Doğu despotizmini ve en azından Türkiye’de onu temsil ettiği düşünülen İslam’a ait temel değerleri siyasal ve toplumsal alandan silip atmak seküler-Batıcı kadroların biricik önceliğidir. Batıcı kadroların bilimsel, hümanist, demokratik bir toplum inşası için aydınlanma ve ilerleme ilkelerini elbette ki zor kullanmayı da unutmadan devlet imkânlarıyla hayata geçirmekten başka seçenekleri yoktu. Onlar Batı adına Batıdışı toplumları demokrat ve hümanist, ilerici ve seküler yapmak üzere görevlendirilmiş pozitivizmin misyonerleriydiler çünkü.
Modern ulus devletin bekası, modern ulus toplumun gelişimi için hukuka ve ahlaka aykırı ne çok iş görüldü Kemalist Cumhuriyet döneminde. Bürokratik oligarşiyi geriletmek, ordunun darbe yapabilme kapasitesini tasfiye etmek, yüksek yargının siyaseti felç edebilen araçlarını elinden almak, akademi ve aydınların medya üzerinden gerçekleştirdiği operasyonları bloke etmek büyük bir kazanım elbette. Ancak hali hazırda yaşadığımız manzara siyaset ve topluma karşı çok farklı renklerden müteşekkil Kemalist iktidar sınıflarının giderek zayıflıyor olsa da tehdit olduğu gerçeğini değiştirmez. Sol-sosyalist, sol-liberal, Fethullahçı, Türk veya Kürt ulusalcısı hiç fark etmez, hepsi önce Kemalizm’in sonra da sömürgeci Batı’nın misyoner ve militanıdır.
Hümanist Esed, İlerici PKK
Aydın ve akademisyen, sanatçı ve sivil toplum temsilcisi sıfatıyla kaleme alınan bildirilerde, yapılan çağrılarda yaşanan hiper enflasyon birçok kavramın aşırı değer kaybına sebep oluyor. Yayınlanan bildirilerin, yapılan eylem çağrılarının oranıyla toplumsal ve ahlaki karşılığı arasında giderilmesi mümkün olmayan uçurumlar var. Baskı var, özgürlük yok söylemleri kelimenin tam anlamıyla baskı kurmanın, özgürlükleri kısıtlamanın maskesine dönüşmüş durumda.
Müslüman halkın siyasal tercihini ortadan kaldırmak üzere seferber edilen araçlardan en son ikisi ayakta kalabildi. Esed rejimi ve PKK üzerinden yıpratma savaşı tırmandırılıyor. Mülteci krizi dolayısıyla Türkiye’ye karşı süngüsü iyiden iyiye düşen hatta açıktan edilgen pozisyona mahkûm olan AB’den medet umulması boşa çıkmış durumda. CHP’nin edep ve terbiye sınırlarını çoktan geride bırakmış ajitatif ve provakatif söylemleri Meclis Genel Kurulu dışında hiçbir gerginliği temin edemiyor.
İlan edilen özyönetim bölgelerindeki mayınlı hendeklerde boğulmaya yüz tutmuş PKK’yı kurtarma telaşesi HDP’nin kendi bataklığından başka bir yere bakmasına fırsat vermiyor. MHP ise görevden aldığı il-ilçe teşkilatlarla, istifa eden ve olağan üstü kurultay isteyen kadrolarla partiyi bir dahaki seçime kadar tek parça halinde tutabilmekten başka bir şey düşünemiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ve Davutoğlu Hükümeti’ne karşı yıpratma savaşı verecek, kuşatma ve düşürme planlarını işletebilecek aktör ve kurumların hali pürmelali içler acısı durumda. Fethullahçı kadroların da eldeki malzemeleri tükenmekte, Erdoğan düşmanlarından yeni yeni platformlar üretme kombinasyonları da sona doğru yaklaşmakta.
Can Dündar ve Erdem Gül’e tahliye kararı veren Anayasa Mahkemesi de bir tartışma ve gerilim oluşturduysa da birkaç hafta içerisinde giderek sönükleşeceği aşikâr. Geriye kalan seçenek besbelli: Silahlı çetelere ümit bağlamak, destek olmak ve onlar hesabına propaganda yapmak görevi. En yakında kim var? Esed rejimi ve PKK. Sur ve Cizre’de operasyonlar dursun çağrıları ve Suriye’nin içişlerine müdahale edilmesin söylemi ikiz kardeştir.
Gerek doğrudan CHP ve HDP’nin gerekse bu iki siyasal çizgiye müzahir tiplerin inatla yükselttiği çağrılar, aldıkları siyasal pozisyonlar hiç şüphe yok ki; hümanist ve ilerici kimliklerinin tezahürüdür. Hümanist ve ilerici oldukları için Esed rejimine sahip çıkıyorlar, Hümanist ve ilerici oldukları için PKK’nın stratejisine uygun konum alıyorlar. AK Parti’yle müşahhaslaşan dinci-gerici otoriter rejimi yıkmak için AB ve ABD’den yardım gelmeyince, TSK darbe yapmayınca Esed rejimine ve PKK’ya sarılmaktan daha doğal ne olabilir ki?!
Sol Faşizm Üniversitelerde
Sokaklar bir türlü istenen düzeyde hareketlenmiyor. 28 Şubat cuntası tarafından örgütlenen ÇYDD, ADD gibi Kemalist örgütler çoktan çürüyüp kokuşmuş durumdalar. TKP, Halkevleri, Kollektif, FKF gibi sol-sosyalist literatürü daha çok kullanan Kemalist örgütler de geçmişten bugüne üniversitelerde hiçbir iş ve söylem üretebilecek kapasitede olmadı. Fakat üretim yapamıyorlar, toplumu dönüştüremiyorlar demek ajitasyon ve provokasyon yapamıyorlar anlamına gelmez. Tersine sol-sosyalist örgütlerin biricik misyonu ajitasyon ve provokasyon yaparak üniversitelerde çatışma çıkarmak ve gerilimi yüksek tutmaktır.
Başörtüsüne yönelik faşist saldırılarda sol-sosyalist örgütler daima öncü kuvvet oldular. Başörtülü öğrencilerin girişini engelleyemedikleri yerlerde ahlaksız karikatür ve bildiriler asarak nefretleri kusmaktan büyük bir zevk aldılar hep. Suriye veya başka bir beldemiz için yapılan kermeslere, stantlara saldırmakta sol-sosyalist örgütler herkesten daha hızlıydılar. Cami açılması, mescid kurulması, Cuma namazı için izin talebi konularında sol-sosyalist eşkıyalar en kudurgan halleriyle cuş-u huruşa geçtiler. Neden sol-sosyalist örgütler hemen her zaman ilerici-aydınlanmacı ve elbette ki hümanist idiler!
Sadece ODTÜ’de değil İTÜ’de de faşist sol örgütler Müslüman öğrencilere yönelik provokatif saldırılar tertipliyorlar. TKP, ÖDP, Halkevleri, Kollektif, FKF gibi bir taraftan PKK’ya diğer taraftan Esed-Baas rejimine müzahir Şebbihaların baskılarını bertaraf etmekten kim sorumlu? Faşist örgütler İTÜ’de 28 Şubat paneli yapılamaz, Cami açılamaz, kermes düzenlenemez diyen yırtınıyorken Rektörlük, Dekanlık, güvenlik neden uykuda ya da pasifist? Müslüman öğrenciler bu sol-sosyalist Şebbihalara boyun eğmiyor ama üniversite idaresi neden derin uykudan uyanmıyor? Sıkı bir çatışma isteniyor olmasın!
YENİ AKİT