Fail: Ergenekon…
Siyasi Hedef: AKP…
Strateji: Ulusalcı histeriler üzerinden toplumsal kaos…
Amaç: Oligarşik düzenin tahkimi…
Alternatif Çözüm: Militarist bataklığın her alanda kurutulması…
***
O günlere gidelim ve Hrant Dink suikastının ardından ortaya atılan komplo teorilerini bir hatırlayalım…
Birilerine göre O, “Türklüğe hakarette çok fazla ileri gittiği ve öne çıktığı için” veya “Ermeni diasporasının hedefi olduğu için” öldürülmüştü.
Başka birilerine göre de “CIA ve MOSSAD’ın Kerkük konusunda Türkiye’nin kararlılığını ortadan kaldırmak amacı gütmesi” ya da “Hükümete yönelik ve cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin süreci etkileyip 12 Eylül ruhunu canlandırma” amacıyla katledilmişti.
Bir tane daha var ki, onu da eklemeden edemeyiz: “Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde ‘Ermeni Sorunu’ üzerinden sıkıştırılması amacı.”
Buna mukabil ortaya atılan “devletçi-milliyetçi” söylemleri de hatırlayalım: “Kurşun Türkiye’yi hedef seçmişti”; “Birlik ve beraberlik içeren açıklamalar dışında, Türkiye’yi yıpratmak isteyenlerin tutumlarına çanak tutacak ifadelerden sakınılmalıydı.”
Bitmedi, bütün bunlara Hrant Dink’in “Milli Kuvvetlere bağlı ve TC politikalarına danışmanlık yapan gönüllülerden olduğu”na değin bir dizi değerlendirme kamuoyunun zihnine boca edilmişti.
Böylelikle kimileri “devletini” düştüğü bunalımdan kurtarmaya ve çamuru başka taraflara sıçratmaya çalışırken, diğerleri ise muhtemel olumsuz siyasi sonuçları engelleme amacıyla lokal açıklamalarla işi geçiştirmeye çabalamaktaydı.
İyi Çocuklar ve Onların Ağabeyleri Dış Mihrak Falan Değildi!
Dink cinayeti siyasi ve simgeseldir. Ama TC’nin on yıllardır gerek Kürt unsurlar, gerekse Müslümanlara ilişkin nice siyasi ferdi ya da kitlesel cinayetlere ve hukuksuzluklara imza attığı unutulmamalıdır. Bir takım stratejisyen zevat tarafından o günlerde ağızlara pelesenk edilen “Devletin Dink’in ölümünden ne çıkarı olabilir?” cümlesi kralın çıplak olduğunu ortaya seren tüm gerçeklerin üzerini örten bir çarpıtmayı ifade etmekteydi. Nitekim siyasi cinayet sadece kurşun sıkarak ya da bomba koyarak gerçekleşmez. Asıl operasyon sürece yayılmış ve yoğunlaştırılmış seküler, militer vesayet uygulamaları, ekonomik ve siyasi rant kavgaları gereği nesillerin tüketildiği, dönüştürüldüğü, kirletildiği, tektipleştirildiği, -yeri geldiğinde- ortadan kaldırıldığı icraatlardır.
Şemdinli’de patlatılan ve fitne ateşini daha da körüklemeyi amaçlayan bombalar dış mihrakların işi değildi ve ülkeyi karıştırma yolunda gazeteci cinayetlerinden daha az etkili değildi. Ülkenin başbakanının “Kürt sorunu”nun çözümüne dair sarfettiği sözlerin hemen ardından patlayan bu bombalar CIA ya da MOSSAD işi miydi? Eğer birileri K. Irak ve Kerkük konusunda ve dahi Kürt sorununun çözümünde Türkiye’ye köstek olmak için cinayet işledi ise; Kürt illerindeki fitne ateşini kor tutmaya yüz tuttuğu dönemlerde körükleyenlerin icraatlarının bundan aşağı kaldığını kim iddia edebilir? Bunların yaptıklarının Irak’ta mezhep savaşını körükleyen ellerden ne farkı var?
Oligarşinin vatandaşları yoktur, ideolojisi ve çıkarları vardır. Ülke insanını ezen, ona her türlü parya muamelesini reva gören, 301 vb. maddelerin “sokaktaki vatandaşı değil gazeteci, yazar-çizerleri hedef aldığı”nı açıkça ilan eden, TMK ile ülke insanına potansiyel terörist muamelesi yapan, buna göre kanunlar çıkarıp, uygulamalar ortaya koyan icracılar var iken, “dış mihrak” ya da “Türkiye’yi bölmek isteyenler” edebiyatına ne hacet? Eğer Türkiye’nin bölünmesi söylemini dillendirenler samimi iseler, ahlaki olan öncelikle fiili bölünmüşlüğü körükleyenleri adres göstermek değil midir? Danıştay saldırısının ardından “süreklileştirilmesi gereken protesto” çağrıları yapanların, Cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmalarını “Ara rejim” gündemlerine ve 12 Eylül ruhunun yeniden canlandırılmasına çevirenlerin, gerektiğinde tüm teamülleri, anayasayı ve hukukun işleyişini hiçe sayanların bu ülkeye yaşattıkları sancılar, siyasi cinayetlerin geçici atmosferine nazaran daha kalıcı ve iz bırakıcı değil mi?”
