Hukuk Devleti İlkeleri Yok Sayılarak Meşruiyet Sağlanabilir mi?

Ali Bayramoğlu Venezuela örneğinden kalkarak hukuk devleti ve insan hakları ilkeleri gözetilmediğinde seçimlerin tek başına bir meşruiyet zemini oluşturmaya yetmeyeceğini vurguluyor.

Ali Bayramoğlu’nun Karar’da yayımlanan yazısı (14 Şubat 2019) şöyle:

İksir ve Ayna

Seçimler ve toplum iradesi, demokrasilerin gerekli koşulunu, “olmazsa olmaz şartı”nı oluşturur, bu muhakkak. Ancak sandık iradesinin ya da özgür seçimlerin tek başına demokrasinin “yeter” koşulunu oluşturmadığı da muhakkaktır. Siyasi bir düzen, toplumsal irade yanında hukuk devleti ilkeleri ve insan hakları kurallarına saygılı, eleştiriye ve denetime açık bir oranda demokratiktir. Demokrasiden ancak, toplumsal meşruiyet ve evrensel değerler meşruiyeti bir bütün oluşturduğunda bahsederiz. Açıktır ki, toplumların yapısı ve tanımı itibariyle, toplumsal irade çoğuldur, çok parçalıdır, çok eğilimlidir. Farklılıkları içerir. O zaman bir toplumdaki her bir kültürel, ekonomik ve toplumsal farklılığın iradesi de demokratik düzen için hayati önemdedir. Katılım, ifade, örgütlenme, eleştiri, örgütlü itiraz gibi haklar ve hukuka dair ilkeler, bu çoğul yapının siyasete yansımasını ve sürekli güncellenmesini sağlarlar. Toplumsal iradenin, farklılıkların temasıyla, bu temastan doğan ortak alan, değer, paydalarla üzerinde ve karşılıklı kabullerle oluşmasına zemin hazırlarlar.

İKSİR: MEŞRUİYET

Meşruiyet meselesi can alıcıdır.

Kavram Alman Sosyolog Weber’den bu yana, bir iktidarın gönüllü kabul/benimsenme hali ve kriterleri etrafında tanımlanır. Benimsenme, gönüllü kabul, rıza, meşruiyet halini tarif eder. Bu hal, güç ile değerler arasındaki bir köprü gibidir. 

Bugün geldiğimiz noktada, meşruiyet, hem iktidarlar ve egemenlik türleri açısından hem daha genel olarak politika, eylem ve tercihler bakımından kendi başına belirleyici bir “değer” haline gelmiştir. 

Ancak hakim değerler dediğimiz nedir? Ya da meşruiyetin kriterleri nelerdir? 

Bunlar, yine bugün itibariyle birbirinden ayrılmaz hale gelmiş iki kaynaktan ileri gelir: Toplumsal meşruiyet ve insanlığın tarihsel kazanımlarından oluşan evrensel (değer) meşruiyeti. Bu iki kaynak birbirlerinin doğrulamasını yaparak birbirlerini tamamlarlar.

“Çağımızın yeni çelişkisi, yeni belası ‘Seçimli otokrasi’dir. Birbirinden koparılmış iki meşruiyet kaynağı siyasi ceheneme işaret etmektedir.”

Her bir insan topluluğunun öyküsü, değerleri ve eğilimlerinin beslediği meşruiyet hali, toplumsal meşruiyettir. 

Bunun yanında, insanın kendi kültürü ve zamanı dışında üretilmiş, ama ona mal olan, varlığının değeri haline gelen kazanımları da vardır. Bunlar üretildiği gelenekten, kültürden, zamandan bağımsız olarak her insanın mütemmim cüzünü oluştururlar. Eşitlik, özgürlük, demokrasi, insan hakları, kadın hakları bu değerler arasında yer alır. Bu iki yön, ikili meşruiyet kişinin sadece, tarihsel kültürel bir topluluğun değil, bir insan ailesinin parçası olduğunu hatırlatırlar. 

Bunun içindir ki yerel ve evrensel değerlerin kesişmesi, evliliği, bütünlüğü önemlidir. 

