‘Hukuk Düzeninde Çarpıklık ve Çelişkiler’

Özgür-Der’in bu yıl düzenlemiş olduğu Siyasi-Sosyal Analiz Panelleri’nin ilki “Hukuk Düzeninde Çarpıklık ve Çelişkiler” başlıklı panel Fatih Ali Emiri Kültür Merkezi’nde gerçekleştirildi.

Özgür-Der’in düzenlemiş olduğu, Siyasi-Sosyal Analiz Panelleri’nin ilk konusu ‘Hukuk Düzeninde Çarpıklık ve Çelişkiler’  başlığıyla, Av. Necip Kibar’ın editörlüğünü yaptığı, Av. Yasin Şamlı, Av. Serdar Bülent Yılmaz’ın değerlendirmeci, Av. Mehmet Alagöz’ün müzakereci olduğu program, 11 Kasım’da Ali Emiri Kültür Merkezinde gerçekleştirildi.

Av. Necip Kibar’ın konuşmacıları tanıttığı, panelin işleyişine dair bildirimlerinin ardından ilk sözü meri hukuk ve pratik hukuk arasındaki çelişkileri, yanlış uygulamalar, yaşanan gelişmeler ve durumların üzerine konuşmacılarımız da beyanatlarda bulunacaklardır diyerek genel manada bir özette bulundu.

Av. Necip Kibar, AK parti dönemi ile birlikte yaşanan bazı hukuksuzlukları ve adaletsizlikleri görmezlikten geldiğimiz bir hakikat. Ama şunu da unutmayalım, 2004 yılından itibaren, Avrupa Uyum Yasaları çerçevesinde Türk Ceza Muhakemesindeki değişikliklerle beraber  herhangi bir sebeple gözaltına alınan bir kişiye ulaşabilmemiz daha öncesinde mümkün değilken, bugün gözaltına alınan bir kişi götürüldüğü terörle mücadelenin kapısına varmadan, kendisi veya bir başkası tarafından avukatı aranmışsa kendisine ulaşabiliyoruz. Olumlu gelişmeleri de gözardı etmememiz gerekiyor diye düşünüyorum diyerek sözü ilk konuşmacı olan Serdar Bülent Yılmaz’a verdi.

Av. Serdar Bülent Yılmaz, Türkiye’nin en önemli problemlerinden bir tanesi olan hukukun, neden önemli oluşunu tanımlayarak; bir devletin, bir iktidarın, bir yapının meşruiyetini hukuk ve adalete bağlılığıyla ölçüleceğini belirterek sunumuna başladı. Son iki yıldır hukuk alanında yaşanan ciddi problemler meydana geliyor diyerek konuşmasına şöyle devam etti. Bunu burada konuşmak bence çok önemli çünkü hiç kimsenin konuşmadığı bir dönemde biz burada konuşuyoruz. Bu konuda insanların resmi ve özel diye iki görüşü var. Resmi görüş basına yapılan açıklamalarda, devlet kademelerindeki yetkililerle yapılan görüşmelerde kurumsal temsili olan kişilerin yaptıkları açıklamalarken, yine aynı kişilerin, resmi görüşün aksine ortalama bir dil tutturulan veya yapılanı meşru, en azından gerekli gören yaklaşımın hepsine, özel, baş başa yapılan görüşmelerde tam aksinin söylendiğine şahit oluyoruz, bu da özel görüş oluyor. Özel görüşte veryansın edildiğini görüyoruz. Bizim burada dile getirdiğimiz görüşleri dile getirmeyen resmi görüşlerin mevcudiyeti, burada yapılan bu programın ne kadar önemli ve gerekli olduğunu aynı zamanda bu sorunun kamusallaştırılması bu tür programlarla gündeme gelmesi ve bu konuyu konuşmak isteyenlere cesaret vermesini umuyorum. Adaletin mülkün temeli olduğunu söylüyor Hz. Ömer, bizim mahkemelerimizde serlevha olarak yer alır bu cümle. Adalet neden önemlidir, mülkü ayakta tutan odur. Zulüm ile abad olunmaz. Adaletin neden bu kadar önemli olduğunu, belki en iyi bugünkü iktidar sahipleri biliyorlar. Çünkü zor şartlar ve hukuksuzlukların yaşandığı dönemlerden geliyor. Adalet en çok kritik dönemler de hırpalanır. Güvenlik kaygısının arttığı dönemlerde ilk harcanan maalesef adalet oluyor. Çünkü yargı aynı zamanda muhalifleri veya tehdit olarak görülenleri etkisiz hale getirmeye, ortadan kaldırmaya çalışır. Dolayısıyla istismara da açıktır. İktidarların en fazla ellerinde tutmak istediklerinin belki de başta gelenidir yargı.

