Hrant Dink Müdafaası

Yıldız Ramazanoğlu

Hrant Dink'in Türklüğe hakaret davasındaki mahkumiyet kararı üzerine ailesi AİHM'ye başvurmuştu. Türkiye'nin savunmasında kullandığı dil bir kez daha incitti aziz ruhunu.

Ermeni diasporasına seslenen ve Türk düşmanlığıyla kirlenmiş kanların temizlenmesini isteyen meşhur cümlesi aslında herkesin anlayabileceği kadar açıktı. Bilirkişiler de yazının suç oluşturmadığı yönünde karar vermiş olmalarına rağmen ısrarla ceza verildi. Bu karar onu hedef haline getirdi. Yanlışta ısrar edilerek mahkemeye sunulan savunmada Dink'in yazısının nefret söylemi olduğu tekrarlanıyor. Hatta cezanın haklılığının onaylanması için emsal olarak mahkemenin Almanya'daki bir Nazi örgütü liderinin konuşmasına verilen cezayı haklı bulması gösteriliyor.

Hrant Dink ile Ortadoğu'da Doğu Konferansı grubu olarak birçok seyahat yaptık. ABD'nin Irak'ı işgali onu derinden üzmüştü. Bu kötülüklere karşı birlikte ortak ruhumuzu nasıl oluşturabiliriz, direnmenin de ötesine geçip bölgede nasıl yeni bir konsept oluşturulabilir gece gündüz bunları tartışıyorduk yollarda.

Bağdat Fragmanı kitabımda onun nasıl bir kırlangıç yuvasında büyüdüğünü anlatmıştım. Aydın diye tanımlanmak, yazar ya da yayın yönetmeni denmesi onun kimliğini oluşturan ana kriterler değildi. Bir kalıba girmeye ihtiyacı yoktu. Belli bir mesafeden başladığı bir konuşmayı birkaç saniye sonra bütün yüreğini koyarak hiçbir hesap kitap kaygısı olmadan içinden nasıl geliyorsa öyle sürdüren biriydi. Yazmak konuşmak bir büyüklenme vesilesi olabilir miydi, bütün bu çabalar hakkın yerini bulması için araçtan ibaretti. Herkese selam veren, insanlar arasında entelijansiyamızın kurduğu cinsten ast üst hiyerarşileri kurmayan, kısacası önce insan olmanın ya da ecco homo! diye işaret edilmenin keyfiyetine tam denk gelen biriydi.

Birini görünce hiç düşünmeden adam gibi ilk selamı vermeyi onda gördüm. Bir saniye bile allame olduğunu unutmayan, kibir makamında kasılıp kalmış sağdan soldan İslami cenahtan kimi yazar çizer sanatçı düşünür bilge kanaat önderi denilen önemli adamların aksine onun adının yanına hiçbir unvan ve makam yakışmıyor. Ona sadece insan demek her şeyi açıklamak için yeterli. Kadın erkek eşitliğindeki insani denkliği içselleştirmiş biri olmasına rağmen, bu zihinsel yapılanma onun kadınlara nezaketle öncelik tanımasına engel olmuyordu. Batılılaşma adına Doğu'nun kadını kollayan hassasiyetini kaybetmemişti.

Bir izlenim röportajında (Hürriyet-2 Ekim 2005) Hrant Dink'in anlattığı sahne bir çocuğun yaşam enerjisinin bütün tellerini koparacak cinsten. Kumar tutkusu yüzünden annesinin, babasından ayrılma kararı almasından sonra birini tercih etmek yerine iki kardeşiyle beraber hiç beklenmedik başka bir yöne koşmuşlar. Kumkapı'da bir balıkçı sepetinde gecelemeye doğru.

Şehbal Şenyurt'un çektiği Kırlangıcın Yuvası (2007) belgeselinde Hrant Dink bundan sonrasını anlatmış. Gedikpaşa Ermeni Yetimhanesi'nde Kilise'yle iç içe geçen acı tatlı günler. Sonrasında şehir içinde yer sorunu çıkınca vakıf Tuzla'dan bir arsa almış ve burada bir çocuk kampı kurulması kararlaştırılmış. Trenlerle getirilen yetim çocuklar uzun bir yol yürüyerek ulaştıkları bu ücra ve çıplak arazide çadırlara yerleştirilmiş. Burada Dink'in sıfırdan yuva kurmaya çalışan çocukların var olma macerasını hiçbir sitem yüksünme itham suçlama olmaksızın kaderine neredeyse âşık olarak anlatma üslubu çok sarsıcıydı. Gözlerinden hatırlama sevinci taşarak. Minicik başı kabak çocuklar küçük omuzlarının taşıyamayacağı ağır bir hayata yuvarlanmamışlar da, sanki güle oynaya bir mukavemet sınavına katılmışlar. Yaşama istenci her türlü imkânsızın üstesinden gelebilir ve bunu kanıtlamak da çocuk insanlara kalmış sanki. Kuyu açan, ağaç diken, tulumba yapılana kadar onları kovalarla su taşıyarak sulayan, yuvalarını denizden taşıdıkları kum ve çakılla günbegün yükselten çocuklar. Bahçedeki minik havuzdan, içindeki kurbağalarla dostluklarından söz ederken o bu ülkenin binlerce yetim çocuğunun da sesiydi. Hepimizin yankısıydı. Demek bunun için mütevazı, bunun için insan, bunun için bütün acılara yakındı. Devletin yetimhaneye el koyup kırlangıcın yuvasını böyle yıkıp dağıtmasına öfkelenirken, hakkını arayacağını söylerken bile kararlılık var ama nefret yoktu sesinde. Ölümünden çok kısa bir süre önce tamamlanan belgeseldeki son sözlerine ne demeli. "Haksızlıklar zaman içinde geçip gitmez." diyordu. Ölmedim daha, her şeyin şahidi olarak yaşıyorum daha diyordu. Geri vermeseler bile bu yetimhanenin benzer amaçlarla kullanılmasından, elleriyle yaptıkları yuvanın böyle metruk ve yıkık kalmamasından yanaydı.

