Hürriyet ve Atatürk

Ahmet Altan

Önce bir borcumuzu ödeyelim.

Önceki gün Hürriyet gazetesinde, İzmir’de yapılan Cumhuriyet Mitingi’nin resmi yayımlanmıştı.

Bu son mitinge çok az insan katıldığı halde, gazete yaklaşık bir milyon insanın geldiği ilk mitingin resmini sayfasına koymuştu.

Ben de bunu Hürriyet’in adını vermeden eleştirerek, bu tür işlerin “tuhaf işaretler” olduğunu yazmıştım.

Dün Ertuğrul Özkök aradı.

Ertuğrul’u gazeteciliğe ilk başladığı zamanlardan tanırım.

Ben Hürriyet’in dış haberler şefiyken o da gazetenin danışmanlarından biri olmuştu.

Ertuğrul, “ilk mitingin resminin yanlışlıkla kullanıldığını, kırk bin baskıdan sonra resmin değiştirildiğini” söyledi.

Hepimizin başına gelebilecek bir gazetecilik hatası olmuş, yanlış resim kullanmışlar.

Bunu özel bir amaçla yapmamışlar, hatalarını da hemen düzeltmişler.

Hürriyet
’in günahı çoktur ama bu resim o günahlardan biri değil.

Bir hakkaniyetsizlik olmasın diye bu gerçeği açıkladıktan sonra gelelim Atatürk meselemize.

Burası garip bir memleket.

Devletle toplum arasında, cumhuriyet kurulduğundan beri süren bir gerginlik ve güvensizlik var.

Devlet kendini haksız bir şekilde “toplumun üstünde ve toplumdan bağımsız” bir konuma yerleştirdiği için sürekli bir tedirginlik içinde yaşıyor.

Topluma hizmetle görevli bir örgüt olduğu halde kendini “toplumun efendisi” olarak kabul ettirmeye çalışması her şeyi temelinden bozuyor.

Bu bozukluğu gözlerden saklamak, insanların devletin konumunu sorgulamasını, bu saçmalığı anlamasını önlemek için de “kutsal tabular” yaratıyor.

Bu tabuların “en büyüğü ve en kutsalı” da Atatürk.

Her yere Atatürk’ün heykelleri dikiliyor, havaalanlarına, caddelere, meydanlara onun adı veriliyor, çocuklara sürekli onun “büyüklüğü” öğretiliyor, devlet erkânı her lafa “ulu önder” diyerek başlıyor, “onun ilke ve inkılâpları” tek yol gösterici olarak kabul ediliyor.

Bu, normal bir ülkede olabilecek bir iş değil.

Bir ülkenin bütün varlığı “tek bir adama” indirgenemez.

Ayrıca birçok insan Atatürk’ün “ilke ve inkılâplarını” kendine yol gösterici olarak kabul etmiyor bugün, altı oktaki “devletçiliği” benimseyen çok az insan olduğu gibi Atatürk’ün “ilkeleri” arasında bulunmayan “demokrasiyi” isteyen de çok insan yaşıyor bu ülkede.

Demokrasi isteyen biri, “umdeleri” arasında demokrasi bulunmayan bir tarihî şahsiyeti nasıl “tek ölçü ve tek önder” olarak kabul edebilir?

Atatürk’ü kendi tarihsel rolü içinde saygıyla anmak, onu bu ülkenin tarihindeki önemli yerine yerleştirmek yerine bugünkü yapının çarpıklığını, anlamsızlığını “onun isminin arkasına” saklamaya çalışmak sonunda her şeyi saçmalaştırmaya başlıyor.

Latinlerin dediği gibi “zehiri yapan dozdur.”

Siz yetmiş yıl önce ölmüş birini 2009 yılında “tek ve tartışılmaz ölçü” olarak sunduğunuzda, herkesin de bunu kayıtsız şartsız benimsemesini istediğinizde, her lafın başına, her tartışmanın içine Atatürk’ü yerleştirdiğinizde iş şirazesinden çıkar.

Sık sık da çıkıyor zaten.

Geçenlerde on dört yaşında bir öğrenci, derste herhalde arkadaşlarını güldürmek için Atatürk’ün resmini göstererek “her şey bu inek yüzünden oluyor” demiş.

Saygısızca ve zırzopça bir laf.

İyi de oğlan on dört yaşında, tam zırzopluk çağında.

Siz “Atatürk, Atatürk” diye bastırınca bir yerinden çatlıyor ilişkiler ve böyle saygısızlıklarla da karşılaşıyorsunuz.

Yapılacak iş, çocuğa iyi bir nasihat çekmek, “saygısızlığın” kötü bir özellik olduğunu öğretmek, hadi bilemedin disiplin kuruluna gönderip ona eğitim sistemi içinde bir ceza vermek.

Peki, biz ne yapıyoruz?

Çocuğu mahkemeye veriyoruz.

Saçmalık en tepeden başladığı zaman böyle dalga dalga yayılıyor işte.

Allahtan yargıç halden anlar, aklı başında bir adammış, “çocuğun kötü niyeti yok, kendince şaka yapmaya kalkışmış” deyip oğlanı beraat ettirmiş.

Ama işin peşini bırakmamışlar.

Dava Yargıtay’a gitmiş.

Yargıtay “beraat” kararını bozmuş.

Çocuk, üç yıl hapisle yeniden yargılanacak şimdi.

On dört yaşında bir çocuktan bahsediyoruz.

Bu devlet sistemi, “kendinde bir kusur” olmadığına mutlak bir şekilde inandığından kendine benzemeyen her vatandaşını cezalandırmak istiyor.

İş çocuklara kadar geldi dayandı.

“Slogan attılar” diye çocukları “örgüt üyeliğinden” yargılayan bir devlet, Atatürk hakkındaki manasız bir lafı da “büyük suç” sayıyor.

Kendi toplumuyla didiştiği yetmedi, şimdi de çocuklarla didişiyor bu sistem.

Bakın, bir sistem “slogan attı, şaka yaptı” diye çocukları mahkemelere doldurmaya başladığında artık o sistemin sonu gelmiş demektir.

Bu saçmalıkların, bu manasız baskıların, bu gereksiz yasakların, bu bunaltıcı ve sıkıcı tabuların miadı doldu.

Sistem kendisi için en tehlikeli noktaya, “gülünç” olma noktasına geldi.

Siz, “gülünç” bir sistemin varlığını sürdürebildiğini hiç gördünüz mü?

TARAF