Hürriyet, kendisini aldatan kaynaklar arasında kazı çalışmasına girişse?

Alper Görmüş

Yıldıray Oğur’un pazar günkü yazısının giriş paragrafı şöyleydi:

“Derin devletin sorgulandığı, sistemin pisliklerinin teşhir edildiği bir haberle karşılaştığınızda bir gözünüz Hürriyet gazetesinde olsun. Devlet az sonra oradan bildirecek çünkü. Zor durumda kalan, köşeye sıkışan paşa, emniyetçi, Ergenekoncu, JİTEM’ci az sonra ilk kez Saygı Öztürk’e konuşacak. Yakın tarihimiz bunun örnekleriyle dolu.”

Yıldıray, ardından uzun ve dolu dolu bir liste sunuyordu ki, hakikaten evlere şenlik...

Bana gelince; ben Hürriyet’in bu “şeffaf” tavrından gayet memnunum. Konuşan belli, konuşturan belli; her şey apaçık, gözümüzün önünde... Oysa eskiden (bilhassa 1998-2002 arasında) “istihbarat kaynakları” diye bir kaynak vardı. Bu belirsiz kaynaklar ülkedeki en kritik cinayetler ve toplu cinayetler sırasında devreye girer (tabii Hürriyet aracılığıyla), kamuoyuna dezenformasyon pompalarlardı.

2000-2002 arasında medyakronik.com’da, Hürriyet’e tartışmasız “en çok aldatılan gazete” unvanını getiren dezenformasyonlardan en önemlilerinin bir çetelesini tutmuştum. Fakat şimdi bu liste çok daha anlamlı görünüyor. Bana öyle geliyor ki, Hürriyet’çiler bu kaynakları alt alta sıralasalar, sonra da oluşan listenin karşısına geçip baksalar, ortaya “organize bir iş” çıkacaktır. Hürriyet’çilerin –böyle bir çaba içine girerlerse tabii- ortaya çıkacak listeyle bugün Ergenekon davasından âşina olduğumuz zevatın bir bölümüyle karşılaşmaya da hazırlıklı olmaları gerekiyor...

Bugün size 1998-2002 arasında yaşanan en büyük iki cezaevi operasyonunda (Ulucanlar ve Hayata Dönüş) Hürriyet üzerinden devreye giren “kaynaklar”ın marifetlerini özetleyeceğim. Cuma günü ise iki büyük siyasi cinayette (Ahmet Taner Kışlalı, Necip Hablemitoğlu) “istihbarat kaynakları”nın Hürriyet sayfalarındaki muhteşem gösterisini izleyeceğiz.

“Ulucanlar” ve “Hayata Dönüş...”


26 Eylül 1999’da jandarma Ankara’daki Ulucanlar cezaevinde büyük bir operasyon gerçekleştirdi. Gerekçe, içerde çok sayıda silah olduğu ve mahkûmların büyük bir isyana hazırlandığıydı. Kanlı operasyon on mahkûmun ölümüyle sonuçlandı. Fakat ortada açıklanmaya muhtaç bir durum vardı: Mahkûmlar sözü edilen silahlardan hiçbirini kullanmamıştı. Jandarmadan tek bir kişinin bile yaralanmaması da operasyona karar veren güçler açısından ilave bir meşruiyet güçlüğü yaratıyordu. (Operasyonu eleştiren köşe yazılarından en sertlerinden birini Can Dündar kaleme almıştı. O sırada Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü Ali Suat Ertosun’du.)

Operasyonu izleyen iki gün boyunca ortaya sürülen iddialar hükümet ve devlet yetkililerini çok zor bir durumda bırakmıştı. “Büyük direniş olacak” iddiaları boşa çıkmış, buna rağmen Ulucanlar’da herkesi rahatsız eden büyük bir şiddet uygulanmıştı. Hürriyet’in haberi işte tam o günlerde çıkageldi...

Gazete, 28 Eylül 1999 günü, yani baskından iki gün sonra “BEŞ DAKİKA ÖNCE” manşetiyle çıktı. Birinci sayfanın neredeyse yarısını kaplayan bir fotoğrafın eşlik ettiği haberin spotu, fotoğrafı da açıklıyordu:

“Ankara Kapalı Cezaevi’ndeki teröristler, kanlı isyanı başlatmadan 5 dakika önce ellerinde sopalarla hatıra fotoğrafı çektirdiler.”

Hürriyet
’in kaynağı ve Hürriyet şunu demiş oluyordu böylece: Bakmayın siz jandarmanın ölçüsüz ve gereksiz bir şiddet uyguladığı iddialarına... İçerdekiler savaşmaya hazırmış.

Gerçek ertesi gün ortaya çıktı: O fotoğraf Ulucanlar Cezaevi’nde beş dakika önce değil, başka bir cezaevinde tam beş yıl önce çekilmişti.

Ertuğrul Özkök, bir hafta sonra kaynaklarının kendilerini aldattığını kabul etti.

Bu kaynak kimdi? Biz bilmiyoruz ama Hürriyet’çiler biliyor.

37 kişinin hayatını kaybettiği Aralık 2000’deki “Hayata Dönüş” operasyonu ise bütün basının kullanıldığı bir dezenformasyon fırtınası şeklinde cereyan etti. Fakat burada da lokmanın en güzeli Hürriyet’e (ve onunla birlikte “iki büyükler”i oluşturan Sabah’a) sunulmuştu.

Hayata Dönüş operasyonu da, tıpkı Ulucanlar gibi kamuoyunu psikolojik açıdan hazırlamaksızın (yani medyasız) yürütülemeyecek bir operasyondu. Bu yapıldı, fakat daha da fazlası operasyon sırasında yapıldı.