Bu, bir idealdir. Hedef ideale doğru yol almaktır. 

Elbette bu yolda nerede olduğunuz, nasıl bir zemin üzerinde ilerlediğiniz de belirleyici önemdedir. 

Yıllar boyu başta askeri darbeler olmak üzere siyasete ve egemenliğine yönelik türlü müdahalelerle iç içe yaşamış toplumlarda, demokrasi mücadelesi önce sandık iradesinin tecelli ettirilmesi mücadelesi olmuştur. Bu anlamda siyasi alanının genişlemesi öncelikli demokrasi meselesi olarak tanımlanmıştır. 

Bu hedefe ulaşan toplumlar, demokrasinin ve demokrasi arayışının sadece “toplumsal egemenlik” meselesinden ibaret olmadığını hızla görürler. 

SORUN: TEK AYAKLI MEŞRUİYET

Hatta, terazi öyle hassastır ki, siyasi alanın genişlemesini bu alanın demokratik bir şekilde yeniden yapılanması izlemedikçe, bu durum, yeni bir tahakküm sistemlerini üretme riski taşır. Nitekim, pek çok örnekte, demokrasinin toplumsal meşruiyet ayağı güçlenirken, bu güçlenme, alanı genişleyen sivil siyaset eliyle evrensel değerler ayağının önemsizleştirilmesine, hatta yok sayılmasına, yol açmıştır. Bu durum, şüphe yok ki, siyasette keyfilik ve tahakkümü üretir. Böyle olunca güzergah hızlı bir şekilde, demokrasiden seçimli otokrasiye yönelebilmektedir. 

Latin Amerika’dan Avrupa’ya değin pek çok popülist rejimi, şöyle ya da böyle bu tür bir eğilim tanımlıyor. Polonya, Macaristan, Avusturya’daki siyasi iktidarlar, çığ gibi büyüyen aşırı sağcı, ayrımcı popülist partiler, demokrasinin ruhunu kirleten bir akıntıya yol açıyor. 

Ortak özellikleri sanıldığından fazla: Heterojen toplumu homojen bir  millet tanımıyla ikame eden çoğunlukçu söylem, kamplaşma ve cephe politikaları, güçlü ve milletle özdeş lider görüntüsü altında lider hegemonyası, anti-elitizm adı altında siyasi karar organı ve toplum arasındaki denetleyici ve aracı katmanları ortadan kaldıran, evrensel değerlerle çatışmacı ilişki kuran ve  gücü tek elde yoğunlaştıran anlayış, bu çerçevede siyasetin ekonomiden yargıya mutlak tahakkümü, yapıştırıcı unsur olarak komplo, tehdit, tehlike dili, içe kapanmacı, milliyetçi politikalar...

Bunlar bir bakıma “tek ayaklı meşruiyet rejimleri”dir.

Bir süre önce dünyanın dört bir köşesinden 30 ünlü yazar, mayıs ayında yapılacak Avrupa seçimlerine işaret ederek bu tür rejimlere, popülizme karşı duyarlılık çağrısı yapıyordu. Faşizme ve soğuk savaş kamplaşmasına da işaret ederek, Avrupa kamuoyuna şöyle sesleniyorlardı: 

“Bir şeyler değişmezse; yükselen dalgayı durduracak bir müdahale gelmezse, tüm kıtada en kısa zamanda yeni bir direniş ruhu ortaya çıkmazsa bu seçimler bugüne kadar gördüklerimiz içinde en yıkıcısı olacak...”

Bu, bir hastalık ve hem siyasal hem toplumsal belirtiler taşıyor.

Nitekim tek parçalı meşruluğun ve bunun bir biçimi olan popülizmin egemen olduğu yerlerde demokrasi tartışması da çarpık, kendisine has, araçsallaşmış bir görünüm kazanıyor. En çarpıcı yan toplumsal meşruiyet ile evrensel değer meşruiyetinin karşı karşıya getirilmesiyle ortaya çıkıyor. Zihinler bu ikisi arasında seçim yapmaya itiliyor, siyasi kültür bu istikamette yeniden üretiliyor.

