Humeyni'nin 'Velayet-i Fakih' teorisi ve İran'da dini liderlik

Humeyni tarafından yetkileri son derece genişletilmiş olan İran'da dini liderlik makamı uzun yıllardır Hamaney tarafından yönetilmektedir.

Mepa News Akademi

Humeyni'nin 'Velayet-i Fakih' teorisi ve İran'da dini liderlik

Şia'daki Şii alimlerin İmam Mehdi'nin naipleri olması inancıyla temellendirilen Velayeti Fakih teorisi, İran'daki rejimin belkemiğini oluşturuyor.

Humeyni'nin geliştirdiği bu teori kökeni Şia'daki 12. İmam/Beklenen Mehdi'nin naiplerinin Şii alimler olduğu tezine dayanıyor. Fakat Şii ilmi çevrelerin çoğu Humeyni'nin Velayeti Fakih teorisini aşırı derecede genişletilmiş ve Mehdi'nin makamını işgal edecek seviyede bulup eleştiriyor.

"Kayıp İmam"ın vekilleri olarak Şii ilmiye sınıfı

Velayeti Fakih teorisine ilişkin tartışmaları anlayabilmek için Şia'daki ilmi sınıfın sosyal otoritesinin dayanaklarına ve tarihi gelişimine göz atmak gerekiyor. Şia'da 11. İmam olduğuna inanılan, Irak'ın Samarra şehrinde medfun Hasan Askeri 874 yılında 28 yaşında vefat etti. Bunun üzerine Şia'nın çoğunluğu ilerleyen dönemlerde, Askeri'nin Muhammed Mehdi isminde küçük bir oğlu olduğunu iddia etti. Ve bu vefatla beraber kendini insanlardan gizlediğine, 940 yılına kadar birbiri ardınca dört elçiyle emirlerini Şiilere ulaştırdığına inandılar.

Masum olup vahiy aldığına inandıkları Muhammed Mehdi'nin son elçisi olduğuna inanılan Ali es-Semerri'nin de 940 yılında ölümünün ardından, elçi belirlemeyip tamamen kaybolduğuna inanandılar. Şiiler Hasan Askeri'nin ölümüyle 874'te başlayan süreci "El-Gaybetu-s Suğra" (Küçük Kayboluş), 940 yılında başlayan ve hala devam eden süreci ise "El-Gaybetu-l Kubra" (Büyük Kayboluş) olarak isimlendirmektedirler.

Günümüzde Şia'nın en yaygın mezhebi olan İmamiye/Caferi Mezhebi'ne göre Gaybetu-l Kubra, Mehdi'nin yeniden ortaya çıkıp kendisine inanmayan herkesi yok edip, kuracağı Şii Dünya İmparatorluğu'nun başına geçmesiyle sona erecektir.

Şiiler, Gaybetu-s Suğra döneminde varlığına inandıkları imamlarıyla doğrudan iletişim kuramasalar da elçilerle iletişimde olduğuna inanıyorlardı. Gaybetu-l Kubra döneminde imamlarını tamamen kaybettiklerini düşünen Şiiler bağlanacakları otorite konusunda bir krize girdiler. Bu otoriteyi zamanla "İmamın Vekilleri" oldukları iddiasıyla Şii fakihler doldurdu. Gaybetu-s Suğra döneminde ortaya çıkan Şii fakihler, Gaybetu-l Kubra döneminde Şii tabanın yalnızca fıkhi konularda değil her türlü dini ve sosyal meselede kendilerine başvurdukları, Şii toplumunu yöneten mercilere dönüştüler.

Ünlü İranlı Şii mercii Ebu Cafer Muhammed bin Hasan et-Tusi, 1056'da Bağdat'tan Kufe'ye göç ederek şehrin batısında yeni bir Şii havzası kurdu. Havza genişleyerek Necef ismindeki şehri oluşturdu. Bugün Necef ve Kufe birleşik bir şehir halinde halen Irak'ın en büyük şehirlerinden biri olarak Necef Havzası'yla beraber faal haldedir. Tusi'nin Bağdat'tan Kufe'ye gitmesinin ardındaki ana sebep Selçukluların 1055'te Bağdat'ı ele geçirip Abbasiler üzerinde hakim olan Şii Buheyvileri ortadan kaldırmasıydı. Öncesinde Bağdat'ta Buheyviler tarafından destek gören Şii ilmiye sınıfı böylece baskı altına alınmıştı.

Tusi 1056'da kurduğu Necef Havzası'nda Şii avamdan humus toplanmasından daha ayrıntılı, hiyerarşik bir ilmiye sınıfı kurulmasına kadar daha kapsamlı bir örgütlenmeye gitti. Böylece Şia'da ulemanın halkı yönlendirme gücü ve hiyerarşik bir yapıya bürünmesinde yeni bir dönem açıldı. 

2003 başında Irak'ta henüz Saddam rejimi iktidardayken el-Cezire TV'nin Necef'e dair bir belgeseli, Şii mollaların Saddam rejimine destek açıklamaları dikkat çekiyor.

İmamın 'humusu' kime verilecek?

Arapçada "beşte bir" anlamına gelen humus kelimesi dini ıstılahta bir gelirin beşte birinin verilmesi anlamında kullanılmaktadır. Kur'an-ı Kerim'de savaş ganimetleri hakkında kullanılan humus ifadesine Ehli Sünnet, savaş ganimetlerinin beşte birinin Beyt-ul Mal'a (Milletin Ortak Hazinesi /Kamu Hazinesi) verilmesi olarak yorumlamıştır. Şiiler bunu, her türden gelirin beşte birinin masum imama verilmesi olarak yorumlamaktadır. Şia'da bu anlayışın başlangıç tarihine ilişkin muhtelif görüşler vardır.

874-940 döneminde bazı Şiilerin gelirlerinin beşte birini, imamla görüştüğünü iddia eden elçilere verdiği iddia edilmektedir. 940'ta Gaybetu-l Kubra'nın başladığı inancı üzerine Şiiler arasında humusun ne yapılacağına dair tartışmalar çıkmıştır. Bazı Şiiler imamın olmadığı dönemde humus yükümlülüğünün kalktığını iddia ederken, bazıları imamın her an geri dönebileceği inancıyla humuslarını imam ortaya çıktığında ortaya çıkarmak üzere toprağa gömmüştür.

11. yüzyıl başında Şii dini otoritenin hiyerarşik bir yapıya kavuşması, bilhassa 1039'da Tusi'nin Necef Havzası'nı kurması üzerine Şii din adamı sınıfının giderlerinin karşılanması amacıyla bu durumda değişiklikler yaşandı.

Tusi gibi isimler Şii mercilerinin imamın naipleri olduğunu, ilmi çalışmalar yürütülmezse Şia'nın ortadan kaybolacağını, bu çalışmalar için de masrafa gereksinim duyulduğundan "İmamın hakkı olan" humusun mercilere giderlerinin ve havzanın tüm talebeleriyle beraber giderlerinin karşılanması için verilmesi gerektiğini öne sürmüşlerdi.

Şii ilmiye sınıfının masraf problemini karşıladığından hemen hemen tüm Şii ilmiye sınıfınca makbul görülen bu tez doğrultusunda yeni bir uygulama doğdu. 11. yüzyıldan günümüze kadar Şii mollaların ve havzaların tüm giderleri molla sınıfından olmayan Şiilere dini vecibe olarak yüklenen "tüm gelirlerinin beşte birini taklid ettikleri mercilere verme zorunluluğuyla" karşılanmaktadır. Bu bağlamda, 20. yüzyılda Ayetullah el-Uzma (Allah'ın en ulu ayeti) olarak da isimlendirilecek olan Şii taklid mercilerine havzanın içinden ve dışından tüm Şiilerin taklid yoluyla bağlanması da farz olarak ilan edildi.

Tusi'nin kabri

Humus paralarıyla ortaya çıkan muazzam gelirlerin mercilerin elinde havza giderlerini karşılamanın çok ötesinde bir birikintiye yol açtı. Bu, ciddi yolsuzluk iddialarını doğurdu.

Bu doğrultuda, 20. yüzyılın sonundan itibaren Şiiler arasında humusun sadece imamın hakkı olduğu, mollalara verilmesine yönelik bir dini yükümlülük olmadığı iddiaları yeniden alevlendi.

Fakat halen Şii çevrelerde yaygın kabul gören görüş, humusun Gaybetu-l Kubra'da Şii taklid mercilerine verilmesinin farz olduğu, humusu mollalara vermemenin en az zekat vermemek kadar büyük bir günah olduğu yönündedir.

Humus geliri Şii taklid mercilerine devletlerin maaşlarına bağımlı olmama, hatta bazen ekonomik sıkıntı yaşayan bulundukları devletlere borç verip devlet üzerinde söz sahibi olma ve mercilik çatısı altında kapsamlı organizasyon, örgütlenme ve kurumsallaşma imkanı sağlamıştır. 

Gaybetu-l Kubra ve Şii Devleti

11. yüzyıldan itibaren Şia'da imamın yokluğunda Şiiliğin esaslarına göre bir devlet kurulup kurulamayacağı meselesi tartışılmıştır. Şia'nın hadis eserlerinde devlet başkanının masum olması gerektiğine ve 12. İmam Mehdi'nin ortaya çıkışına değin her türlü bayrak yükseltmenin batıl, kurulacak her otoritenin "Tağuti" olduğunda dair rivayetler bulunuyordu.

Bu, ilmi Şii çevreleri devlet kurma çabalarından uzak tutmuştu.