19 Ocak 2007. Bu ülkenin topraklarında gözüm var evet ama gömülmek için diyen, barış ve kardeşlik için nefes tüketen adam öldürüldü. Onunla bir kez oturup konuşma şansı olsa gözlerine baksa bundan hemen vazgeçecek gencecik biri kullanılarak hem de. Rakel Dink'in söyleyişiyle bu ülkede kin ve nefretle kanı kandan üstün tutarak gelecek kurulamaz. Karşındakini de kendin gibi görerek kendin gibi sayarak olur.

Burada Ermenistan'a gitse oradaki haksızlıklara dayanamayıp yine başını belaya sokacağını söyleyen, Avrupa'da üç günden fazla yaşayamayıp vatanını özleyen, Batı ülkelerine kaçıp gitmek gibi hazır cennetlere değil cehennemleri cennete çevirmeye talip, bu ülkenin güvercinlere dokunmayacak ruhuna son ana kadar iman etmiş bir safi yüreğin sesinden söz ediyoruz. Bir şey söylemeye çalışıyordu.

Onunla son karşılaşmamızı Doğudan dergisinin Hrant Dink dosyasında anlatmıştım. (Ocak-Şubat 2009) 2006 Ağustos'uydu. Kadıköy'de ÖDP'nin düzenlediği bir arada yaşama mitingi. Farklı kesimlerden konuşmacılar gelmişti. Ben de bir arada yaşamanın zemini ve asgari müşterekleri üzerine bir konuşma yapacaktım ve beklerken ilk konuşmacı olan Adalet Ağaoğlu ve Nuray Mert ile sohbete dalmıştık. Yanımda kızım da vardı. Orta yaşlı eğitimli aklı başında birine benzeyen bir beyefendinin yanımıza gelip biraz bekledikten sonra bu ülkede benim gibilerle birlikte yaşamak istemediğini, bu meydanda konuşmamı kabul edemeyeceğini söylemesi, hakarete varan sözler sarf etmesi üzerine yanımda bulunan Nuray Mert'in nasıl sert tepki verdiğini unutamam. Gerçi artık böyle şeylerden yaralanmıyordum bile, sadece çocuklarımızın tanık olması endişe vericiydi, onların geleceği ile ilgili olarak derin bir üzüntü içindeydim. Kalabalığa doğru yürürken gördüm onu. Beyaz pamuklu bir gömlek giymişti ve bana doğru kollarını iki yana açarak "Merhaba dostum!" diyerek geliyordu. Hakkındaki dava sonuçlanmış, Türk düşmanı ilan edilmiş miydi hatırlamıyorum. "Benim sayısız Türk dostum var, birlikte yaşadığım insanlara, doğup büyüdüğüm topraklara nasıl düşmanlık beslerim" diyordu. Birçoğumuzun kendimizi dışlanmış, aşağılanmış, anlaşılmamış hissettiğimizde söyleyebileceğimiz gibi "gideceğim bu yerlerden ya dostlarıma haksızlık olur" dediğinde ne diyeceğimi şaşırmıştım. Yine de sonuna kadar haksızlığın ortadan kalkacağını umut etti.

Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu AİHM'ye gönderilen savunma için 'Ruhuma birçok krizden daha ağır geldi, içime sindiremedim.' demiş. Samimiyetinden hiç kuşkum yok. Cumhurbaşkanımızın da çok üzüldüğünü biliyoruz. Hrant'ın arkadaşları Bilgi Edinme Yasası'ndaki haklarını kullanıp soruyorlar: "Peki herkesi üzüntüye boğan bu savunmayı kim hazırladı?" Neden zamanında dostane çözüme gidilmedi de onu bir kez daha öldürecek işler yapılıyor? Ona kasteden süreç her yönüyle aydınlatılmalı.

ZAMAN