AYNA: VENEZUELLA

Türkiye ve son dönem yakın dostu Venezuella da bunlardan, tek ayaklı meşruiyet rejimlerinden birisi. Dahası Venezuella krizi vahim bir tek ayaklı meşruiyet krizi. Olup bitenlere en hızlı ve keskin tepki gösteren ülke Türkiye oldu, Maduro iktidarını gayri meşru ilan edenlere karşı durdu. Kamuoyu ve basın da bu tutuma gönülden katıldı. Aslında, Türk kamuoyunun Venezuella’yla ilgili bir bilgisi yok, basının da bu yönde bir gayreti yok. Tek bilgi, ABD’nin ve kimi ülkelerin Venezuella’da seçilmiş iktidarın yerine, kendisini devlet başkanı ilan eden meclis başkanını tanıması, sandık iradesine karşı tavır alması yönünde. Ve tepki, bunun kabul edilmezliği üzerine. Kabul edilmezlik tartışılmaz. Ancak Venezuella demokrasi ilişkisinin bu konuya hapsedilmesi de pek kabul edilemez. Seçimler Venezeulla’yı ve Maduro’yu demokratik kılmaya yetmiyor. Öyküye bir de şu tarafından bakalım:  

2015 seçimlerinde Maduro mecliste çoğunluğu kaybeder. Ancak hakim olduğu eski meclis, yenisine görevi devretmeden önce ve görev süresi sona ermesine rağmen Yüksek Mahkemeye 13 yeni üye atar. Ardından Madurocu Yüksek Mahkeme meclis kararlarını sistematik olarak bozmaya başlayacak, hatta kısa bir sure için de olsa, bir ara, meclisin yetkilerini üzerine alacaktı. Bu kaosu giderme gerekçesiyle Maduro 2017’de yeni bir anayasa yazılması için Kurucu Meclis oluşturulması için çağrıda bulundu. Kurucu Meclis seçilerek göreve başladı. Ancak, göreve başlamasının ardından olağanüstü koşulları gerekçe göstererek Ulusal Meclis’in yasama yetkisini kendi üzerine aldı. Ortalık bir kez karıştı. 6 ay sonra yapılan başkanlık seçimlerinini muhalefet boykot etti ve katılım oranı yüzde 46’da kaldı. Sonrası malum…

Bu hikayede iki seçim dışında demokrasiye dair bir şey bulmak pek mümkün değildir. 

Çelişkinin yaman olduğu ortada. (Seçimlere katılma oranı ne olursa olsun, kaldı ki, Latin Amerika’da her zaman düşüktür) Maduro’nun keyfi olarak iktidardan uzaklaşmasına destek, toplumsal iradeyi tanımamak anlamına gelir. Ancak Maduro’nun toplumsal iradeyi, evrensel etik ve siyasi değerleri ihlale, otoriterliğine bir gerekçe olarak kullandığı da açıktır. 

Ahmet İnsel’in son dönem yazılarında “seçimli otokrasi” olarak adlandırdığı, çağımız yeni çelişkisi, yeni belası da işte tam olarak budur. Birbirinden koparılmış iki meşruiyet kaynağı siyasi ceheneme işaret etmektedir.

Bazı durumlar ayna işlevi görürler, Venezuella da bizim için öyle.

Örneğin Ankara’nın Venezuella’ya gösterdiği yakın ilginin, orada yaşananlardan hareketle, dış müdahale, dış düşman, komplo hassasiyeti üzerine kurulu kendi resmi söylemine destek üretmekle yakından bir ilişkisinin olduğu muhakkak.

Ankara-Caracas arasındaki dayanışma bir demokrasi dayanışmasından çok popülist bir dayanışmadır.

Yorum Analiz Haberleri

Laiklerin maneviyat arayışı
Fitneden daha kötüsü fitneye meftun olmaktır
Diyarbakırlı Ziya Gökalp’e kulak verilseydi..
“Süreç ve Esenyurt aynı sayfada değil”
Zulme sessiz kalmak en kötüsü...