Bununla beraber ilmi çevrelerle doğrudan ilgisi olmayan Şiilerin Sünni otoritelere isyan yoluyla kurduğu devletleri de Şii ilmi otoriteler zımnen kabulle ve onlara meşruiyet tanımayla karşılamıştı.

Bunun en bariz örneği 16. yüzyıl başında İran'da yönetimi ele geçiren Şii Azeri Türkü Safevi Hanedanı'na Şii ilmi otoritelerinin olumlu yaklaşımıydı. 16. yüzyıla kadar çoğunluğu Sünni olan İran, Safevi Hanedanı ve Tarikatı'nca zorla Şiileştirilmişti.

İran'ı Safevilerin askeri olarak ele geçirmesinde Şii ilmi otoriteler ve Necef Havzası doğrudan yer almamıştı. İran'ı ele geçirdiğinde İran'da yeterli Şii din bilgini bulamayan Şah İsmail Safevi, Şiiliği İran'da yayıp geliştirmeleri için Necef Havzası ve o dönem Sünni Memluk Devleti'nin kontrolünde bulunan Lübnan Şiilerinden mollalar ithal etmişti.

Safevilerin İran'ı ele geçirmesi öncesinde Şii hadis rivayetleri gereği Mehdi zuhur etmeden Şii Devleti kurmayı caiz görmeyen bu Şii mollalar İran'ın Şiileşmesinden ve Safevilerin kendilerini her açıdan desteklemesinden duydukları memnuniyetle bu yeni durumla pragmatist bir ilişki içine girmeyi tercih ettiler. Safevilerin Şii mollalardan meşruiyet talepleri için, humusun mollalara verilebilmesinin önünü açan çözüm gibi bir çözüm arayışına girildi.

Haritada, Şah İsmail döneminde Safevilerin sınırları koyu sarı renk ile belirtilmiş

Çözüm olarak Şii merciler imamı temsil iddialarından başka bir temsil daha çıkararak Safevi Şahlarını da kendi temsilcileri atadılar. Böylece İmam Mehdi'nin naipleri olma iddiasındaki Şii mercilerin naibi ilan edilen İran şahları, pek çok diğer Şii tarafından çok zorlama bir yorum olarak görülse de bir dini meşruiyete kavuştu. Şahları naipleri ilan eden Şii merciler bu naipliğin Mehdi'nin ortaya çıkmasıyla sona ereceğini de vurguladılar. Şiiliğin korunması için şartlar gereği bu dünyevi tedbire başvurduklarını itiraf ettiler. 

Diğer taraftan 16. yüzyılın ilerleyen yıllarında Kanuni Sultan Süleyman devrinde Irak'ın baştan başa Osmanlı hakimiyetine girmesiyle Necef Havzası Safevi idaresinden çıkıp yeniden Sünni idaresine girdi. Necef Havzası'na Osmanlı Devleti baskı uygulamadı. Osmanlı idaresinde de İran'dan Necef'e dini eğitim almak üzere İranlı göçü devam etti. Necef Havzası'ndaki Şii taklid mercilerinin çoğu Osmanlı dönemi boyunca İranlı Fars ve Azeri Türklerinden müteşekkildi.

Hatta İran'ın da desteğiyle 17. yüzyıl-19. yüzyıl döneminde Güney Irak'taki Arap aşiretlere humus paralarından büyük ikramlarda bulunan, Güney Irak'ta etkili Sünni dini otoriteler bulunmamasından da Necef Havzası bu aşiretlerin topluca Sünnilikten Şiiliğe geçmesini sağladı. Böylece Güney Irak'ta çoğunluk Sünnilerden Şiilere geçti. Osmanlı Devleti Güney Irak'a öncelikli önem vermemesine de paralel olarak otoritesi altında gerçekleşen bu büyük nüfus değişimi karşısında siyasi veya dini bir önlem almayarak müdahale etmemeyi tercih etti. Osmanlı idaresinden bu açılardan memnun olan Necef Havzası'ndaki Şii ulema, Osmanlı Devleti'ne isyan veya bölgeyi İran'a katma gibi girişimlerden genellikle uzak durdular.

Velayet-i Fakih nedir?

Şii literatüründe daha çok hukuki yetki anlamında kullanılan velayet (velilik) kavramı aslında daha çok Şia'daki masum imam inancına atfen kullanılsa da Gaybetu-l Kubra'da Şii mercilerin Şii toplumu üzerindeki hukuki otoritesi anlamında Velayeti Fakih (Fakihin hukuki otoritesi) kapsamında da kullanılmıştır. İran Devrimi'nden bu yana imamlardan çok mevcut dini liderlere yönelik bağlılık anlamında kullanılır olmuştur.

Gaybetu-l Kubra'dan bu yana, özellikle 11. yüzyılda Necef Havzası'nın kurulmasından itibaren Şii merciler Şii fakihlerin (fıkıhçılar/fıkhın da ötesinde genel olarak Şii alimler) Şii toplumu üzerinde humus alma, din öğretme, fetva makamı olma gibi hususlardaki velayetini hemen hemen ittifakla kabul etmektedirler.

Fakat siyasi sahada yöneticinin masum imam olmasını gerektiren Şii hadis kaynaklarındaki rivayetler nedeniyle merciler dini öğretim, fetva gibi konularda imama niyabet iddialarını siyasi sahaya açıkça taşıyacak teoriler geliştirememişlerdi. Bunda Necef Havzası'nın Osmanlı, İran Şiilerinin ise Şii olsalar da din adamı sınıfından olmayan İran Şahlarının kontrolünde olması da etkin rol oynamıştı.

Şii mercilerin velayetinin sınırı daha önceleri de işlenen bir konu olsa da terimselleştirilmiş olarak 'Velayeti Fakih' ifadesini ilk işleyen 19. yüzyılda İran'da Şii mercii Ahmed Neraki (?-1829) olmuştu. Neraki 'Avaidu-l Eyyam' isimli eserinde ilk kez Velayet-i Fakih tabirini kullanarak, karşıt hadislere değinmeksizin bir devletin imam adına mollalarca yönetilmesinin daha doğru olacağını savunmuş ama teorisini çok açmamıştı. O dönemde bu tez İran'da çok sınırlı bir dini çevrede tartışılmış, Irak'ta duyulmamıştı.

Humeyni ve Velayet-i Fakih Teorisi

20. yüzyıl başından itibaren güçlenen ve Irak'taki Necef Havzası'na rakip olmaya başlayan İran'daki Kum Havzası'nın lideri Şii taklid mercii Hüseyin Burucerdi'nin 1961'de ölümü üzerine o zamana değin siyasi konulara alenen girmeyen talebesi Ruhullah Humeyni (1902-1989) siyasi açıklamalarda bulunmaya, Şah'ın reformlarını eleştirmeye başlamıştı.

Burucerdi'nin ölümü üzerine pek çok molla taklid mercii olmuşken taklid mercii olamayan Humeyni öncülüğünde Kum'da 1963'te Şah'a karşı bir isyan çıktı. Gayet kanlı geçen bu isyanın ardından Şah Humeyni'yi tutuklamıştı ve idam etmesi bekleniyordu. Bunun üzerine Kum Havzası'nın yeni lideri olarak görülen Azeri Türkü Şii mercii Kazım Şeriatmedari (1906-1986) öncülüğünde bazı Şii mercileri Humeyni'yi merci ilan edip ona mercilik icazeti verdiklerini duyurdular.

Çünkü 1979'da kadar yürürlükte kalacak olan 1906 İran Anayasası'na göre Şii taklid mercileri idamdan muaf bulunuyor, hatta yargılanmalarına ciddi ve zor engeller getiriliyordu. Bu şekilde merci olup hayatı kurtulan Humeyni'yi Şah İran'dan uzaklaştırmak üzere Kasım 1964'te Türkiye'ye gönderdi.

1963 İsyanı'nda yönetimin mollalarda olması gerektiğine dair bir beyanı olmayan, Şah'ın uygulamalarını eleştirmekle yetinen Humeyni Türkiye'de bulunduğu dönemde (Kasım 1964-Ekim 1965) ilk defa yazılarında Şii taklid mercii Ahmed Neraki'nin yaklaşık 150 yıl önce işlediği 'Velayet-i Fakih' terimini işlemeye başladı. Humeyni, Ekim 1965'te Şah'ın Humeyni'ye Irak'a geçmesine izin vermesinin ardından bu tarihte Irak'ın Necef şehrine yerleşti.

Necef Havzası'nın lideri Şii taklid mercii Muhsin el-Hakim (1889-1970) ve Necef'te bulunan bir diğer ünlü Şii taklid mercii Muhsin el-Hakim'in ölümünün ardından Necef Havzası'nın başına Ebulkasım el-Hoyi (1899-1992) geçti. El Hoyi ile anlaşmazlıklar yaşadığı için Humeyni, Irak'ın iç işlerine karışmama ve İran'a yoğunlaşma kararı aldı. Bu dönemde Humeyni kendi Velayet-i Fakih teorisini daha da geliştirdi.

Humeyni'ye göre Şii taklid mercilerinin en üstünü, en çok ilim sahibi olanı devleti 12. İmam adına yönetmeliydi, buna bir ihtiyaç da, en üstün Şii taklid merciinin hakkı da vardı. Bundan farklı bir durumda İslam'ın hükümleri tatbik edilemiyordu. 

Humeyni'nin Necef'te Velayet-i Fakih dersleri (1969-1970)

1960'lı yıllarda Irak'ta Necef Havzası yönetimden yana büyük bir rahatlık içinde yaşıyordu. 1968'de darbeyle Irak'ta iktidara gelen Baas Partisi 1969'da havzanın lideri Muhsin el-Hakim'in parti içindeki bir hizbi parti liderliğine karşı darbeye kışkırttığı ortaya çıkınca Necef Havzası'na ve Muhsin el-Hakim'e baskıya başladı. Aynı dönemde Muhsin el-Hakim yaşlılığı sebebiyle ağır hastalanmış ve havzanın işlerinden, iç tartışmalarından çekinmişti.

