18 Ocak 2007 sabahı şöyle bir haberle uyanabilir miydik?
“Ergenekon soruşturması kapsamında eş zamanlı gerçekleştirilen operasyonlarda 17 yaşındaki O.S. isimli bir kişi İstanbul’da, Yasin Hayal ve Erhan Tuncel isimli şahıslar da Trabzon’da gözaltına alındı. Yakalanan kişilerin İstanbul’da bir Ermeni gazeteciye yönelik suikast hazırlığı içinde oldukları iddia edildi. Operasyon çerçevesinde Trabzon Alay Komutanlığı ve Trabzon Emniyeti’nde görevli bazı komiser ve subayların evinde de polis arama yaptı. Aramalarda adı açıklanmayan bir albayın ajandasının astarından Şişli Halaskârgazi Caddesi’ndeki Agos Gazetesi binasını gösteren bir kroki çıktı.”
Bugün 19 Ocak 2009.
Hrant Dink iki yıl önce bugün öldürüldü. Hem de “Ruh Halimin Güvercin Tedirginliği” başlığını attığı son yazısında hepimize 2007’de öldürülebileceğini açık bir dille ihbar ettikten kısa bir süre sonra.
Mahkemesine Veli Küçüklerin dadandığını, Agos’un “Sabiha Gökçen Ermeni asıllı” haberleri yüzünden Hürriyet’in manşetlerinde teşhir edildiğini, Yargıtay Genel Kurulu’nun, yanlış anlaşılması mümkün olmayan yazısını yanlış anladığını, Valiliğe çağrılıp, istihbaratçılarca tehdit edildiğini 19 Ocak 2007’den önce biliyorduk.
Bizzat kendisi 19 Ocak’a giden süreci, adım adım, ölüm güncesini yazıyormuş gibi yazılarında anlatmıştı hepimize.
Peki, neden 18 Ocak 2007 sabahı yukarıdaki haberle uyanmamıştık?
İşte bugün Hrant Dink için yapabileceğimiz en iyi şey, bizi onun gerçek katillerine ulaştıracak bu soru üzerine düşünmektir.
Son yazısında Yargıtay Genel Kurulu’nun hakkında verdiği 301 kararı için söyledikleriyle, bize katilinin ipuçlarını da bizzat Hrant Dink vermişti:
“Bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı.”
Evet, Hrant Dink, “perde arkasında büyük bir güç” olduğuna, yani bugün kimilerince “fasa fiso” görülen derin devlet iddialarına inanıyordu. Nasıl inanmasın. O, bugün bizim ucundan kenarından görüp Ergenekon dediğimiz “şey” ile bizzat tanıştırılmıştı.
Onu gözlerimizin önünde 19 Ocak 2007’ye sürükleyen “Perde arkasındaki o büyük güç”, mahkemesi boyunca da varlığını hissettirmeyi sürdürdü.
Kardeşi Orhan Dink bu durumu 21 Ocak 2007 günkü gazetelere şöyle anlattı:
“Ağabeyim, geçen mayısta görülen duruşmasına Veli Küçük müdahil olmak isteyince yaşamından endişe etmeye başladı. ‘Küçük mahkemeye geldi huzurumuz kalmadı’ dedi. İşin artık tehlikeli boyuta vardığını söyledi. Küçük’ün ne demek olduğunu da biliriz, Kerinçsiz grubunun da. Ağabeyim, ‘Adres gösteriliyorum’ diyordu. En ciddiye aldığı grup da Küçük’ün grubuydu. Küçük’ten doğrudan tehdit gelmiş değil. Bu kişilerin bu tür hatalar yapacağını düşünmek mümkün değil. Küçük’ten sonra kurşun gelebilirdi ve geldi.”
Keşke Hrant Dink gibi başkaları da inansaydı bu ‘fasa fisolara.’ O ‘fasa fisolardan’ bir kısmı 19 Ocak 2007 gününe gelinceye kadar altı koca yıl boyunca bir çuvalda öylece bekletilmişti.