Bugünde böyle bir tablo ile karşı karşıyayız. FETÖ diye bir örgüt var bunu kabul ediyoruz, bir darbe girişiminde bulunduğunu, onlarca kardeşimizin şehit ettiği, binlercesinin canına kastettiği, bu da bir gerçek. Bu yapının devlet içerisinde çok sinsi bir şekilde örgütlendiği, küresel güçlerle işbirliği içerisinde olduğu, ülke için çok ciddi bir tehlike arz ettiği, kendi hedeflerine ulaşmak için yüzbinlerce insanın feda edebileceğini, batıni sapkınlığın itikat ve ideoloji haline getirdiği, kesin inançlığın itikadi bir merkez haline getirdiği, dolayısıyla doğru bir benzetme ile Hasan Sabbah’ın Haşhaşi’lerini aratmayacak bir körlükle bağlılık sergiledikleri de bir gerçeklik. Bütün bu saydığım gerçeklikler, bundan sonra söyleyeceklerimizi ıskalayacak anlamına gelmesin.  15 Temmuz darbe girişiminden sonra bu yapıya karşı olağanüstü hal imkanları kullanılarak, bu yapıyı tasfiye etmeye dönük, soruşturma, açığa alma, ihraç ve gözaltı ve tutuklama süreci başladı. Devletin ilk dönemi için bu gösterilen refleks olması gereken bir şey bence ama Sn. Cumhurbaşkanı’nın söylediği; altı ibadet, ortası ticaret, üstü ihanet tanımlaması doğru bir tanımlama olmakla beraber, yapıya dönük bu ayrımı yapmaksızın, bu yapıyla hiç  ilgisi olmayanlarında dahil edildiği topyekün bir tasfiye hareketi başladı. Burada iki tür mağduriyet ortaya çıktı. Birincisi, Gülen hareketi içerisinde yer alıp, ceza hukukuna göre suç teşkil etmeyen fiillerde bulunmuş insanlar bunlar hukukun ilkelerine aykırı davranılarak mağdur edildiler. İkincisi de bu yapıyla hiç ilgisi olmadığı halde FETÖ ile mücadele sürecinin doğurduğu boşluklar, aksaklıklar ile mağdur olanlar. Şimdi ikinciye dönük toplumda bir refkles var; bundan rahatsız olanlar, yer yer seslerini yükseltiyorlar, eleştiriyorlar vs. Ama birinciye dönük ciddi bir kafa karışıklığı var. Bunu  gayri vicdani, gayri hukuki bulanlar bir de oh olsun, beter olsun diyenler var. Veya bunu gayri hukuki bulduğu halde, bir şey söylersek bize de kripto fetöcü derler diye hiç bu konuya girmeyenler var. Oysa bizim için temel ilkemiz olan; Zalimin kimliğine bakmayız zulmü ifşa etmek için, mazlumun da kimliğine bakmayız mağduriyetini savunmak için. Dolaysıyla burada kişinin Gülen hareketi içerisinde yer alıyor olması bir engel değil. Şu anda bir panik havası içerisinde, herkesten bağlı bulunduğu kurumlar içerisinde FETÖ ile mücadele edilmesi isteniyor. Burada çok geniş bir alanda, dağınık bir biçimde ve bu işi yapanların takdirine ve insafına bırakılmış bir süreç olarak ilerleyiş sözkonusu. Bu durumda da kişilerin kendi adamlarına alan açmak için kullanıyor kimiside kimin FETÖ’cü olduğunu bilmediği için, her namaz kılanı FETÖ’cü olarak görüyor. FETÖ için muğlak tutulan bir terör örgütü tanımlığı yapılıyor. FETÖ profilinin olmaması. Normal kavramların işlemediği bir süreci doğuruyor. Bu da çok geniş bir kesimin takdirine bırakılmış bir tanımlama oluşturuyor. İhbarcılık ve gizli tanık uygulamaları beraberinde, Ohal’in getirmiş olduğu, gözaltı ve tutuklama hallerinin uygulanmaması söz konusu. Bu süreçlerde ciddi istismarların meydana gelmesine neden oluyor. Yıllarca hükümetin refere ettiği, bir yapının içerisinde bulundu diye bir anda terör örgütü üyesi kalıbına sokuluyor insanlar. Burada da iki kriterimiz var deniyor: 17-25 Aralık ve BankAsya’ya Sn. Cumhurbaşkanı’nın para yatırmayın söyleminden sonra yapıyla iltisakının devam edip etmediğine bakıldığı söyleniyor. Hukukta böyle ölçü olur mu? Bir şeyin suç olup olmadığına karar verecek olan; Yürütme midir, Yasama mıdır? Oysa ki öncelik, “kanunilik” ilkesidir. Olay suç olarak tanımlanır öncelikle, ardından bu tanım içerisine girenler cezalandırılır. Ancak burada tarihsel bir olay ya da Sn. Cumhurbaşkanın sözü hukukun yerine ihdas etmeye başladı. Dolayısla bu içselleştirildiği andan itibaren de, maalesef bu süreç böyle devam etmeye başladı.