Baasçılar İran Şahı'yla sorun yaşadıklarından Humeyni'yi düşmanlarının düşmanı bir dost olarak gördüler. Humeyni'nin Baasçılara darbe girişiminde bulunan ve İran Şahı'yla yakın ilişkilerde bulunan Necef Havzası'nın lideri Muhsin el-Hakim ile de sorunlu olması Humeyni'yi Baasçıların gözünde o dönem daha da değerli kılmıştı. Daha önce Necef'te kalabalık öğrenci topluluklarına ders vermeyen Humeyni'ye 1969'da Baasçılar ders verebilmesi için mescid tahsis ettiler. Humeyni Necef'te bu mescidinde 5 senedir üzerinde çalıştığı Velayeti Fakih teorisine ilişkin ders serisine başlayacağını duyurdu. Derse katılan havza talebeleri arasında çokça Humeyni karşıtı olduğu halde meraktan katılanlar da bulunmaktaydı. Humeyni Irak'ta olmasına rağmen Arapçada yetersiz olduğu için derslerini Farsça verdi. Ön hazırlıkları 1969 sonunda yapılan bu ders serisi Ocak-Şubat 1970'te 19 ders olarak gerçekleşti.

Humeyni Velayeti Fakih ders serisinde en üstün ve en ilimli taklid mercii tarafından yönetilmeyecek bir Şii devleti kurulmadan İslam'ın hükümlerinin tatbik edilemediğini, Şii ulemanın niyabeten "kayıp" 12. İmam adına devleti yönetmesi gerektiğini beyan etti.

Derslerin sona ermesinin ardından 1970'te içeriği 'Hükümeti İslami' (İslam Yönetimi) olarak kitaplaştırılarak Necef'te basıldı. İlerleyen yıllarda, özellikle de İran Devrimi'nin ardından bu kitap aralarında Türkçe'nin de olduğu çeşitli dillere çevrildi. İran Devrimi'nin ardından Türkçeye çevrilen bu kitap 'İslam Fıkhında Devlet' ismiyle yayınlandı. 1970'te bu kitap kaçak yollarla İran'a sokuldu.

Velayet-i Fakih teorisinde Hoyi-Humeyni çarpışması

Humeyni'nin Velayeti Fakih teorisi dersleri verdiği sırada Necef Havzası'nın lideri Muhsin el-Hakim yaşlı ve hasta bir halde havzadan uzaklaşmış, tıbbi gerekçelerle Bağdat'a yerleşmişti. Bu sebeple Humeyni'nin derslerinden haberdar olup anlattıklarına olumlu ya da olumsuz bir tepki vermedi. Fakat Necef'in o dönem en etkili taklid mercii olan, İran'ın Türkiye sınırındaki Hoy şehrinde doğup 13 yaşında Necef'e yerleşen İranlı Azeri Türkü Ebulkasım el-Hoyi (1899-1992) Humeyni'nin bu teorisine şiddetle karşı çıktı ve Şiilikten bir sapma olarak isimlendirdi.

1980'li yıllarda Ebulkasım el-Hoyi'nin evinde çekilmiş görüntüleri

Ebulkasım el-Hoyi (sağda) 1980'li yıllarda talebesi Ali Sistani'yle

Hoyi'ye göre fakihin velayetinin sınırları Gaybetu-l Kubra'dan beri alışılageldiği şekilde belirlenmiş olup dini eğitim, fetva gibi alanlara has olup humus toplama yetkisini de içermekte, toplumu imam adına siyaseten yönetmeyi kapsamamaktaydı. Humusun Veliyyu-l Fakih tarafından devlet işlerine de harcanabileceğini iddia eden Humeyni'nin aksine Hoyi humusun kullanım alanının genişletilmesine de karşıydı.

Hoyi'nin itirazı ilk olarak bu düşüncenin yerleşik Şii anlayışına aykırı olmasına dayanıyordu. Bunun da da ötesinde Şii hadis külliyatında geçen ve Şiiler arasında tartışmasız olarak görülen rivayetleri temel alıyordu. Bunlara göre İmam Mehdi'nin ortaya çıkmasından önce siyasi amaçlarla her kaldırılan bayrak batıl ve tağutiydi, Şii Devleti ancak masum imamlarca kurulup idare edilebilirdi ve aksini uygulamak küfürle bile suçlanabilirdi.

Humeyni ise teorisine değinirken bu gibi rivayetlere olumlu ya da olumsuz hiç değinmiyor, sadece Şiilerin mevcut siyasi çıkarlarına atıf yapıyordu. 

Çelişkili olan şuydu ki Hoyi Şiiler arasında Şii kaynaklarındaki hadisleri elemede çok ileri olan bir kimse olarak görülürken Humeyni aynı kaynaklardaki hadisleri elemeye tabi tutmadan alan bir isim olarak öne çıkmıştı.

Hoyi, Hz. Ali'ye nispet edilen ünlü 'Nehc-ul Belaga' eseri de dahil bazı Şii kaynaklarını tamamen zayıf hadis görüyordu. Şia'daki hadis kritiği ilminin karşılığı olan 'İlmu-r Rical' (Adamlar İlmi, yani ravi değerlendirme ilmi) alanında otorite kabul edilen Hoyi'nin Şii hadis kaynaklarındaki hadislere dair çalışmalarını derleyen uzmanlar Hoyi'nin bu hadislerin %90'ını zayıf olarak gördüğünü belirtmektedir.

Humeyni ise ilmu-r ricale başvurmaksızın sahih veya zayıf oldukları tartışmalarına girmeksizin Şii kaynaklarındaki hadisleri kullanmaktaydı.

Havza dışından Şii havzalara ve mollalara eleştirileriyle bilinen Şii din adamı Abulhalim Ğızzi, Hoyi'yi Şii hadislerini en çok zayıflayan isimlerin başında gelmekle ve bu hususta bir ekol oluşturmakla suçluyor.

Hoyi'yi yayınlarında sık sık Şii hadislerini "boğazlamak" ile suçlayan Ğızzi, Humeyni'yi diğer mercilere oranla hadisleri sahih ve zayıf ayrımlarına gitmeden kabul edip kullandığı için sık sık övmektedir.

Hoyi dahi "Kayıp İmam" gelmeden Şii Devleti kurmaya engel olan hadisleri sahih olarak görürken, Hoyi gibi bir hadis eleyicisi olmayan Humeyni'nin bu rivayetlere dair hiçbir yorumda bulunmaması Humeyni'nin en büyük çelişkisi olarak görülmekteydi. Humeyni Velayet-i Fakih teorisine ilişkin Şii veya Sünni dünyadan gelen ilmi eleştirilere cevap vermedi.

Humeyni teorisini mescidinde işlediği esnada sözlü olarak bu teoriye karşı çıkan Hoyi, ilerleyen yıllarda da kitaplarında  Humeyni'nin Velayet-i Fakih teorisine kapsamlı eleştirilerde bulunmaya devam etti. Bu arada Haziran 1970'de Necef Havzası'nın lideri Muhsin el-Hakim öldü. Humeyni'nin dahil olamadığı havza liderliği yarışından 1971'de Ebulkasım el-Hoyi mukallidlerinin ve talebelerinin çokluğu sebebiyle galip çıktı.

Ebulkasım el-Hoyi'nin sadece Irak ve İran'da değil tüm dünya çapında çok geniş bir mukallid ve talebe çevresine sahip, hatta bu açılardan en Şii tarihinin en popüler ismi olması 1970'li yıllarda Şii ilmi çevrelerde Humeyni'nin teorisinin tutunmasına engel oldu.

İran Devrimi Humeyni'ye Velayet-i Fakih teorisini hayata geçirmesi imkanını verdi. Humeyni bu konuda büyük bir muhalefetle karşılaştı. Farklı kesim ve dayanaklarla gelen bu muhaliflerini kuvvet kullanarak bastırdı. 

İran Devrimi ve Humeyni'nin İran'a dönüşü

Humeyni'nin Necef'ten İran'a yönelik propaganda faaliyetleri, İran'daki gelir adaletsizliği gibi şikayetler ve sol grupların propaganda faaliyetleri ile birleşti. Böylece Ocak 1978'den itibaren dalga dalga tüm İran'ı saracak şekilde iran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi'ye (1919-1980) karşı bir halk isyanına dönüştü. Humeyni Necef'ten gönderdiği yazılı ve sesli popülist çağrılarla İran'daki isyancı halk kesimlerinin takdirini topladı. Halkın patlamasının önüne geçerek hareketin en önde gelen ismi olmayı başardı.

Bu dönemde Humeyni gelir adaletsizliği, Şah rejiminin baskıcılığı gibi konulara ağırlık vererek mesajlarına Velayet-i Fakih teorisini doğrudan karıştırmamaya dikkat etti. Ekim 1978'de Irak'tan Fransa'ya geçen Humeyni, Fransa'da mesajlarını dünya basın ve yayına ulaştırma imkanı buldu. Batı'nın tüm basın ve yayın organları Humeyni'nin Paris'teki evinin önünde röportaj kuyruklarına girerek İran Devrimi'nde Humeyni'nin en büyük yardımcıları oldular.

Ocak 1979'da Şah'ın İran'ı terk etmek zorunda kalmasının ardından, 1 Şubat 1979'da Humeyni İran'a geri döndü. Eski rejimin hükümetinin istifa etmemesi üzerine 9 Şubat 1979'da başlayan ayaklanmayla 11 Şubat 1979'da eski rejim tamamen sona ererek İran'da yeni bir dönem başladı.

