19. yüzyılın en popüler açıklama modellerinden biri, Karl Marx'ın "sınıf kavramı" üzerine dayandırdığı "çatışma" teorisiydi. Tekrarlamaya gerek yok: Marx'a göre tarih sınıf çatışmalarından ibaretti. Başlangıçta 'komün toplum' vardı; kendi içinde birtakım sebepler dolayısıyla iki sınıfa ayrıldı. Köleci toplum biçimi ortaya çıktı, bu toplum biçimini serf-senyör ilişkisinin tayin ettiği 'feodal toplum' takip etti. Kapitalizmle birlikte ortaya çıkan işçi-burjuva sınıflarının çatıştığı modern toplumdur. Bu sınıflar arasında süren çatışma komünist toplumun kurulmasıyla sona erecek ve süreç yeniden başlayacaktır.
Marx'ın dediği olmadı. Komünist rejimler sınıf farkını gideremedi, küresel kapitalizme teslim oldular. Dünün solcuları ve komünistleri bugün küresel kapitalizmin ulusal düzeyde önünü açmaya çalışıyorlar.
Fakat Marx'ın öne sürdüklerinin dışında sınıflar arası çekişme ve eşitsizliğin yol açtığı mücadele devam ediyor. Bu sefer eşitsizlik ülkeler, bölgeler ve bir ulusun içinde yer alan sınıflar arasında. Mücadele her zaman da maddi-ekonomik temelde gelişmiyor. Bu mücadelede semboller önemli rol oynuyor. Etnik ve dinî arındırmalar, bölgesel çatışmalar, işgaller çoğu zaman temel bir gerçeği gizliyor.
Aşırılaştırılmış 'vatan sevgisi', 'yüceltilmiş kurtarıcı ideolojiler', beğensin beğenmesin herkesin belli idollere veya kültlere sadakat göstermeye zorlanması, tahrifata uğratılmış kutsallıklar bazı gerçeklerin örtbas edilmesini sağlıyor. Kendilerini herkesten ülkeyi daha çok sevdikleri dolayısıyla imtiyazlı konumda görenler, diğerlerine, hatta geniş kitlelere hayat hakkını tanımak istemiyorlar. Son çeyrek asırdır Türkiye'de malum çevreler, düzenledikleri her gösteride "Gericiler İran'a" diye bağırdılar. Kimse çıkıp "Kardeşim, sen kimi, hangi hakla İran'a sürüyorsun?" demedi. Başörtülü kızlar acılarına belki bir çare bulur umuduyla Demirel'in kapısını çaldıklarında onlara "Suudi Arabistan'ın yolu"nu gösterdi. Yine bu çevreler Anayasa hukukunun amir hükümlerini hatırlamadı, "Demirel, sen milyonlarca Türk yurttaşı kadını ve kızı nereye gönderiyorsun?" diye sormadı.
Demek ki 30-40 sene önce "Komünistler Moskova'ya" bağırılıyordu, şimdi de kim kimden hoşlanmıyorsa, ona ülkenin çıkış kapısını gösteriyor. Çünkü herkes kendini bu ülkenin gerçek ve asli sahibi görüyor, muhaliflerine bu ülkede hayat hakkı tanımıyor.
Daha trajik-komik olanı, kendini "iktidar seçkini beyaz" zanneden bir köşe yazarının 22 Temmuz 2007 seçimleriyle ilgili şunları yazabilmesiydi: "Doğrusunu isterseniz 'Göbeğini kaşıyan adam'ın zaferidir bu. Taa genel seçimlerde kararı o verdi. Çocukları için aydınlık Türkiye isteyenler meydanlara dökülürken, o uzakta bıyık altından güldü, göbeğini kaşıdı ve dinci devletin yolunu açtı." (Hürriyet, 15 Ağustos 2007)
Türkiye'de hukuk, yargı, eğitim sorunları vb. birçok temel konuya bakarken, merkezi kontrol etme hakkını kendinde tabii bir imtiyaz olarak gören küçük bir zümrenin geniş halk kitlelerine, toplumun ana gövdesine karşı bir tür zümre asabiyetiyle hareket ettiği gerçeğini gözden kaçırmamak lazım. 367 garabetiyle hukuk tarihine geçen emekli bir yargıcın işaretiyle ülkenin en büyük şehrinin barosunun "İmam hatipliler eşit değildir, diğerleriyle eşit sayılması eşitliğe aykırıdır" türünden bir garabetle yaptığı başvuruyu yerinde bulan Danıştay'ın yürütmeyi durdurma kararı, bu zümrenin asıl mücadelesinin demokrasiye karşı olduğunu göstermektedir. Avukatlar, katillerin bile haklarını savunur. Bir ülkede barolar darbeleri ve eşitsizliği savunuyorsa bilin ki hukukun saygınlığını mağdurlar yükseltecektir.
Demokrasi teorisi, İslam dünyasında siyaset bilimi kitaplarının ötesinde bir anlam ifade ediyor. Pratikte demokrasi, ezilen, dışlanan geniş kitlelerin yönetime katılma, kendi gelecekleri ve hayatları üzerinde söz sahibi olma mücadelesinin yol haritası olarak algılanıyor. Batı'dan farklı bir oligarşik/zümre asabiyeti ve farklı bir sınıf mücadelesi sürüyor.
ZAMAN