Bazen de hukukun hiçe sayıldığını görüyoruz. Oysa ki suçluluğu ispat edilene kadar kişi suçsuzdur, ilkesi ve iddia sahibi iddiasını ispatlamakla yükümlüdür. Bugünkü süreçte tam tersi bir durum söz konusu. Ohal komisyonunun kurulma amacı bile yanlışken, kişilerin suçsuzluğunu ispat etmesi bekleniyor. FETÖ ile mücadele elbette olmalı ancak bu şekilde olmamalı. Hukukla ilgili ciddi bir sorunumuz var. Müslümanlar olarak adaletin ahlaki bir kavram olduğunu anımsayan bizlerin durumu şahitliğimize de yansır. Müslümanların bir kısmının bu adaletsizliğe karşı suskun kalışı, bazen yukardan gelecek söylemlere göre belirlenmesi gayri ahlaki olduğunu düşünüyorum. FETÖ ile mücadeleye evet ancak, ihbarcılık ortadan kaldırılmalı, gizli tanık uygulamasından ya vazgeçilmeli ya da ciddi denetimler uygulanmalı, keyfi tutumlardan vazgeçinilmeli, kurunun yanında yaşında yanmasına göz yumulmasına engel olunulmalı. İktidarın adaletli olmak için çabalayanlara karşı, mağduriyet edebiyatı yapmayın, demesi yerine, bu süreci en az hasarla aşmak için süreci istişareye açıp, mağduriyetlerin dinlendiği ve çözümler üretildiği bir süreç için çabalaması gerekiyor. Somut kriterler oluşturulmalı. Hakkında şüphe olan ancak delil olmayanların görevlerine iade edilmesi gerekmekte diyen Av. Yılmaz, sözlerini, bu durumlar güvenlik açığı oluşturur mu, olabilir. Ancak bizim için önemli olan bu değil aksine şu anki hal ve gidişat daha büyük güvenlik risklerini beraberinde getirmekte, müslümanlar olarak ciddi manada sorumluluk üzerimize düşüyor diyerek sonlandırdı.

Ardından Av. Yasin Şamlı, Hukuk tanımı, Meşruyeti, Türkiye de Kanunlaşma ve Somut davalar. Bu dört ana başlık üzerinden sunumunu yapacağını dile getirmesinin  ardından sözlerine şöyle devam eden Av. Şamlı, hukukun pratik ve felsefi kısmını birlikte aktarmak istiyorum çünkü bazen güncele bakmak, büyük fotoğrafı kaçırtabilir. Hukukun genel bir tanımını yapacak olursak, hukuk, adalete yönelmiş bir düzendir. Bu tanım bize bir zemin temin ediyor. Hem hukuk normlarının hem de hukuk mekanizmalarının tek hedefi olmalıdır o da adalete yönelmiş olmaktır. Adaletin dışında bir amaçları olursa meşruiyetlerini kaybederler. Meşruiyetin kaynağı nedir sorusuna gelincede, Türkiye deki hukuktan bahsederken bir kıta hukuku olduğunu unutmamak gerekir, yani meri hukuk, yaşantımızda olan hukuk meşruiyetin kaynağını nereden alır sorusuna, halkın iradesi diye bir karşılık verildiğini biliyoruz.