Yeni rejimde Velayet-i Fakih tartışmaları

Humeyni devrimin en önde gelen ismi olmakla beraber devrimi yönlendirmede yalnız değildi, sol grupların yanı sıra başta Kazım Şeriatmedari olmak üzere Velayet-i Fakih teorisine karşı olan Şii merciler de devrimde büyük rol oynamıştı.

Humeyni bu dönemde Velayet-i Fakih teorisini 1970'te Necef'te sunduğundan daha dar olarak yönetim üzerinde bir şer'i kontrol mekanizması olarak sunmaya dikkat etti ve mollaların cumhurbaşkanlığı ve başbakanlığa aday olmayacağı sözünü verdi. Yine Humeyni aktif politikaya karışmayacağının simgesi olarak Tahran'a değil Kum'a yerleşti.

Fakat Nisan 1979'da kabul edilen ve Caferiliği ülkenin resmi mezhebi ilan eden 'İran İslam Cumhuriyeti Anayasası' tartışmalara yol açtı. Anayasa, Velayet-i Fakih makamına, çıkarılan kanunların İslam'a uygun olup olmadığını denetlemekten öte, cumhurbaşkanlığının da üzerinde ülkeyi yönetme hakları veriyordu. Bunun üzerine İran'da büyük bir Velayet-i Fakih teorisi tartışması patlak verdi. Humeyni'nin ölümüne değin (1989) İran'da yapılan tüm anayasa değişikliklerinde Velayet-i Fakih makamının yetkileri daha da artırılacaktı.

Humeyni-Şeriatmedari çatışması

Kum Havzası'nın en büyük Şii taklid mercii olarak görülen, 1963'te Humeyni'yi merci ilan ederek Şah'ın onu idam etmesinden kurtaran Azeri Türkü Kazım Şeriatmedari, Velayet-i Fakih teorisinde Humeyni'nin en büyük hasmıydı.

Humeyni'nin ele aldığı genişlikte bir Velayet-i Fakihlik makamının Şii inançlarıyla bağdaşmadığını savunan Şeriatmedari, kimsenin "Kayıp İmam Mehdi"nin naibi olarak ülkeyi yönetme hakkına sahip olmadığını belirtiyordu. Şeriatmedari'ye göre bunun için İmam gibi masum olmak gerekiyordu, masum olmayan Humeyni gibi birinin elinde bu kadar geniş yetkili bir makamın diktatörlükle sonuçlanması kaçınılmazdı.

Şeriatmedari İran'daki Şiilerin üçte biri tarafından taklid ediliyordu. Bu oran İran'daki Azeri Türklerinde daha da yoğunluk kazanıyordu. Kum'da çalışmaları en etkin olan isimdi. Bu sebeple Şeriatmedari gibi İranlı Azeri Türkü olan Hoyi'nin Necef Havzası'nın o dönemde başı olması gibi Şeriatmedari de Kum Havzası'nın başı olarak görülüyordu.

Şeriatmedari'nin 1978'de Şah karşıtı gösterilere desteğini açıklaması İran kontrolündeki Tebriz merkezli Güney Azerbaycan'da bu gösterilerin yoğunlaşmasında ve Şah'ın devrilmesinde başat rol oynamıştı. Devrimin ardından Mart 1979'da Şeriatmedari'nin öncülüğünde Kum ve Tebriz merkezli olarak 'Müslüman Halkın Cumhuriyetçi Partisi' kurulmuştu. Parti o dönem 38 milyon nüfuslu olan İran genelinde ağırlıklı olarak Tahran, Kum ve Azeri çoğunluklu bölgelerden 3 milyon üye elde etmişti.

Bu sebeple Humeyni öncelikle Şeriatmedari'yi konuşarak iknaya çalıştı. İki isim de Kum'da ikamet ettiğinden Humeyni Şeriatmedari'ye ziyaretler gerçekleştirerek Velayet-i Fakih makamının yetki sınırına ve kendisinin bu makamda olmasının gerekliliğine onu iknaya çalıştı. Fakat Şeriatmedari gibi, İran ve Irak'ın pek çok Şii mercii de Humeyni'yi hakiki bir merci olarak bile görmemekteydi. Çünkü 1963'te Humeyni, Şeriatmedari öncülüğünde idam cezasından kurtarılabilmek için siyasi bir adımla merci ilan edilmişti.

Humeyni Şeriatmedari'yi bir ikna ziyaretinde (1979). Sağdan sola: Ruhullah Humeyni (1902-1989), Kazım Şeriatmedari (1906-1986), Ruhullah Humeyni'nin oğlu Ahmed Humeyni (1946-1995)

Kazım Şeriatmedari'nin İran Devrimi'ne bir destek açıklaması (Aralık 1978)

Şeriatmedari Humeyni tarafından ikna edilemedi. Fakat devrim coşkusuyla beraber halk Humeyni'nin vaadleriyle 1979 yılının ayları ilerledikçe git gide Humeyni'nin safında yer aldı. İran'ın Azeri bölgeleri dışında Şeriatmedari yanlıları Humeyni destekçilerine oranla git gide azınlığa düştüler.

Kasım 1979'da Humeyni'nin yönlendirmesiyle Tahran Üniversitesi öğrencilerinin Tahran'daki ABD elçiliğini basıp çalışanlarını rehin alması Şeriatmedari tarafından resmi beyanatla kınandı. Bunun üzerine Humeyni'nin talimatıyla Şeriatmedari ev hapsi cezasına çarptırılırken, bazı aile üyeleri ve yakınları tutuklanıp işkenceye uğratıldı. Tutuklanıp işkence edilenlerin arasında Şeriatmedari'nin gelini de vardı.

Bunun üzerine Kasım-Aralık 1979'da Tebriz'de Şeriatmedari yanlıları büyük bir isyan çıkardı. Henüz tam olarak yerleşmemiş yeni rejimin güçlerini çatışmaların ardından mağlup ettiler. Şehrin kontrolünü büyük ölçüde ele alan isyancılar, yerel televizyon ve radyo istasyonlarını da kontrollerine aldılar. Buralardan yaptıkları yayınlarla"Velayet-i Fakihlik diktatörlüğü"ne ve "Şeriatmedari'ye yapılan zulme" karşı olduklarını bildirdiler.

Aynı dönemde Kum'da da Şeriatmedari yanlıları Tebriz'deki kadar büyük olmasa da isyan ettiler.

Tebriz'de Şeriatmedari yanlısı Azeri Türklerin gösterileri (Aralık 1979)

Tebriz'de Humeyni resimlerin yırtan Şeriatmedari destekçileri (Aralık 1979)

Tebriz İsyanı'na dair ABD'nin NBC TV kanalına çıkan bir haber (4 Ocak 1980)

Aralık 1979'da Humeyni orduya tank ve uçakların da yer aldığı ağır silahlarla Tebriz'e hareket etmesi emri verdi. Fakat ordu hemen harekete geçirilmeyerek Tebriz'deki isyancıların teslim olması beklenmeye başlandı. Bunun üzerine iç savaş çıkmasını ve Tebriz'in yıkımını istemediğini belirten Şeriatmedari Kum'dan yaptığı çağrıyla Tebriz'deki destekçilerinden İran Ordusu'na direnmemelerini istedi, siyasi faaliyeti bırakacağını açıkladı.

Böylece İran Ordusu 12 Ocak 1980'de Tebriz'e hemen hemen çatışmasız girdi. Buna rağmen yeni rejim Tebriz'de yaygın tutuklama ve idamlar gerçekleştirdi. Ocak 1980'de Şeriatmedari'nin 'Müslüman Halkın Cumhuriyetçi Partisi' kapatıldı. Şeriatmedari tüm faaliyetlerine son vererek Kum'da kendi kabuğuna çekildi.

Şeriatmedari'nin 1979'un ikinci yarısında İran'a bağlı kalsa da Tebriz merkezli olarak geniş bir iç özerkliğe sahip bir Güney Azerbaycan Devleti ve bu kapsamda Tebriz'e bir Şii havzası kurup yerleşme niyetinde olduğu iddia edilmektedir.

Fakat bunun kanlı ve başarıya ulaşması meçhul bir savaşla olmasını istemediğinden geri adım attığı düşünülmektedir.

Şii havzalara ve mollalara yönelik eleştirileriyle bilinen, Humeyni-Şeriatmedari gerginliği döneminde Kum'da bulunan Iraklı Şii din adamı Abdulhalim el-Ğızzi de sürece dair tanıklıkları olan bir isim.

Ğızzi, gerginliğin zirvede olduğu bir dönemde Ahmed Humeyni'nin babası Ruhullah Humeyni'nin mesajını iletmek üzere Kazım Şeriatmedari'yi ziyaret ettiğinde Şeriatmedari'nin ona "Baban her şeyi yiyip bitirip bize bir şey bırakmamak mı istiyor?" dediğini aktardığını o dönem Kum'da duyduğunu anlatıyor:

Böylece Humeyni İran'da Velayet-i Fakih teorisine karşı çıkan en büyük odağı yenmiş oldu. Ardından yine 1980'de Humeyni "Kum'un havasının kuru, Kuzey Tahran'ın havasının daha güzel" olduğu gerekçesiyle başkent Tahran'a yerleşerek iç ve dış siyasete daha doğrudan müdahil olmaya başladı.

