Son günlerin hararetli tartışma konusu Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu. Adli yargı mensuplarının özlük hakları ve tayin terfileri konusunda tek yetkili organın bu kadar gündemde olması sağlıklı değil. Yargının tarafsızlığının güvencesi olması kurulun objektif kıstaslarla hareket etmesi gerekiyor.
Ergenekon Terör Örgütü Davası'na bakan hâkim ve savcıların usullere aykırı şekilde görev yerlerinin değiştirileceği iddialarının inandırıcı bulunması üzerine kara kara düşünmeliyiz. Kimsenin çıkıp 'olur mu öyle şey' demiyor olması gerçekten acı. Geçmiş tecrübeler, iddiaların inandırıcılığına güç katıyor.
Başlığa taşıdığım 'korkutucu/caydırıcı' etki benim sözüm değil. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin Sacit Kayasu kararında geçiyor. Türk hukuk sistemi açısından yüz karası diyebileceğimiz kararda şöyle denilmişti: "Bundan başka, devletin hukuk hizmetine ait bir kamu görevlisine, bu tarzda bir cezai müeyyide uygulanması, tabii olarak, sadece ilgili kamu görevlisi nezdinde değil, bütünüyle bu görevde olanlar üzerinde kaçınılmaz olarak korkutucu etki yaratacaktır." Kayasu, 12 Eylül darbecilerini yargılamak için iddianame hazırlayan bir cumhuriyet savcısı. Mezkur eylemi, kendisinin HSYK tarafından çeşitli cezalara çarptırılmasına ve sonunda meslekten ihraç edilmesine sebep oldu. Avukatlık yapmasına bile izin verilmeyecek şekildeki tardı da AİHM kabul edilemez buluyor. İlgi çekici bir örtüşme CHP, 12 Eylül'ün yargılanması için anayasa değişikliği teklifi veriyor. Aynı CHP askerin sivil hayatta vesayeti olduğu iddialarını en düzeyde yalanlıyor. AİHM ise 12 Eylülcüler hakkında kanuni takibat başlatan savcının 'Silahlı Kuvvetler aleyhine suç işlediği gerekçesiyle meslekten atılmasına ve hukuk alanında çalışmasına izin verilmemesine' itiraz ediyor. CHP'nin normalde Kayasu'ya sahip çıkıp savunması gerekir. Ancak tık yok. Kayasu ve benzeri örnekler, ülkemizdeki askerî vesayetin varlığını ve sınırlarını gösteriyor. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'ın ileri sürdüğü gibi askerî vesayetin olması için illa seçimlere müdahale edilmesi gerekmiyor. Ayrıca sivil hayat siyasetten, siyaset ise seçimlerden ibaret değil.
Yargıyı tartışmalı alan olmaktan çıkarmanın yolu büyük çaplı hukuk reformundan geçiyor. HSYK ve Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere milli iradenin parçası olma iddiasındaki kurumlarla millet arasında organik ilişki kurulması en önemli adım olur. Egemenlik millete ait ise ve millet, anayasadaki kurumlar eliyle bu iradeyi kullanıyorsa, arada bir ilişki ve iletişim modeli oluşturulması kaçınılmaz. Bazı Batı ülkeleri hâkimlerin doğrudan seçimle gelmesini bile sağlıyor. Bizde ise hiçbir ilişki ve iletişim yok. Yüksek yargıya ve HSYK'ya parlamento eliyle üye seçimi bunun en asgari yolu. Adı geçen kurum üyelerinin en azından bir kısmının parlamentolarda seçilmediği ender ülkelerden biriyiz. Yargıtay ile HSYK arasındaki seçimler de basit çoğunluk sistemine göre yapılınca aynı hukuki görüşün bütüne hâkim olması gibi bir sonuçla karşılaşıyoruz. Hâlbuki demokratik çoğulculuğun yaşanması gereken alanlardan belki birincisi hukuk.
İtalya'da benzer bir süreç olan Gladyo soruşturmasını yöneten Felice Casson'un Zaman'a verdiği bir beyanatla sözlerimizi noktalayıp darısı başımıza diyelim: Başlangıçta, yüksek yargı mensuplarıyla sorun yaşadım. Bana, soruşturmayı bırakmamı, yapılacak bir şey olmadığını söylüyorlardı. Sorun, yargının içindendi. Sonunda, beni göndermeyi denediler. Bir ara, Venedik'ten alınıp başka bir yere tayinim istendi. Ama İtalya'da Hakimler ve Savcılar Yüksek Konseyi var. Konsey, müdahale etti ve soruşturmaların çok mükemmel gittiğini açıkladı. Bu sayede soruşturmaya devam edebildim ve beni başka bir mahkemeye tayin ettirmek isteyenler kaybetti.
ZAMAN