Fransız İnsan Ahlakları Bildirgesi’nin iki maddesinde şöyle deniyor Meşruiyet kaynağına atfen; 6. madde: Yasa genel iradenin ürünüdür. Yasa nedir? Bir şeyin yasak oluşu veya  serbest olması halidir. 5. madde: Yasa sadece toplum için zararlı olan eylemleri yasaklayabilir. Peki bir eylemin zararlı olup olmadığına kim karar verecek? Bu soruda yine genel irade diyeceksek o zaman halkın iradesine biz bir kural koymuş oluyoruz, iyiyi biz belirlemiş oluyoruz. Dolayısıyla burada  meşruiyetin kaynağının halkın iradesi olmadığının ya da  genel irade olmadığını örtülü de olsa kabul etmiş oluyorlar. Biz müslüman olarak meşruiyetin kaynağını Allah’ın iradesi olduğunu biliyoruz. Bunu hayatımızda da her aşamasında test ediyoruz. Buradan hareketle diyebiliriz ki Türkiye’deki kanunların hemen hepsi batıdan iktibas edilmiş yani batıdan çevrilerek alınmış kanunlar; Medeni kanun İsviçre’den, Ceza kanunu İtalya’dan, Ceza Usul kanunu Almanya’dan, İdare hukuku tamamen Fransa’dan tercüme edilerek Türkiye’de uygulanmaya başladılar. Bir sanığa ceza verdiğiniz zaman onu karanlık bir tünele sokmuş oluyorsunuz o tünelin sonunda bir ışık görmüyorsa aslında onun bir ölüm tüneline sokmuş oluyorsunuz dolayısıyla sanığa vereceğiniz ceza ile tünelin sonunda bir ışık görmesi gerekiyor. Ancak biz hukukçu olarak, mahkeme olarak amacımız sanığa tünelin ucunda ışık göstermek mi yoksa adaleti sağlamak mı? Suç ve ceza arasında dengeyi sağlayarak adaleti tesis etmek. Bence buradaki düşüncedeki yanlışlık sanık haklarını düşünmeye başladığımızda ortaya çıkıyor ancak her ceza dosyasında bir de müşteki müdahil hakkı vardır ve çoğu kere bu haklar yarışır. Ve hukuk düzenin bizden istediği yarışan bu duruma göre adaleti sağlamaktır. İslamın da bize emrettiği adaletin sağlanmasıdır. Müslümanlara hem Türkiye de hem de dünyada çok iş düşüyor. Dünya adalet sistemine değerli hukuk eserleri katmak zorundayız, bu kaçınılmaz bir şey ve bunu yapabilecek olan da müslümanlardan başkası gözükmüyor şu anda her ne kadar böyle bir ideale çok yakın olmasakta zemin, kültür ve inanç itibarleri ile müslümanların yapabileceği bir durum.

Son olarak Av. Şamlı, AİHM’in ve Avrupa Adalet sistemine bakıldığı zaman kendi vatandaşları ve kıta dışındaki davalarda farklı tutumlar sergilediklerini bizatihi, 28 Şubat süreci, Başörtüsü davasında gördük. Bu yüzden müslümanlara büyük bir sorumluluk düştüğünü belirterek konuşmasını sonlandırdı. 

Ardından söz alan müzakereci Av. Mehmet Alagöz, konu başlığı çarpıklıklar ve çelişkiler olunca benim aklıma şu atasözü geliyor diyerek sunumuna başladı; Deveye sormuşlar neden boynun eğri? Deve demiş ki nerem doğru ki! Biz de Türkiye de çarpıklıklar ve çelişkileri konuşmaya başlarsak hakikaten söyleyecek o kadar çok şey var ki. Kur’an’da ki şu ayetin bizim için adalet temeline dayanak noktası sayılabileceğini belirtmeliyim, Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa, Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. Bizim için vazgeçilmez olması gereken bu ayetin karşılığını tam olarak hukuk sisteminde bulamıyor olmamız bizim için engel olmamalı.

Modern hukuk için kullanılan şu tabir Türkiye’de de uzun bir süredir tevarüs etmekte şöyle ki; Yasalar örümcek ağı gibidir, büyük sinekler deler geçer, küçük ve zayıf olanlar takılır kalır. Maalesef büyük sineklerin yasaları tanımadığı bir haldeyiz. Ben daha çok 1990 lar sonrasını aktaracağım diye Av. Alagöz şöyle devam etti. DGM’ler vardı ardından Özel Yetkili mahkemeler oldular, bir dönüşüm daha geçirip sadece terör davalarına bakan Ağır Ceza mahkemeleri oldular. Şu anda daha çok muhatap olduğumuz mahkemeler bu tarz mahkemeler. Konu başlıklarını aktarıp hafızalarımızı tazeleyip geçiş yapmak istiyorum diye Av. Alagöz şöyle sıraladı; Sivas olayları, Başbağlar katliamı, faili meçhul cinayetler, Karanlıkta kalan olaylar, Terörle mücadele şubelerinde kurulan sözde “İslami Terör Örgütleri” vardı, İşkence ve uzun sorgular vardı, Jitem, Susurluk kazası derin devletin deşifre oluşu, ardından 28 Şubat süreci yaşanmaya başlandı, siyasi partiler, vakıflar, dernekler kapatıldı, başörtüsü yasakları başladı, BÇG ortaya çıktı, üniversitelerde olaylar yaşandı, F tipi cezevine dönüşlerde pek çok kişi hayatını kaybetti, görevden atılan belediye başkanları oldu ve süreç Ak parti iktidarına kadar geldi. Bunu anlatmasının sebebeni geçmişimizi hatırlamazsak nerelere geldiğimizi, nerelere gidiyor oluşumuzu, unuturuz diyerek hatırlatma ihtiyacı hisssettiğini belirtti, Av. Alagöz ve ardından “ kazanımları kaybetme endişesi yaşıyoruz” ve bu kazanımlar daha çok bireysel kazanımlar. Ve Ak partinin süreç içerisindeki değişimini iyi başlamışken kötüye doğru bir gidiş olduğunu dile getirdi. Ohalin bir tedbir olduğunu ancak sistematize adip KHK’lar ile işlem ve mevzuatlarla hukuk uygulanmaya çalışılması beraberinde bir çok sorun getirdiğini de sözlerine ekledi, Av. Alagöz.