Nisan 1982'de devrimde önemli rol oynayan 1979-1980 dönemi dışişleri bakanı Sadık Kutbizade, Şeriatmedari'nin damadı ve bazı yakınları aniden tutuklandılar. İşkenceli geçtiği belirtilen sorguların ardından bu isimlerin Kazım Şeriatmedari'nin de dahil olduğu bir organizasyonla Humeyni'yi öldürmek ve rejimi devirmek için çalıştıklarını itiraf ettikleri açıklandı.

Bu açıklama üzerine Şeriatmedari de tutuklandı ve dönemin İran İstihbaratı'nın önemli isimlerinden Muhammed Reyşehri'nin de daha sonra bizzat kabul ettiği şekilde, Reyşehri tarafından suçlamaları kabul etmesi için dövüldü. Bu esnada 76 yaşındaydı.

Kutbizade ve Şeriatmedari'nin damadı idam edilirken Şeriatmedari'nin TV'de suçunu itiraf, Allah'tan ve Humeyni'den af dileme ve bir daha böyle girişimlerde bulunmamaya söz verme karşılığında idamdan muaf tutulacağı açıklandı.

Denilenleri yapan Şeriatmedari'nin Şia tarihinde daha önce örneği görülmemiş biçimde taklid merciliğinden düşürüldüğü ilan edildi. Kum'da daha sıkı bir ev hapsine alınan Şeriatmedari prostat kanseri oldu ama tedavisine izin verilmedi. Hastalığı sebebiyle tedavi görmediğinden Nisan 1986'da öldü.

Cenaze namazına halkın ve mollaların katılımı, İran genelinde Şeriatmedari için taziye programı düzenlenmesi yasaklandı.

Kazım Şeriatmedari gördüğü baskılar üzerine İran devlet televizyonunda 1963'te idamdan kurtardığı Humeyni'ye övgülerde bulunup ondan af diliyor (1982)

Kum Havzası'nın lideri olarak görülen Şeriatmedari'nin başına gelenler İran'daki Velayet-i Fakih teorisi karşıtı diğer mercileri korkutarak susturdu.

Humeyni Velayet-i Fakih teorisinin tatbikini genişletiyor

1980'den itibaren Humeyni hem kendisinin hem de taraftarı olan Şii mollaların siyasete doğrudan müdahelesini artırdı ve bunu Velayet-i Fakih teorisine getirdiği açıklamalarla meşrulaştırdı.

Eylül 1980'de İran-Irak Savaşı'nın başlaması Humeyni ve destekçilerine iç muhalefeti bastırma, dikkatleri savaşa çekip iç politikadan kaçırma konusunda büyük bir imkan sağladı. 1981'de Humeyni 2 sene önce verdiği söze rağmen mollaların cumhurbaşkanlığı, başbakanlığı da dahil her alanda politika yapabilmesinin önünü açtı. 1981'de yapılan seçimlerle Humeyni'nin talebelerinden molla sınıfından Ali Hamaney (1939-) cumhurbaşkanı oldu.

Yine Humeyni'nin talebelerinden Haşimi Rafsancani (1934-2017) meclis başkanı olarak görevinin de ötesinde yönetimde kritik bir pozisyon üstlendi. Bu seçimle beraber Humeyni doğrudan devleti, iç ve dış siyaseti yönetmeye başladı. Fiilen dini liderlik makamını, "kanun ve uygulamaların şer'iliğini denetim" makamından "doğrudan yönetim" makamına dönüştürdü.

İran Sünnileri ve Velayet-i Fakih

İran nüfusunun yaklaşık %15-20'sini oluşturan Sünniler ağırlıklı olarak İran'ın Batı, Güneydoğu, Kuzeydoğu sınır bölgelerinde ve Güney sahillerinde yaşamaktadır.

Batı İran'daki Kürtlerin ve Güneydoğu İran'daki Belucilerin çoğu, Türkmenistan sınırındaki Türkmenler, Güney İran'daki bazı Arap ve Fars topluluklar Sünnidir. İran Devrimi'ne bazı Sünni kanaat önderleri de destek vermiştir. Bunların en tanınanlarından biri Ahmed Müftizade'dir (1933-1993). Tanınmış bir Sünni Kürt molla ailesinden gelen Müftizade, Şah rejimi muhalifi olarak hapis yatıp işkence görmüş bir isimdi.

Humeyni'nin adil bir İslam Devleti vaadi sebebiyle devrimi destekleyen Müftizade de diğer devrimi destekleyen Sünniler gibi ilk hayal kırıklığını Nisan 1979'da kabul edilen yeni İran Anayasası'nda devletin resmi dininin İslam olarak değil Şiiliğin Caferi Mezhebi olarak belirlenmesiyle yaşamıştı. Böylece çıkarılacak kanunlarda sadece Caferi Mezhebi'nin dikkate alınacağı tescillenmiş oluyordu.

Buna rağmen Müftizade ve bazı Sünni kanaat önderleri devrime destek vermeye devam ettiler. Fakat 1979 yazında İran'ın Kürt bölgelerindeki huzursuzluklar karşısında Humeyni'nin cihad ilan edip gönderdiği birliklerle binlerce kişiyi katlettirmesi, ilerleyen dönemde dini liderlik makamının yetkilerinin alabildiğine genişletilmesi bu isimlerin de devrim destekçisinden yeni rejim karşıtına dönüşmesine yol açtı.

Humeyni ve yeni dönem için "Bize adalet ve İslam Devleti vadedip Şah Rıza Pehlevi'den daha zalim bir yönetim kurup İran'ı Safeviler devrine döndürdü" ifadelerini kullanan Müftizade 1981'de hapsedildi ve işkence gördü.

1992 sonunda bozulan sağlık durumu sebebiyle serbest bırakılan Müftizade kötü şartlarda uzun süren hapis süreci ve gördüğü işkenceler nedeniyle 1993 başında hayatını kaybetti.

Ahmed Mütfizade tutuklanmadan önce (solda, 1980) hapisten çıkmasının ardından (sağda, 1992)

Velayet-i Fakih teorisi, Şii olmadıkları ve "Kayıp İmam"a inanmadıkları için İranlı Sünniler için dini bir anlam ifade etmiyordu. Yeni sistemin sadece Şii-Caferi değil, Humeyni'nin anlayışı doğrultusunda Şii-Caferi bir uygulamayı esas aldığını gören İran Sünnileri, kendilerini yeni rejimde Şahlık döneminden daha dışlanmış ve baskı altında hissederek yaşamaya devam ettiler.

1979'dan bugüne Kürtler ve Beluciler başta olmak üzere İran Sünnileri zaman zaman çatışma hatta savaşa varacak şekilde rejimle gerginlik yaşamaya devam etmektedirler. Özellikle Şiilikten Sünniliğe geçen İranlıların Velayeti Fakih rejiminden öldürme de dahil büyük baskı görmekte olduğu belirtilmektedir.

Devrime destek veren sol gruplar ve Velayet-i Fakih

Sol hareketlerin Şahlık döneminde organize muhalefetin büyük kısmını kapladığı İran'da, 1979 Devrimi'nde de sol gruplar büyük yer tutmuştu. Oldukça dağınık ve fraksiyonlara bölünmüş olan İran solcularının dine bakışı farklılıklar içeriyordu.

Örneğin İran'da daha köklü bir tarihe sahip solcu Tudeh Partisi tam anlamıyla seküler iken 'Halkın Mücahitleri' örgütlenmesinin ideolojisi "İslami Sosyalizm"di. Bununla birlikte Şia'daki mercileri taklid müessesine bile karşı olan Halkın Mücahitleri'nin de Humeyni'nin Velayet-i Fakih teorisine sıcak bakması beklenemezdi.

İranlı solcular Humeyni'nin Irak'tayken işlediği Velayet-i Fakih teorisinden habersiz durumdaydı ve İran Devrimi esnasında Şah düşmanlığı ortak paydasında hareket etmişlerdi. Humeyni'yi halkı dini motivasyonla birleştiren bir figür olarak görüp varlığından memnuniyet duymuşlardı. Devrim sonrasında, Humeyni'nin 77 yaşında olmasından hareketle kolaylıkla köşesine çekilmesi sağlanıp sembolik bir figür olarak kalabileceğini düşünmüşlerdi. 

Devrime giden süreçte ve devrim esnasında öne çıkan bir molla olan Mahmud Talegani (1911-1979) İranlı solcularla iyi ilişkiler kurmuş, kitaplarında sola meyleden bir dil kullanarak emek-sermaye ilişkilerine değinmişti. Bazı kitapları Türkçeye de çevrilen Talegani'nin devrimde varlığı da solcuları Şii molla sınıfına yaklaştırmıştı.

Devrimin ardından Nisan 1979'da Talegani ile yeni rejim arasında ilk anlaşmazlıklar ortaya çıkmış, Talegani'nin iki oğlu hapsedilmişti. Bunun üzerine aralarında solcuların da yer aldığı kalabalıklar büyük protesto gösterileri yaparak Talegani'nin oğullarının serbest bırakılmasını sağlamıştı. Ortaya attığı yönetim fikirleri Velayet-i Fakih teorisiyle uyuşmayan, solcular ve mollalar arasında köprü olarak görülen popüler vaiz Talegani'nin 9 Eylül 1979'da aniden öldüğü ilan edildi. Solcu gruplar ve bazı Şii mollalar da o günden bugüne Talegani'nin Humeyni tarafından öldürtüldüğünü iddia etmektedir. Talegani'nin ölümü solcular ile mollalar arasındaki bağın iyice kopmasıyla sonuçlanmıştır.

