“Hukuk Devleti”nde Adalet Aramak!

SİNAN ÖN

Son günlerde mecliste önemli yasalar o(na)ylandı. Özellikle kabul edilen iki yasa, yaşadığımız ülkenin “Hukuk Devleti” olup olmadığı sorusunu tekrar sormamızı gerekli kılıyor sanırım? Bu yasalardan biri “infaz yasası” olurken diğeri “Şehir Üniversitesinin kapatılması yasası” oldu.

İlki merhamete, toplumsal barışa ve helalleşmeye en fazla ihtiyaç duyduğumuz şu zamanlarda teorik olarak oldukça değerli ancak pratikte birçok sıkıntıyı beraberinde getiren bir düzenleme oldu malesef! Yasa ile çete liderleri, organize suç örgütü üyeleri, rüşvet, yolsuzluk, gasp, cinayet, tecavüz vb suçların müntesipleri serbest kalırken, özellikle devletin kendi bekâsına dönük “tehlike arzeden suçlar” ile “erken yaşta evlilik” yaptıkları gerekçesi ile “çocuk istismarı” suçlamasına mâhkum olanlar bu yasadan faydalanamadı.

Gerçek tecavüzcülerin serbest kaldığı ancak yaşı tutmayan bir bayanla evlenenlerin cezaevlerinde tutulduğu bir yasa size de tuhaf gelmiyor mu? Kaldı ki bu insanların mâhkum olması en başından beri bir garabet değil mi?

Kendilerini küçük kız çocuklarının hamisi olarak görenler diyor ki; “O yaştaki bir çocuğun sağlıklı karar verebilmesi mümkün değildir. Ya ailesi tarafından zorlanmış ya da erkek tarafından kandırılmıştır. Bu da çocuk istismarıdır!” Velev ki öyle olsun, bugün belirli bir olgunluğa erişmiş, çocuklarının annesi olmuş bu kadınlar hakkında, eşlerinin cezaevinde kalmalarının“doğru” olduğuna karar verecek olanlar neden sizler oluyorsunuz? Burada hak sahibinin hiç mi söz hakkı yok? Yoksa velayeti sizlerde mi?

Tabi ki bu yasadan yararlanan tüm mâhkumlar için aynı şey söylenemez. Bununla birlikte devletin kendine karşı işlenen suçlarda merhametsiz, bireyler arasında vuku bulan olaylarda şefkatli olması başlı başına bir insan hakkı ihlalidir. Mağdur edilen insanın hakkı olan affetmeyi, devlet kendi tekeline alamaz, almamalı! Mâhkum kime karşı suç işlediyse affedecek olan da odur!

İkinci yasa ise “Şehir düştü!” feryadı ile yüreklerimizi burktu. Mustafa Özel’in deyimi ile “kapalı devre, klişe fikirler üreten bir fabrika değil evrensel gerçeklikleri özgürce araştıran ve bu araştırma sürecinin verimlerini tüm insanlıkla paylaşan bir akademi” kapatılmış oldu! Bilginin, tecrübenin ve emeğin yoğrulmasının ürünü olan bir eğitim yuvasına bu şekilde muamele reva görülmemeliydi.

Bir devletin hukuk devleti olup olmadığını bu tip uygulamalara bakarak anlamak mümkün tabi ancak daha önemli yapısal sorunların olduğunu da görmek gerekiyor. Aslında hukuk devleti bir sonuçtur. Bu sonuca götürecek süreç isesırasıyla iletişim toplumu-bilgi toplumu ve hukuk toplumu olmaktan geçer. Oysa biz “Şeytan taşlamaktan namaz kılmaya vakit bulamıyoruz” diyordu, Muharrem Balcı. İletişim kültürümüzün ne durumda olduğunu ise, mecliste birbirlerinden “saygı ifadelerini” eksik etmeyen temsilcilerimiz üzerinden ölçmeye çağırıyordu!

Merhum Mevdudi “Gelin Bu Dünyayı Değiştirelim” kitabında mealen; sadece gayrı müslimleri değil Müslümanları da İslam’a davet ediyor, İslam’dan kastını ise yolundan sapmış hâlihazırdaki iktidarları korumak ve pekiştirmek değil, aksine dünyaya yayılmış olan zulüm ve kargaşaya son vermek olarak açıklıyordu. İnsanın insana olan hâkimiyetini söküp atmak, Kur’an ilkeleri ile insanlığa gerçek değerini kazandırmak; şeref, özgürlük, eşitlik, adalet ve kardeşlik içinde yaşanabilecek bir dünya kurmak için bizlere sesleniyordu. Bunun pratik yolunu ise, “kişlerin değil ilkelerin hâkim olduğu bir sistem” ile mümkün görüyordu.