Şimdilerde homofobi, antisemitizm kokan küfür ve hakaretlerle saldırılıp, tu kaka edilen Tuncay Güney’in 2001’de verdiği ifadelerinden bahsediyorum. 2001’de Veli Küçük’ün, kendi halinde emekliliğini yaşayan bir paşa olmadığını anlatmaya çalışmıştı bize Tuncay Güney.
O gün bir savcı çıksaydı, Tuncay Güney’i ciddiye alıp en azından ifadelerin merkezindeki Veli Küçük hakkında bir soruşturma açsaydı, acaba bu şaibeli emekli paşa, Hrant Dink’in Şişli Adliyesi’ndeki 301 davasına “tesadüfen kalabalığı görüp, korumaları ve belindeki silahıyla” elini kolunu sallayarak bu kadar rahat girebilir miydi?
Dahası da var. Veli Küçük’ü Silivri’de bizzat dinledim. Ergenekon’u reddetti, JİTEM’i zaten hiç duymamıştı. Tek kabul ettiği şey ise bütün ömrünü Ermenilerle mücadeleyle geçirdiğiydi. Zaten “Ergenekon tertibi” de ona göre başka bir “Ermeni oyunuydu.” Ermenilerden bahsederken sesi hiddetlenen, memleketin bütün meselelerini kafasında Ermenilere bağlamış, yeminli bir Ermeni düşmanıyla karşı karşıyaydık. İşte bu Veli Küçük silahı ve korumalarıyla Hrant Dink’in karşısına çıkarılmıştı.
Ergenekon soruşturması Tuncay Güney’in ifadeleri üzerine 2001’de başlasaydı. En azından Hrant Dink’i öldüren o ağır hava dağılacaktı. Bugün Hrant Dink büyük ihtimalle yaşıyor olacaktı.
Peki, 18 Ocak 2007 günkü gazetelerde de “Ergenekon soruşturması kapsamında İstanbul’da bir Ermeni gazeteciye dönük suikast planının krokisi ele geçirildi” haberleri yer alsaydı. Ertesi günkü Ergenekon-septik medyada bu haberler “F-tipi polislerin yandaş basına sızdırdığı, muhalifleri sindirmeye yönelik yeni Ergenekon fasaryaları” diye yine de fasa fiso muamelesi görür müydü?
Büyük resmi görmedikleri veya görmek istemedikleri için büyük ihtimalle öyle olurdu.
Halbuki Hrant Dink, o büyük resmi, hem de ortada yeterince somut veri bile yokken, 19 Mayıs 2006’da Antalya’da yaptığı bir konuşmada şöyle görmüştü:
“Şimdi şu son olaylara baktığım zaman (Rahip Santoro cinayeti, Danıştay saldırısı) Türkiye’de o derin mühendisliğin harekete geçip önümüzdeki siyaseti (bu siyasetin içinde cumhurbaşkanlığı seçimi de var, genel seçimler de var) dizayn etmeye başladığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunu bir alternatif iktidar ya da AKP’siz bir siyasi düzen yaratma çabası olarak değerlendiriyorum.”
Hrant Dink katilini görmüştü. Uzun süre bize gördüğünü anlatmaya çalıştı. “Bana haddimi bildirmeye soyunmuş, varlığını hissettiren perde arkasındaki o büyük güç” diyordu.
Bugün 19 Ocak 2009.
Hrant Dink’in bahsettiği “o büyük gücün” adının Ergenekon olduğunu biliyoruz artık. Ergenekon’un fasa fiso olmadığına en büyük delil ise, bugün hepimizin içini yeniden sızlatacak Hrant Dink’in yokluğudur.
O büyük güce karşı iki yıl önce hiçbir şey yapamadık. Ama bugün yapabiliriz. Hrant için, adalet için, daha fazla gecikmeden yapalım...
TARAF