Velayet-i Fakih teorisi başta olmak üzere Humeyni'nin yeni yönetim tarzı etrafında çıkan anlaşmazlıklar 1980'de solcularla yeni rejimin açıktan sürtüşmesiyle sonuçlandı. 1981'de molla sınıfından olmayan cumhurbaşkanı Benisadr'ın azledilme ve yargılanma korkusuyla İran'dan kaçıp Hamaney'in cumhurbaşkanı seçilmesiyle sonuçlanan gergin süreç esnasında rejim ve solcular açıktan çatışmaya girdiler. Yenilen solcu grup mensupları büyük ölçüde tutuklandı, yer altına çekildi veya yurt dışına kaçtı.

1981 yazı itibariyle Humeyni, İran-Irak Savaşı'nın İran'ın içine milliyetçilik ve rejime kenetlenme olarak yansımasının da yardımıyla, farklı fikirdeki tüm devrim ortaklarını ve iç muhalefeti bastırmıştı. Böylece yeni rejime hakim olmuş ve talebelerini cumhurbaşkanlığı gibi kritik makamlara getirmesinin de etkisiyle Velayet-i Fakih teorisini dilediğince uygulama imkanına sahip olmuştu.

Şii mollaların Humeyni'nin anlayışına bazı eleştirileri

Humeyni'nin Velayet-i Fakih teorisi yalnızca Sünniler, solcular ve bu teorinin yönetime ve siyasete yansıtılmasına kökten karşı Şii mollalar tarafından eleştirilmiyordu. Bu teoriye prensipte olumlu bakıp Humeyni'nin anlayış ve uygulamasına karşı çıkan bazı Şii mollalar tarafından da teoriyi eleştiriyordu.

Humeyni'nin Şia'da daha önceleri sadece masum olduğuna inanılan 12 İmam hakkında kullanılan "İmam" tabirini kullanması da Humeyni'ye bazı Şii mollalarca yöneltilen bir başka eleştirinin sebebiydi. Bu tabirle Humeyni'nin masum olduğu imasında bulunduğu iddia ediliyordu.

Muhammed Bakır es-Sadr ve Humeyni ihtilafı: Kayıp İmam'a naiplik mi Şura mı?

Necef'te genç yaşında merci olan, ünlü Sadr Ailesi'nden olan Muhammed Bakır es-Sadr (1935-1980) Humeyni henüz Necef'e gelmeden okuduğu İhvan-ı Muslimin, Seyyid Kutup ve diğer Sünni yazarların kitaplarıyla İslam'da yönetim şeklinin nasıl olması gerektiğine dair fikirlerini paylaşan bir isim olarak biliniyordu.

Sadr'ın ortaya attığı teoriler Sünnilerde olduğu gibi şura'ya dayanan bir yönetim şeklindeydi. Sadr bu teorilerinde Şii kaynaklarındaki devleti sadece "Masum İmam"ın yönetebileceği, onun zuhurundan önce kaldırılan tüm bayrakların batıl olduğu gibi rivayetlere sessiz kalmayı tercih ediyordu.

Humeyni henüz Necef'e gelmeden Necef'te süren bu tartışmalar nedeniyle Sadr, Sünnilerden etkilenmekle suçlanıyordu.

Muhammed Bakır es-Sadr

Necef'e yerleşmesinin ardından Humeyni ile iletişimde bulunan Sadr, onun Velayet-i Fakih teorisini de incelemişti. İslami bir devlet kurulması için Mehdi'nin beklenmesine gerek olmadığında ve Şii mollaların bu devletin idaresinde olmasında Humeyni gibi sakınca görmeyen Sadr bazı önemli noktalarda Humeyni'den farklı düşünüyordu.

Sadr'a göre fakihin velayeti "Kayıp İmam"a naipliği sebebiyle değildi. Bilakis dini hükümleri bilmesinden dolayı devletin işleyişinin şer'iliğini kontrol gerekliliğinden kaynaklanıyordu. Devlet bir mercinin kararlarına göre değil, şura ile yönetilmeli, molla sınıfından olmayanlar da yönetici olabilmeliydi. 

Humeyni ve Sadr bu sebeple fakihin velayetinde prensipte anlaşmakla beraber, yöneticinin meşruiyet kaynağının "Kayıp İmam"a niyabet mi şura mı olduğu gibi temel ve sonuçları itibariyle büyük ayrılıklar getiren bir meselede anlaşamamışlardır.

Buna rağmen Muhammed Bakır es-Sadr 1979'da İran Devrimi'nin başarıya ulaşmasından büyük memnuniyet duymuş ve resmi olarak Humeyni'yi tebrik etmişti. Humeyni'ye gizlice ulaştırdığı İran'a yerleşme isteği ise Humeyni tarafından reddedilmişti. İlerleyen dönemde Humeyni ve Sadr'ın gizli haberleşmelerinin Tahran Radyosu'nca aleni olarak açıklanması Saddam rejiminin Nisan 1980'de Sadr'ı tutuklayıp idam etmesiyle sonuçlandı.

Humeyni karşıtı Şii çevrelerde ve Sadr Hareketi'nde Humeyni'nin Bakır es-Sadr'ı kendisine rakip olarak görüp ondan kurtulmak istediği, İran'a yerleşme isteğinin bu sebeple reddedildiği öne sürülmektedir. Gizli haberleşmelerinin ve Saddam rejimi aleyhine konuşmalarının ifşasıyla Sadr'ın Saddam rejimine yem edildiği iddia edilmektedir.

1990'lı yıllarda Necef Havzası'nın başına geçecek olan Muhammed Bakır es-Sadr'ın talebesi, akrabası ve dünürü Muhammed Sadık es-Sadr, İran rejimiyle sorunlu ve İran rejimince "Saddam'ın ajanı" olarak vasıflandırılan biri olarak dikkat çekecekti.

Muhammed Şirazi ve Humeyni ihtilafı: Velayet-i Fakih mi, Velayet-i Fukaha mı?

Muhammed Şirazi (1928-2001), 1961'de Şii mercii olan babası Mirza Mehdi Şirazi'nin (1887-1961) ölümüyle Necef Havzası'na rakip daha küçük çaptaki Kerbela Havzası'nın liderliğini ve merciliği devralmıştı.

19. yüzyılda İran'dan Irak'a göç eden bir molla ailesinden gelen Ebulkasım el-Hoyi ve Muhsin el-Hakim ile düşmanca ilişkilere sahip olduğu için, 1965'te Humeyni'nin Irak'a gelmesinden memnun olan Şii mollaların en başında yer alıyordu.

Irak'ta olduğu dönemde Humeyni ile iyi ilişkiler içinde bulundu. 1971'de Irak rejimi ve Necef mollalarının baskıları nedeniyle Irak'tan ayrılıp önce Lübnan sonra Kuveyt'e yerleşen Şirazi İran Devrimi olur olmaz İran'a yerleşmişti.

Mercilik müessesine büyük önem veren ve toplumun merciler tarafından yönetilmesi gerektiğini düşünen Şirazi, Humeyni'nin Velayet-i Fakih teorisine genel anlamda olumlu bakan biriydi. 

Muhammed Şirazi

Fakat rejimde ikinci adamlığı ve Humeyni'nin varisi olarak açıklanmayı beklerken kendisine sadece Ahvaz şehrinin cuma imamlığının teklif edilmesiyle Muhammed Şirazi hayal kırıklığına uğradı ve Kum'a çekildi.

Üstelik 1979'da yeni rejim, Irak'ta Saddam rejimini devirme işini Şirazi'nin adamlarına vermişken yaşanılan anlaşmazlıklar ve başarısızlıklar nedeniyle bu görev onlardan alınıp Muhsin el-Hakim'in oğlu Muhammed Bakır el-Hakim'e (1939-2003) verilmişti. 

Humeyni'nin Velayet-i Fakih teorisini en açık şekilde uygulamaya başladığı 1981 yılında Muhammed Şirazi tek bir mercinin bu makamda bulunmasının diktatörlüğe yol açtığını ve Şia'daki çoklu mercilik sistemine aykırı olduğunu savunarak Velayet-i Fukaha (Fakihlerin Velayeti) teorisini ortaya attı.

Buna göre şahsi hükümler konusunda her Şii taklid ettiği merciye yönelecek ama ülkeyi ilgilendiren meselelerde tüm merciler birleşip ortak karar alacaktı. Bu teorinin yönetimini tehdit ettiğini düşünen Humeyni, Muhammed Şirazi'ye tüm desteğini kestiği gibi üzerine de İran'da örgütlenmesini önleyici baskılar koydu.

Bunun üzerine İran'dan ümidini kesen Şirazi, zengin Körfez ülkelerindeki Şiiler arasındaki çok sayıda takipçisinden gelen büyük humus gelirlerine dayanarak, Batı ve Arap ülkelerindeki Şiiler arasında örgütlenmeye önem verdi.

İran-Irak Savaşı (1980-1988) esnasında 1982'de Irak'ın ateşkes istemesi üzerine Humeyni'nin bu teklifi geri çevirmesini eleştiren Şirazi ateşkesin kabul edilmesi gerektiğini savundu. Bu savaşın anlamsız olduğunu ve sonuçsuz kalacağını, iki taraf için de büyük kayıplara neden olduğunu belirten Şirazi Irak tarafında ölen askerlerin de çoğunun Şii olduğunu iddia etti.

Şirazi'nin Humeyni'nin savaşı sürdürme kararına karşı çıkıp aleni eleştirilerde bulunması da yeni rejimin tepkisini iyice Şirazi'nin üstüne çekti. Şirazi ilerleyen yıllarda Humeyni'nin git gide artırılan dini liderlik yetkilerini de eleştirerek bunların Humeyni'nin Necef'te işlediği Velayet-i Fakih teorisinin çok ilerisinde olduğunu "İmam Mehdi"nin makamını gasp eder şekilde olduğunu belirtmeye başladı.

