HDP’nin Türkiye’de arzı endam eden siyasi partiler yelpazesi içerisindeki görüntüsü bir çarpıklığın ve anomalinin dışavurumudur. Bu sağlıksız görüntüyü besleyen temel sebep söz konusu partinin sahip olduğu anlayış ve takip ettiği siyasetten kaynaklanıyor olsa da tek sebep bu değil. Cumhuriyet Türkiye’sinin üzerine inşa edildiği ilkeler manzumesinin bizzat doğasından kaynaklanan siyasi, sosyal ve kültürel maraz bu çarpık tablonun palazlanarak sürgit devam etmesine katkı sağlıyor.
İnkâr ve asimilasyon politikalarıyla başlayan ve süreç içerisinde bu politikalara hayatiyet kazandırmak üzere devreye sokulan farklı araç ve enstrümanların besleyerek büyüttüğü haksızlık ve zulümler, Kürt Sorunu denen bir olguyu ortaya çıkardı. Hal böyle olunca HDP dolayımında konuştuğumuz mevzuların tamamı bir şekilde gelip burada düğümleniyor. Mahiyeti konusunda farklı görüş ve değerlendirmelerin yapıldığı bu soruna daha esaslı bir çözüm üretilmediği sürece HDP’ye karşı ister havuç ister sopa politikaları uygulansın arpa boyu kadar yol almak mümkün değil. Zira, bu politikaların her birinin sebebiyet verdiği farklı paradoks, çelişki ve açmazlar söz konusu.
Sopa politikasından başlayalım: HDP’nin kazandığı belediyelere kayyum atandı, yöneticilerinin bir kısmı cezaevinde, hazine yardımı bloke edildi ve şu anda da partinin kapatılması gündemde. HDP’nin kapatıldığını varsaysak bile bu çözüm olur mu? Muhtemelen sizlerin de aklına daha evvel kapatılan bu partinin selefleri HEP, DEP, HADEP, DEHAP gibi partiler gelmiştir. Kapatılan bu partilerin yerine kurulan partiler daha da güçlenmiş olarak geri geldi. Hem parti kapatılsa bile sadece Türkiye’nin mer’i hukukuna göre faaliyet izni verilmiş resmi ve tüzel bir kişilik kapatılmış oluyor. Bu tüzel kişilik etrafında kümelenmiş %10’luk sosyolojiyi ne yapacaksınız?
Peki, bu partinin yıkıcı faaliyetlerini serbestçe yürütmesine göz yumulabilir mi?
Parti kapatmaya ilkesel olarak karşı olanların ekseriyetle ifade ettiği husus; insanların sivil siyaset aracılığıyla ve legal yollarla mücadele yürütmelerine engel olursanız, terör ve şiddeti kullanmaktan başka bir seçenekleri kalmaz. Teorik çerçevesi itibariyle tutarlı gibi görünen bu argümanın hakikatte hiçbir karşılığı yok. Bahse konu bu partilerin tümü bazı dönemlerde özgürce faaliyetlerini yürüttükleri halde iltisaklı oldukları örgütün şiddet ve silahtan vazgeçmesine hiçbir katkısı olmadı. Bilakis, örgütün silah ve şiddetle giremediği alanlarda yumuşak bir güç olarak ve örgütün arka bahçesine dönüşerek etkinlik ve nüfuz alanını genişlettiler. 80 Milletvekili ve 100’ün üzerinde Belediye Başkanlığı kazandıkları dönemde bile sivil siyasete pirim vermeyen ve örgütün güdümünde kalmaya devam eden bu partilerin bundan sonra da örgütle kurdukları vesayet ilişkisi sebebiyle bu politikalarını terk ede(bile)ceğine ihtimal vermiyorum.
Esasında bu partilerin önünün açılması en temelde silahların susması ve dağdan inip ovada siyaset yapmanın önündeki engellerin kaldırılması amacına yönelikti. Ancak, sivil siyasetin önündeki engeller kaldırıldığı halde PKK silahtan vazgeçmedi. Sendikal faaliyetlerden, belediyelere kadar önüne açılan her kapıyı silahlı mücadeleyi daha da büyütecek bir imkân olarak kullandı. Dolayısıyla sivil siyasetin önünü kapattığınızda silahlı mücadele dışında bir seçenek kalmaz, yaklaşımının hiçbir geçerliliği kalmamış.
Madalyonun öteki yüzüne gelince: Kürt Sorununu PKK Sorununa indirgeyen, PKK’yi de terör ve güvenlik sorununa indirgeyip kriminalize eden bir yaklaşım büyük hata ve yanılgılar barındırıyor. Kürt Sorununu asayiş ve güvenlik sorununa indirgeyen anlayışın en tipik ve kaba örneği doksanlı yıllardaki devlet uygulamalarıdır. Bu anlayış ve yaklaşım Kürt Sorununu çözmek bir yana daha da büyüterek içinden çıkılmaz hale getirdi. Son günlerde kolluk güçlerinin kimi uygulamaları ve en son işlenen Sinan Ateş cinayeti akıllara Susurluk ve 90’lı yılları getirdi. Bu süreçten edindiğimiz tecrübe şudur: Kontrolsüz güç, güç değildir.
Hukuksuzluk bumerang gibidir, döner, sahibine daha ağır bedeller ödetir. Özel Harp Dairesi, JİTEM ve Kontrgerilla marifetiyle sergilenen hukuksuzlukları, Beyaz Toros’lara binenlerden bir daha haber alınamadığı dönemleri yaşadık. İşte tam da bu dönem PKK’nin marjinal bir örgüt olmaktan çıkarak geniş toplumsal kesimlerin desteğini almaya başladığı dönemdir. Devlet adına sergilenen hukuksuzlukların tamamı örgüt için mücadelesindeki ‘haklılık’ ve ‘meşruiyet’ gerekçesine dönüştü.
Kabul etmek gerekir ki bu hukuksuzlukların önemli bir kısmı AK Parti iktidarı zamanında ortadan kalktı. HDP’nin örgüt bağlantısına ilişkin yapılan değerlendirmelerin tümüne katılmakla birlikte dozu arttırılmış milliyetçilikle veya devlet eliyle daha fazla baskı ortamı oluşturmakla bu sorun çözülmez.
Örgüt ve türevlerine karşı verilen mücadele haklı ve meşru bir mücadele olmakla birlikte travma yaşamış bu toplumu kuşatmaya dönük kardeşlik temelli politikalar bu mücadeleye eşlik etmediği sürece bir neticeye ulaşmaz.