Vakti zamanında okuduğum bir makalede iki futbol ligi örneği üzerinden ilkelerin ne kadar önemli olduğunu anlatıyordu yazar. Aklımda kaldığı kadar paylaşayım inşalah…

Liglerden birinde maçların ne zaman başlayacağı, kaç kişiyle ve kaç dakika oynanacağı baştan bellidir. Golün nasıl geçerli olacağı, ofsayt,  fâul vs. hangi şartların hangi sonuçları doğuracağı herkesçe bilinir. Hakemlerin görevi bu durumları tespit edip ona göre hüküm vermektir. Kurallar bellidir ve yarışma boyunca değişmez.

Bu kurallarla oynanan maçta oyuncuların bütün dikkati oyuna ve başarıya odaklanır. Kurallara uygun oynayan takımların ligleri gün geçtikçe ustalaşır. Oyuncular rekabet için fiziklerini, sağlık şartlarını ve becerilerini arttırmaya gayret ederler. Böyle ülkelerin takımları diğer ülkelerin takımlarıyla da rekabet edebilir ve galip gelebilirler.

Bir de mutlak yetkili, kurallara göre değil insiyatiflerine göre karar veren hakemlerin yönettiği bir lige bakalım. Hakem; “falanca oyuncu gecikmiş; iyi çocuktur, biraz bekleyelim de onsuz başlamayalım.” Ya da yan hakem; “ofsayttı ama bizim mahallenin muhtarı, bu çocuğa dikkat et, bizdendir demişti. Şimdi şevkini kırmayalım delikanlının” der mi, der!

Böyle liglerde oyuncuların tutumları da farklılaşır. Onlar; “Ağzımızla kuş tutsak, hakemler bizi tutmuyorsa gayretlerimiz boşuna” diye düşünürler. Bu yüzden oyuna ve rakibe değil, hakemlere yani “Ne yapsam da hakemin gözüne girsem? Acaba hakemi tanıyan bir tanıdığım olabilir mi?” arayışına girebilirler.

Bu takımların oyuncuları, açıktır ki birinciler kadar marifetli olamayacaktır. Ve onların bu halleri ilk anlatılan takımlarla yaptıkları maçlarda ortaya çıkacaktır. Ama bu durum içinde savunmaları hazırdır; onlar hep düşmandır zaten. Hakemler taraf tutmuş, gollerini saymamış, penaltılarını vermemiştir. Bu başarısızlığın, Federasyonun başına Başkanımızın amcaoğlunu getirmekle bir alakası yoktur. Çünkü o bu işlerden iyi anlar. Hayatı boyunca televizyonda maç izlemiştir hep!

Bu bir ironi, futbol böyle midir ülkemizde ilgilisine bırakalım. Ancak hukukun nasıl işlediği ile alakalı kaldığımız yerden devam edebiliriz sanırım.

Kutadgu Bilig’de şöyle bir ifade var; “İster oğlum olsun, ister gelip geçen misafir. Vereceğim kararda kimse farklılık bulamaz.”  Evet, kanun bu kadar basit bir matematiktir. Tarafsız ve adil yargı böyle olur. Karar vermede kullanılan bu matematiğe onlar töre diyordu, biz kanun.

Devletle kanunu, devletle töreyi birlikte anmak gerekiyor. Bu medeniyetimizde hep böyle olmuş. Bilge Kaan; “Türk Milleti, üstte gök basmadıysa, altta yer delinmediyse senin ilini (yani devletini), töreni kim bozabilir?” der.  Hz. Ömer ise; “Adalet mülkün (yani devletin) temelidir!” buyurmaktadır.

Adalet mekanizmasında uygulanan kurallar herkese aynı mı? Meselâ öğretmen atamalarında belirli bir sınav sistemi var. Alınan puanlara göre adayların sıraya sokulup en üsttekilerin alınması adalettir, bunun yapılmasını yazan mevzuat işin matematiğidir. Yazılı olanlar mevzuat, yazısız olanlar gelenektir. İkisi de kuvvetli ve şaşmazdır. Eğer siz bir “hukuk devleti” iseniz! Ama bizlerde son zamanlarda etkin ve yetkin abi ve ablaların şaşmaz terazisi var…

Maalesef hatırı sayılır bir zamandır objektif, şeffaf ve algılanabilir yasa ve ölçme sistemleri yerine keyfî mülakatlar ve dehaların kararları ile gemiyi yüzdürmeye çalışıyoruz. Birileri bu halin sadece işlere olan etkisine odaklanabilir ve işlerin ne kadar kötü olacağını söyleyebilir. Haklılar da! Fakat asıl tehlikenin kamuda ve halkta yaşanacak yıkımın boyutlarında görmek gerekiyor.  İşler düzelebilir ancak ilkeler ve ahlak yitirildiği vakit; akıl ve gönüllerdeki çürüme ve yozlaşma daha yıkıcı olacaktır.

“İl gider töre kalır fakat töre de gitmişse;  bu yerin delinmesinden, göğün basmasından kötüdür.” Çünkü mülkün temeli göçmüştür ve ilk sarsıntıda yerle bir olacaktır! Rahmeti ve merhameti bol Rabbimize emanet olunuz…