Bu siyasi ihtilaflar üzerine bazı inanç meselelerini de ekleyen Şirazi ekolü 1980'li yıllardan günümüze Humeyni'yi kafir olarak görmekte ve isimlendirmektedir.

İran'da Humeyni'nin Velayet-i Fakih teorisiyle ilgili bir önemli tartışma da Humeyni'nin son günlerinde ortaya çıktı.

Humeyni: Velayeti Fakih makamı dinde hüküm koyucudur

1988'de Irak ile savaşının bitmesinin ardından iç ekonomik ve sosyal sorunlarına yönelen İran'da cumhurbaşkanı Ali Hamaney ve başbakan Mir Hüseyin Musavi önderliğindeki hükümet işçi kanununda reforma girişmişti. Kanuni değişikliklere müdahil olan Humeyni'nin bazı teklifleri, bazı hükümet üyeleri ve havzadaki mollalarca İslam'ın hükümleri ile çelişir bulunmuştu. Bunun üzerine Humeyni, Velayet-i Fakih makamının Şiilerin beklenen Mehdi'si Kayıp İmam'a naip olarak, İslam'da yeni hükümler de belirleme hakkı olduğunu iddia edip kanunların istediği yönde değişmesini sağladı.

Şia'da masum olduklarına, Allah'tan vahiy aldıklarına, her şeyi bildiklerine ve kainatı diledikleri gibi yönettiklerine inanılan imamların sonuncusu 12. İmam/Mehdi'dir. Halen yeryüzünde olduğuna ve bir gün ortaya çıkacağına inanılan Mehdi'nin de diğer masum imamlar gibi dinde teşri (yasama) yapma yani İslam'ın hükümlerini değiştirebilme hakkına sahip olduğuna inanılmaktadır.

Şia'daki Mehdi inancını işleyen Şii din bilginleri Mehdi'nin ortaya çıktığında mevcut İslam hükümlerini dilediği gibi değiştirebileceğini belirtmektedirler. Böylece Humeyni Velayet-i Fakih teorisini 12. İmam/Mehdi'ye naiplik yetkisi üzerine inşa ettiğinden, idaresinin ve hayatının son döneminde imamın naibi olarak dinde ahkamı değiştirebileceğini de iddia etmiştir.

İranlı idareciler Humeyni'nin bu çıkışını da kabullenmişlerdir. Fakat bu çıkış o döneme dek Humeyni'nin Velayet-i Fakih teorisini kabullenen bazı Şii mercilerinin bile tepkisini çekmiş, bunu naiplikten öte kendini imamın makamında görme olarak vasıflandırmışlardır.

Fakat bu dönemde Necef'in etkisinin Irak'taki gelişmelere paralel olarak kısıtlanması ve Kum'un tamamen İran'ın yeni rejiminin kontrolünde olması nedeniyle bu tartışmalar İran rejimini tehdit eder seviyeye ulaşmamıştır.

Velayeti Fakih varisi olarak Hüseyin Muntazeri

Eylül 1902 doğumlu olan Humeyni İran Devrimi'nin başarıya ulaştığı Şubat 1979 itibariyle 76 yaşını doldurmuş bulunmaktaydı. Devrimin başlangıcından, özellikle de yeni sistemin 1981'de oturmasının ardından Humeyni'nin ölümünden sonra yerini kimin alacağı üzerinde durulan bir konuydu.

Hüseyin Muntazeri (1922-2009) 1964'te Humeyni'nin İran'dan ayrılmasından önce Humeyni'ye yakın bir isimdi. Humeyni'nin yokluğunda İran'da onun adına faaliyet göstermişti. Humeyni'nin İran'a dönüşü ve devrimin gerçekleşmesiyle Hüseyin Muntazeri devrimin önde gelen isimlerinden biri olmuştu. 1983'te resmi tüm kuruluşlarda Humeyni'nin resminin yanına Muntazeri'nin de resimleri asıldı, böylece Humeyni'nin varisinin Muntazeri olduğu mesajı verildi.

İran'ın mevcut lideri Hamaney ve Muntazeri

Velayet-i Fakih teorisine göre bu makama gelecek birinin taklid mercii/Ayetullah el-Uzma olması şarttı. 1980'li yılların başında İran'da peş peşe ölen Şii taklid mercilerinin yerine 1984'te Muntazeri taklid mercii ilan edildi. 1985'te Muntazeri resmen İran'ın dini liderliğinde Humeyni'nin varisi oldu. 

Humeyni-Muntazeri çatışması ve Muntazeri'nin azli

Muntazeri resmen Humeyni'nin varisi olmasının ardından onunla bazı ihtilaflar yaşadı. Humeyni'nin Şeriatmedari'nin tedavi olmasına izin vermemesine ve Nisan 1986'da Şeriatmedari'nin ölümünün ardından cenaze namazı ve taziyesine getirilen engellere karşı çıkarak Humeyni ile karşı karşıya geldi.

Muntazeri, Şeriatmedari konusunda Humeyni ile ihtilafını anlatıyor

1986'nın sonundan itibaren Muntazeri Humeyni'ye ulaştırdığı mesajlarda dini liderliğin sınırlarından muhalefete izin verilmemesine, devrim ihracı çabalarından tutuklamalara pek çok konuda eleştirilerde bulundu. 1987 ve 1988 yılları boyunca süren bu eleştiriler Humeyni ve Muntazeri'nin arasını git gide açtı. 

Temmuz 1988'den itibaren İran hapishanelerinde Humeyni'nin emriyle siyasi tutukluların toplu idamları başladı. Binlerce kişinin idam edildiği bu dönemde idam edilenlerin sayısına ilişkin tahminler 30 bine kadar ulaşmaktadır. İdam edilenler arasında kadın ve çocuklar da yer almıştı. Bu dönemde, bakire olan kızların idamına karşı düzenlemeleri aşmak için, Devrim Muhafızları güçlerinin tutuklu bekar kadınlarla zorla muta nikahı kıyıp idamlarından önce tecavüz ettiği belirtilmektedir.

Bu idam furyası Muntazeri'nin Humeyni'ye çok sert özel mesajlar göndermesine neden oldu. Humeyni'nin de aynı sertlikle cevaplar vermesi üzerine süren gerginlik Mart 1989'da Humeyni'nin Muntazeri'yi varisliğinden azli ve kamuoyu önünde suçlamasıyla sonuçlandı.

Humeyni'nin varisi Hamaney

Muntazeri'nin azledilmiş olması Humeyni'yi yeni bir varis atamaya zorluyordu. Çünkü 87 yaşına gelmiş ve hasta bir halde bulunuyordu. Varis atamaksızın ölümünün Humeyni'nin dini liderlik makamının yetkilerini son derece genişletmiş olmasından dolayı bir kargaşaya yol açması bekleniyordu.

Mevcut mercilerin hiçbirini tam olarak kendi çizgisinde bulmayan Humeyni varis belirleme sıkıntısı çekiyordu. Bu dönemde talebesi ve meclis başkanı Haşimi Rafsancani'nin (1934-2017) aktardığına göre, Rafsancani Humeyni'ye varisi olarak 1981'den beri İran'ın cumhurbaşkanı ve Humeyni'nin bir talebesi olan Ali Hamaney'i (1939-) varis olarak atamasını tavsiye etti. Humeyni Rafsancani'ye Hamaney'in merci olmadığını hatırlattı. Rafsancani Humeyni'nin çizgisine sadakat ve Humeyni'nin talebesi olmanın merci olmaktan önemli olduğunu söyleyerek merci olma şartının değiştirilebileceğini söyledi, Humeyni'yi ikna etti. 

29 Nisan 1989'da Humeyni, Uzmanlar Meclisi'nin başındaki Şii taklid mercii Azeri Türkü Ali Meşkini'den (1921-2007) Velayet-i Fakih makamına gelebilmek için merci olma şartının kaldırılmasını istedi. Meşkini liderliğinde meclis bu talimatla şartı kaldırdı.

Humeyni muhalifi Şii mollalar Humeyni'yi bu kararıyla kendi kendisiyle çelişmekle suçladılar. Onlara göre Humeyni başta bu konuyu işlerken Velayet-i Fakih'in en bilgili merci olmasını şart koşmuş, devrimin ardından iktidarında bu makamın yetkilerini olabildiğince genişletmiş, dinin hükümlerini değiştirebilmeyi bile bu makamın hakkı kılmış, sonra da bu makam için merci olma şartını dahi kaldırmıştı.

4 Haziran 1989'da Ruhullah Humeyni öldü.

Temmuz ayında mollalardan oluşan Uzmanlar Meclisi, Rafsancani'nin Humeyni'nin yerine Hamaney'i bıraktığı beyanıyla oy çokluğuyla Hamaney'i yeni dini lider olarak seçti. Yine Temmuz 1989'da yapılan anayasa değişikliği referandumuyla İran'da başbakanlık müessesesi kaldırıldığı gibi dini lider olmada taklid mercii olma şartının kaldırılması onaylanmış oldu.

Hamaney'in taklid mercii olmama sorunu

Hamaney taklid merciliğinden oldukça uzak bir durumdaydı ve henüz Ayetullahlık makamında bile değildi. Anayasa değişikliğine rağmen bu durum İran'da ve İran dışında Şii ilmi çevrelerde eleştiriye neden olmaktaydı. İran'ın ünlü mercilerinden Muhsin Ali Araki'nin (1894-1994) 24 Kasım 1994'te 100 yaşında ölmesinin ardından yerini Hamaney'e bıraktığı açıklandı ve Hamaney merci ilan edildi. Bu açıklama Şii çevrelerinde inandırıcı bulunmadığı gibi henüz Ayetullah olmayan Hamaney'in Ayetullah el-Uzma olamayacağı da vurgulandı.