FETÖ ile mücadele sürecinde meydana gelen aksaklıklara da değinen Av. Alagöz, FETÖ’cü olduğu iddia edilenlerin mal varlıklarına şayet kamu malı ise el koyulması normaliken, kişilerin iaşelerini, maaşlarını kesmek, el koymak gayri ahlakidir. Örgütsel bağının olma şüphesi kişileri suçlu konuma getiremez. Suçun şahsiliği ilkesi çiğnenip bireyin ailesinin de mağdur edildiği durumlar ortaya çıktı. Etkin pişmanlık hükümlerine uyan kişiler serbest bırakılırken, insanlar itirafçılığa yöneltiliyor. Örgüt tanımının tam olarak yapılmaması mağduriyetleri artırıyor. İyi şeyler de olmuyor değil örenğin yargıtayın sempatizan olmayı örgüte üyelik olarak kabul etmeyen kararı iyimser bir tablo oluşturdu. Ancak yeniden işkence ve kötü muamele iddialarının gündeme gelmesi bile Türkiye’deki adalet sisteminin üzerindeki gölgenin karanlığını göstermesi bakımından önemlidir. Kayyumların atanması her ne kadar seçilme işlemi ile gerçekleşse bile hukuksal anlamda çarpıklık olarak göze çarpıyor. Aynı zamanda cezaevi kısıtlamaları ve avukatlık problemlerinin olması da sorunlar arasında yer almakta. Bu süreçte İslami kimliğe sahip olanlara DEAŞ örgütü üyesi olduğu iddiasıyla operasyonlara tabi tutulup mağdur edilmesi devam etmekte. Sadece Türkiye vatandaşları değil yabancı kişilerin hukuksuzca kendi ülkelerindeki rejimlere teslim edilip karanlıklara gönderilen kişiler oldu, göç idarelerindeki bürokratların keyfi tutumları, örgütsel bağ bulma çabaları kişileri dejenere pozisyonlara getirmeye başladı. Ardından sözlerini şu cümlelerle sonlandırdı Av. Alagöz, ümitvar olmalıyız, bize düşen ciddi bir mücadele mevcut.

Editör Av. Necip Kibar değerlendirmesinde, devletten daha iyi düşündüğümüzü görebiliyoruz, hükümet hala 15 Temmuz şoku ile yaşarken, arkasına saklanırken veyahut iyi bir şekilde bertaraf edip aklı selim düşünemediğini görüyoruz. Yaşanan bu hukuksuzlukların temel kaynağı Türkiye Cumhuriyetinin bizim için meşru olmayan hukuk zemininden kaynaklandığını da belirtmeliyiz. Zaman zaman mağdurları değişse de adaletsizlik son bulmuyor diyen Kibar ilk oturumu sonlandırdı.

İkinci oturumda konuşmacılara yöneltilen soruların cevaplanması ve son sözleri alındıktan sonra program sona erdi.

Haber: Fatih Demir
Fotoğraf: Ahmet Hışıroğlu

Etkinlik-Eylem Haberleri

Bursa’da Suriye devrimi ve Gazze konuşuldu
"Sürünün İçinde Dijital Dünyaya Bakışlar"
Başakşehir’den Gazze direnişine bin selam!
Adana Özgür-Der’de “Emperyalizm ve Siyonizm İlişkisi” konferansı düzenlendi
Özgür-Der Gençliği “İslami Perspektiften Psikoloji” kitabını değerlendirdi