Gelelim, dezenformasyon lokmasının en güzeline: Radikal ve Yeni Binyıl’ın, “mahkûmların lav silahıyla yakıldığı” iddialarını dile getirdiği günlerde, Hürriyet ve Sabah “vahşete tanıklık eden asker”in “liderler militanların üzerine benzini döküyor, sonra da kibriti çakıyorlardı, gözlerimle gördüm” sözlerinin alıntılandığı manşetlerle çıktı. Her iki gazete de haberlerinin “özel” olduğunu iddia ediyordu. Oysa konuşan asker kelimesi kelimesine aynı şeyleri söylüyordu.

Belli ki sözü edilen askerle gazeteciler arasında bir “konuşma” yoktu, bir metin iki gazeteye birden “iletilmiş”, onlar da bu zokayı gönüllü olarak yutmuştu. O günlerde kamuoyu üzerinde en büyük psikolojik etkiyi iki büyük gazetenin manşetlerine yerleş(tiril)en bu haber yapmıştı.

Yukarıda da dediğim gibi, cuma günü Hürriyet’in iki büyük cinayetle ilgili olarak yuttuğu zokaları ele alacak, sonra da gazeteye bir çağrıda bulunacağım.

---------------------------


“İlginçlik” bir haber değeridir fakat her ilginç iddia haber değildir...

İlginç, şaşırtıcı, normal dışı şeyler gündelik hayatta ilgimizi çektiğine göre, hayatı yansıtmaya çalışan gazetecilerin de “ilginç” olana ilgi göstermesi doğal. Fakat gazeteciler sık sık a) “ilginç” olanı “önemli”nin önüne geçirerek, b) bütün “ilginç” iddiaları, “ciddi mi diye kurcalarsam haber düşer” iç sesinin eşliğinde okurların üzerine boca ederek gazetecilik normallerinin sınırlarını zorluyorlar.

Aşağı yukarı on yıldır zaman zaman ele aldığım meseleye bu defa vesile teşkil eden haber, Habertürk’te çıktı karşıma.

Emekli DMG Savcısı Ömer Süha Aldan, “kendi internet sitesinde iddianame gibi bir yazı” (gazeteden, aynen) yayımlamış. Aldan, yazısında “20 yıl sonra güney sahillerinde en büyük arsa sahibinin Büyük Britanya olacağını” öne sürüyormuş. Haberin devamında, emekli savcının iddiasını neye dayandırdığını da anlıyoruz:

“Kıyı kentlerindeki mülk satışında en büyük alıcının İngilizler olduğuna dikkat çeken Aldan yazısında şu ifadelere yer verdi. ‘Yaşlı ve kimsesiz İngilizlerin bir bölümü öldükten sonra geçerli olmak üzere, taşınmazlarını kendi devletlerine bağışlıyorlar. Böyle giderse çok değil yirmi yıl sonra, güney sahillerimizde Büyük Britanya’yı en büyük arsa sahibi olarak görebiliriz.’”

Haberde hiçbir rakamın bulunmayışından yola çıkarak emekli DGM savcısının kişisel sitesindeki yazıda da böyle zahmetlere girişilmemiş olduğunu düşünebiliriz herhalde. (Tersi, Habertürk’ün haberciliğine ağır bir hakaret olurdu. Ben, samimiyetle, orada ikna edici –ya da değil- rakamlar ola ola onlara bigâne kalınacağını ve haberde yer verilmeyeceğini düşünemiyorum.)

Emekli DGM Savcısı, belli ki kendi varsayımını olgu olarak gösterenler ekolünden... Yaşlı ve kimsesizlerin, taşınmazlarını “devletim”e bağışlamalarının ahlaklı, erdemli, yurtseverce bir eylem olduğu varsayımıyla, İngilizlerin de öyle yapacağını varsayıp hükmünü kuruyor. (Oysa “yaşlı ve kimsesiz” İngilizlerin taşınmazlarını hayır kurumlarına ve sivil toplum örgütlerine bağışlamaları çok daha yüksek bir ihtimaldir.)

Yine de diyelim ki bazı İngilizler hakikaten taşınmazlarını “devletim”e bağışlıyorlar. Bu kadarcık bir bilgi, amacı hakikatten çok ideolojik propaganda olduğu anlaşılan bir kişisel internet sitesine yetebilir; site sahibi, buradan kalkarak güney sahillerinin 20 yıl sonra “İngiltere” olacağını öne sürebilir. Rahşan Ecevit de 2004’teki “Alanya, oldu Almanya” alarmını, “bu insanlar bir süre sonra silahlanıp bağımsızlıklarını ilan edecekleri” uyarısıyla taçlandırmamış mıydı? (Hiçbir kelimeyi ben uydurmadım; evet “silahlanmak”, evet “bağımsızlıklarını ilan etmek...”)

Emekli savcının uyarısına dönersek... Dediğim gibi, o bunu yapabilir. Fakat koca gazete zahmet edip kaç kimsesiz İngilizin “güney sahillerimizde” mal-mülk edindiğine bakmış mı? Bunlardan kaçının mülklerini Britanya devletine bağışladıklarını araştırmış mı?

Yanlış anlaşılmasın, ben, gazetecilerin, karşılarına çıkan inanılması güç ilginçlikteki iddiaları hiç araştırmadan çöp sepetine göndermeleri gerektiğini savunmuyorum. Savunduğum şey şu: Gazeteciler onları ham malzeme olarak kabul etmeli, onları kurcalayıp gerçekliğini-doğruluğunu kontrol etmeli ve ancak bu sürecin sonunda onları gazete sayfalarına mı, çöp sepetine mi göndereceklerine karar vermeli.

TARAF