Aralık 1989'da Hüseyin Muntazeri Hamaney'i eleştirdiği gerekçesiyle gözaltına alınıp serbest bırakıldı ve üzerindeki baskı artırıldı. Ekim 1997'de Muntazeri'nin yaşadığı Kum şehrinde verdiği bir ders esnasında açıkça Hamaney'i eleştirmesi, merciliğinin sahte olduğunu ve İran'ı yönetme yeterliliği olmadığını belirtmesi Muntazeri'nin 2003 yılına değin ev hapsine mahkum edilmesine yol açtı.

Aynı dönemde İran'da dini liderlik makamının çok geniş yetkilerini eleştiren ve Hamaney'i yetersizlikle suçlayan Vahid Horasani, Sadık Ruhani, Muhammed Şirazi gibi Şii merciler de eleştirilerinin sertlik derecesine paralel olarak baskı gördüler.

Hamaney İran devriminin 10'uncu yılı kutlamalarında konuşuyor. 11 Şubat 1989

Hamaney'in dini liderlik yetkilerine itirazlar

Humeyni'nin son derece genişlettiği liderlik yetkilerine 1989'da sahip olan Hamaney 1989-1997 döneminde cumhurbaşkanı olan Rafsancani'yle uyumlu bir dönem geçirdi.

Fakat İran'da yükselen reform talepleriyle 1997 cumhurbaşkanlığı seçimini Hamaney'in aleni olarak desteklediği muhafazakar molla Natık Nuri değil reformist molla Muhammed Hatemi açık bir farkla kazandı. 1998-1999 dönemi Hamaney ile Hatemi'nin ve altlarındaki kurumların güç mücadeleleriyle geçti. İlerleyen yıllarda gerginlik düşse de 2003'te Hatemi'nin pes etmesine değin ikilinin rekabeti sürdü.

İran'da o dönem yetkisi çok geniş tutulmuş, seçimle gelmeyen ve hayat boyu yönetme hakkına sahip dini liderlik makamının seçimle gelen cumhurbaşkanlığı makamından üstün olması, yetkisi son derece geniş ama sorumluluğu olmayan bir makam olması tartışma konusu oldu. Hatemi Hamaney ile mücadelesinde pes ettikten sonra yaptığı bir açıklamada "İran'da cumhurbaşkanlığı makamı devletin sözcüsü olmaktan ibarettir" diyecekti.

Muhammed Sadık es-Sadr'ın Velayet-i Fakihe alternatifi: "Veliyu-l Emri-l Muslimin"

Irak'taki Necef Havzası Saddam rejiminin değişen politikasıyla 1990'lı yıllarda yeniden nisbi bir canlanmaya girmişti.

Saddam rejimi İranlı mollalara alternatif olarak Iraklı Şii Arap bir merci ve Mukteda Sadr'ın babası olan Muhammed Sadık es-Sadr'ı (1943-1999) Ocak 1993'te Necef Havzası'nın başına atayarak ona maddi ve manevi destek vermişti.

Necef Havzası'nın dışına açılan Sadr, yardım faaliyeti gibi organizasyonlarla fakir Şii topluluklarda büyük bir destekçi kitlesi elde etmişti. 1997'den itibaren Muhammed Sadık es-Sadr, mahiyetine dair tafsilli bir açıklamada bulunmadan "Veliyu-l Emr-il Muslimin" (Müslümanların işlerinde velisi) gibi Velayet-i Fakihlik makamını çağrıştıran bir ünvan kullanmaya başlamıştı.

Necef Havzası'nın idari işlerinde Saddam rejimince tam yetkili resmi merci kabul edilen Sadr, bu ünvanına dayanarak Necef Havzası'nda diğer mercilere ait olan kurumlara el koyma yetkisini kendisinde görüyor, Irak Şiileri üzerinde kendisini hakim addediyordu. 

İran'daki dini liderlik makamı da İran'ın ötesinde tüm Şiilerin liderliğini öngördüğünden Sadr'ın makam iddiasıyla Irak Şiileri üzerinde doğal bir rekabete giriyordu. Sadr da Hamaney'in alim olmadığını belirterek İran'ı bile yönetme hakkının olmadığını, zaten İran dışında bir yeri yönetme hakkına ise hiç sahip olmadığını iddia ediyordu.

2019'da Sadr Hareketi'nden ayrılan, Muhammed Sadık es-Sadr'ın sekreteri ve en yakın adamlarından biri olan Esad en-Nasıri, Muhammed Sadık es-Sadr'ın İran'a ve İran'daki Velayet-i Fakihlik anlayışına karşı olduğunu, Hamaney'i dini liderlik için ilmen yetersiz gördüğünü belirtiyor

1997-1999 döneminde İran gazeteleri ve İran'da bulunan İran destekli Iraklı Şii gruplar Sadr aleyhine yayın yaparak onun Saddam Hüseyin'in Şiileri bölmeye çalışan ajanı olduğunu işlemişlerdi. Bunun delillerden biri olarak da Saddam rejimi gibi otoriter bir rejimin Sadr'ın "Veliyu-l Emri-l Muslimin" gibi bir ünvanı kullanmasına izin vermesini gerekçe göstermişlerdi.

Bu tartışmaların ortasında 19 Şubat 1999'da Muhammed Sadık es-Sadr, İran ve Sistani gibi çevrelerin suçlandığı bir suikast sonucunda Necef'te öldürüldü.

Sistani ve Velayet-i Fakih

ABD 2003'te Irak'ı işgal ettiğinde 1992-1999 döneminde Muhammed Sadık es-Sadr başta olmak üzere çeşitli Şii mercilerle girdiği rekabetin ardından Ali Sistani (1930-) tartışılmaz şekilde Necef Havzası'nın liderliğini elinde bulunduruyordu.

Humeyni'nin Velayet-i Fakih teorisine karşıtlığıyla meşhur Ebulkasım el-Hoyi'nin talebesi olan Sistani hocasından bu teoriye karşıtlığı devralmıştı ama karşıtlığını daha yumuşak şekilde ifade etmekteydi. Sistani adına yapılan açıklamalarda Sistani'nin Irak'ın dini liderliği peşinde olmadığı, mercilerin ülkeleri yönetme hakkına sahip olmadığı ifade edilmekte, açıkça değinilmese de Hamaney'in tüm Şiiler üzerindeki liderlik iddiası reddedilmekteydi.

Ali Sistani'nin 2003'ten beri Irak'taki her seçime ve başbakan belirlenmesine müdahil olduğu biliniyor. Sistani'nin çalışmalarını ise, merciliğin yanı sıra Necef Havzası'nın liderliğine de hazırlandığı iddia edilen oğlu Muhammed Rıza Sistani (1962-) yürütüyor. Baba ve oğul Sistani'nin, mercilerin siyasi yönetim hakkına sahip olmadığı iddiasıyla yaptıklarının çeliştiği Şii çevrelerde dillendirilmektedir. 

İran'ın gelecekteki dini lideri kim olacak?

2021 itibariyle 82 yaşını dolduracak olan Ali Hamaney, Humeyni'nin öldüğü 1989'dan beri 32 yıldır İran'ı Humeyni'nin Velayet-i Fakih teorisine dayanarak son derece geniş yetkilerle yönetmektedir.

1998'den beri hasta olduğu iddialarla dönem dönem ortaya atılan Hamaney'in sağlık durumu muamma olmakla beraber ilerleyen yaşı nedeniyle önümüzdeki yıllarda muhtemel ölümüyle İran'da yeni bir dini liderin seçilmesi sürecine girileceği açıktır.

Bu son derece geniş yetkili makama kimin getirilebileceğine dair henüz resmi bir açıklama yapılmadığı gibi, ortada kuvvetli adaylar da görülmemektedir. Makamın yetki genişliğinden kaynaklanan öneminden ötürü İran rejimi yeni liderin seçiminde bir kargaşa doğmasından endişe etmektedir.

İran'ın mevcut ünlü mercilerinden pek çoğunun derece farkıyla Hamaney ile ihtilaf içinde olması ve ilerlemiş yaşları yeni dini liderin mercilerden birisi arasından çıkma ihtimalini düşürmektedir. 1989'da yapılan değişiklikle dini liderde mercilik özelliği aranmaması, herhangi bir seviyede molla olmasının yeterli görülmesi muhtemel adayları artırmaktadır.

Dini liderlik yarışına adaylığını koyması beklenen pek çok isim Hamaney'den önce öldüğü için bu yarışa girememiştir. Mevcut cumhurbaşkanı Hasan Ruhani (1948-), Ruhullah Humeyni'nin torunu Hasan Humeyni (1972-), Muhsin Araki (1956-), mevcut başyargıç ve 2017 cumhurbaşkanı seçimim kaybedeni İbrahim Reisi (1960-) ve Sadık Laricani (1961-) Hamaney'in ölümü durumunda muhtemel dini liderlik adayları olarak görülmektedir. Fakat bu isimlerden henüz böyle bir makam yarışına aday olacaklarına dair herhangi bir beyanat yoktur.

Ali Hamaney'in oğlu Mücteba Hamaney'i (1969-) yerine merci ve dini lider olarak vasiyet etme niyetinde olduğu da iddia edilmektedir.

İran Haberleri

İran'da aktivist Sanjari rejimi protesto için intihar etti
İşgal rejimi, İran'daki askeri hedefleri vurduğunu duyurdu
İşgalci İsrail'in saldırılarında 2 İran askeri öldü
İşgalci İsrail İran'da askeri hedeflere saldırdı
"İsrail İran'ın nükleer tesislerine saldırmayacak"