
Taraf’tan bir gün sonra da (26 eylül) Yeni Şafak’tan Taha Kıvanç, Sevil Atasoy’un Tolon’un ricasıyla Hürriyet’e alınmış olma ihtimalini, “Star’da Ergun Babahan Zaman’ın başlatıp Taraf’ın devam ettirdiği Sevil Atasoy haberlerine başka bir boyut kazandırdı” diyerek yine ve sadece Ergun Babahan’ın “iddia edilmişti”sine referansla hatırlattı.
Oysa haberi izleyen gazeteler ve gazeteciler “iddia edilmişti”nin peşine düşselerdi, Sevil Atasoy-Hurşit Tolon-Hürriyet bağlantısını birazdan aktaracağım çok daha sağlam ve inandırıcı argümanlarla haberleştirebileceklerdi.
Parantezi burada kapatıyorum... Geldik asıl meseleye...
Hürriyet’ten Atasoy’a görülmemiş teveccüh
Yazının girişinde sözünü ettiğim artçı sarsıntılardan sonuncusu, önceki gün (27 eylül) Taraf’ın sürmanşetindeydi: Burhan Ekinci’nin Sevil Atasoy’la yaptığı söyleşi... Atasoy bu söyleşide, şimdi Ergenekon tutuklusu olan Ümit Sayın’la birlikte “kaygılarını iletmek üzere” Tolon’u ziyaret ettiklerini; Tolon’un, kendisine anlatılan bilgileri yazılı olarak iletmelerini istediğini; fakat sözü edilen raporu kendisinin değil, Ümit Sayın’ın yazdığını ve kendi imzasını da katarak raporun değerini arttırmaya çalıştığını, böylece bir anlamda Sayın tarafından oyuna getirildiğini anlatıyordu.
Söyleşide Atasoy, Hürriyet’te yazmasıyla ilgili olarak da, “benden habersiz Tolon Paşa’nın bu tavsiyede bulunduğunu zannetmiyorum” diyordu.
Şimdi bütün hikâyeyi aktaracağım size... Sevil Atasoy’un sözlerinin inandırıcılığı konusunda bakalım siz nasıl bir karar vereceksiniz...
11 Eylül 2005 tarihli Hürriyet gazetesinin sürmanşeti, artık Hürriyet’te yazacağı söylenen, Adlî Tıp Enstitüsü’nden kısa bir süre önce emekli olmuş Sevil Atasoy’a ayrılmıştı. Belki ancak çok popüler gazetecilere gösterilebilecek bu teveccühü olağanüstü kılan bir unsur daha vardı: Haber, gazetenin genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün Atasoy’la yaptığı bir tam sayfalık söyleşiyle duyurulmuştu okurlara... Tabii, yadırgatıcı bir tercihti bu. Nitekim Ertuğrul Özkök de bunun farkında olmalıydı ki, söyleşinin sunuşunda okurlar adına bir soru sorup cevabını vererek kafalarda belirecek “ne bu?” istifhâmını aşmaya çalışmıştı: “Bu söyleşiyi niye ben yaptım? Tamamen kendi merakım yüzünden.”
Fakat bu söyleşiden iki ay kadar önce (21 Temmuz 2005’te), bugün Ergenekon tutuklusu olan eski adlî tıpçı Ümit Sayın’ın bir “msn” yazışmasında dile getirdiklerini okuyunca, meselenin bu kadar basit olmayabileceği çıkıyor ortaya. Ergenekon delil klasörlerinde yer aldığında gazetelerde haber de olan yazışmaların konumuzla ilgili bölümleri şöyleydi (Sayın, belirsiz birine yazıyor):
“Atasoy aradı... Bugün Ertuğrul Özkök ile görüşmüş... Sıkı dur... E. ÖZKÖK Atasoy’un şatoya gittiğini biliyormuş (“Şato”nun Ergenekon jargonunda Birinci Ordu karargâhı olduğu düşünülüyor. –A.G.)... Atasoy’a özel bir sayfa yapmayı teklif etmiş, yani ayrı investigatif bir iş... Bir sürü ekip kuracak, ekibin içinde ben de varım tabii... G2 var ve tabii ki A2 de var... Sonuçta Hürriyet’te her istediğimiz haberi çıkartma serbestisi veriliyor bize... E. ÖZKÖK bir şeylerin kokusunu almış hocam. O yaş tahtaya basmaz... Şato’ya gittikten 1 ay sonra bu teklifi veriyor.”
Ve Atasoy buharlaştırılıyor...
İlginç, değil mi? 2005 Temmuzu, Doğan Grubu’nun ve Hürriyet’in henüz hükümetle “papaz” olmadığı günlere, darbeci paşaların grupla ilgili olarak “satılmış olduklarını değerlendiriyoruz” dedikleri günlere denk geliyor. O günlerde Hurşit Tolon Hürriyet’ten böyle bir ricada bulunduysa, kanaatime göre bu rica, “Şato”dan puan kazanılması sonucunu doğuracak ve “satılmış” suçlamalarını bir parça olsun nötralize edecek bir fırsat olarak Özkök tarafından büyük bir memnuniyetle karşılanmış ve gereği yerine getirilmiştir. Yeni yazarın, okurlara yayın yönetmeninin söyleşisiyle takdim edilmiş olmasını da “Şato”ya yönelik abartılı bir jest sayabiliriz.
Tahmin edebileceğiniz gibi, yukarıda aktardığım “msn” konuşmalarının yayımlanması (Temmuz 2008) Hürriyet’i ve genel yayın yönetmenini epeyce zora soktu. Fakat o zamanlar Sevil Atasoy’la ilgili herhangi bir tasarrufa gidilmedi. Ta ki 17 Mayıs 2009’a kadar... O gün yazısı yoktu Atasoy’un. İşin ilginci, o hafta neden yazmadığına dair bir ibare de konulmamıştı sayfaya... Ve daha da ilginci, Atasoy’un 10 Mayıs 2009’daki son yazısını, o gün anlatmaya başladığı “suç hikâyesi”nin devamını bir sonraki hafta anlatacağı vaadiyle bitirmiş olmasıydı:
“Bir genç kızın ölümünü aydınlatmaktan çok, farklı siyasi görüşlerin çatıştığı bir arenaya dönüşen, Hıristiyan-Demokrat Parti’nin yaşlı kuşağını tasfiyede kullanılan Wilma Montesi meselesine, gelecek hafta devam edeceğim.”
Bu cümle, Atasoy’un 3,5 yıllık Hürriyet yazarlığı macerasının son cümlesi oldu; yazının devamı gelmedi.
Peki ne olmuştu da, gazete, okurlara bu ölçüde büyük bir saygısızlığı göze alarak gözde yazarını buharlaştırmıştı? Yazara bir yazı daha yazdırmayı imkânsız kılan “akut” gelişme neydi? Hürriyet’çiler, ancak şimdi ortaya çıkan “47 sayfalık rapor”u o zaman mı istihbar etmişlerdi?
Nedenini bilmiyoruz, fakat bütün bu hikâyede bir Ergenekon bağlantısı varsa, bunu yazarın geliş biçiminden çok gidiş biçiminden çıkartabiliriz gibi geliyor bana. Bu çerçevede, Hürriyet’in sessizliğinden çok, basbayağı “istiskal”e uğrayan yazarın sessizliği daha anlamlı görünüyor. Bana öyle geliyor ki, yazar ve gazete, yazılara karşılıklı bir rızayla ve bilinçli bir tercihle “sessizce” son vermişlerdir.
Bu karşılıklılık, benim şüphelerimi daha da arttırıyor.
TARAF