Hem Ermeni Hem Demokrattı,
Katmerli Muhalifliğin Sancılarını Çekmişti
Hrant Dink demokrat kimliğiyle öne çıkmıştı. “Günahı” ya da “hatası” belki de demokratik taleplerini Ermeni meselesi üzerinden gündeme getirmesiydi. Hem diasporadaki Ermeniler, hem de yerli şovenistler onu işlerine geldiği gibi anladılar; anlamak istemediler. Fikirlerini Ermenistan’da dile getirseydi, belki oradaki ulusalcılar da kendisine daha farklı bir muameleyi reva görmeyeceklerdi. Nitekim o ve onun gibilerinin -kendi tabirleriyle- “insancıl, barışçıl demokratik söylemler”i tüm şoven histerilerin düşman algısı içerisindedir. “Bu söylem bölücüdür!”, “AB ve ABD’nin çıkarlarına hizmet eder!”. Kürtler ya da Müslümanlardan sadır olan eleştiriler de bu bağlamdan ayrı düşünülemez. Despotizm, her türlü eleştiriye ve çıkarlarını zedeleyen söyleme karşı pür dikkattir.
Dink, Ermenilerin tarihi bilincindeki yaraları onarmaya çalışmıştı. Ceza aldığı satırlarda yanlış anlaşılmaya müsait “zehirli kan” ifadesi her ne hikmetse -paradoksal bir biçimde- hem yerli oligarşiyi, hem de diasporadakileri rahatsız etmişti. Ermeni Patriği’nin bir yıl önce kendisi hakkında yaptığı açıklamalar, Agos gazetesinin politikalarından duyduğu rahatsızlık ve onu “çizmeyi aşmak”la suçlayıp, “sivil toplumcu” olarak nitelemesi bunu doğrular nitelikteydi. Demokratik anlamda muhalif olmanın sancılarını zaman zaman verdiği “…Bu, Osmanlı’nın bir sorunuydu…” ya da “Katliamı Kürtler yaptı.” şeklindeki açıklamalarında gözlemlemek mümkündü. Ancak O da, Türk ulusalcılığının hışmına uğramış her kesimde gözlemlenen tepkisel duruşlardan tam anlamıyla sıyrılmış değildi. Beşeri bir ideolojinin peşinden sürüklenen her muhalif duruş sahibinde var olan çelişkiler kendisinde de mevcuttu. Türkiye’nin tutumunu eleştirirken, Fransa’da çıkarılan yasa taslağının karşısında da yer aldığını söylemesi tutarlı bir duruşa işaret olarak gösterilirken, Ermenilere güçlerini Ermeni devleti üzerine teksif etmelerini, zira “…Damarlarındaki asil kanda bu gücün varolduğunu…” belirttiği satırlar eleştirdiği kesimlerin ideolojik/seküler duruşuna yakın düşüyordu. Nitekim “…çağımızda iki diasporanın var olduğunu; Ermeni ve Yahudilerin mağdur edildiklerini ama Yahudilerin kendi sorunlarını dünyaya kabul ettirmede başarılı olduklarını, ancak Ermenilerin bu konuda zaaf gösterdiklerini…” belirttiği satırlar da onun emperyalizm ve Siyonizme ilişkin tahlillerindeki zayıflığın da bir göstergesiydi. Bütün bunlara rağmen “…AB sürecinde bu ülkedeki bir azınlık cemaati olarak yeni hak talepleriniz var mı?” mealindeki bir soruya, “Bu ülkede çoğunluğu teşkil eden Müslüman halkın hakları alanında yaşanan baskı, yasak ve haksızlıkları dikkate aldığımda kendimiz için ilave haklar talep etmekten utanıyorum.” diyecek kadar da ahlaklıydı.
Haddini Aştığı İlk Olay!
Ya da
Güvercin Ürkekliğine Hapsolmak!
Dink, daha önce de, 2002 yılında Urfa’da verdiği bir konferansta “Ben Türk değil Türkiyeliyim ve Ermeniyim” dediği için “Türklüğü aşağılamak”tan üç yıl yargılanmış ve beraat etmişti. Aynı yıl kendisine Türkiye İnsan Hakları Örgütü tarafından “Düşünce ve ifade özgürlüğü” ödülü verilmiş, ardından Almanya, Norveç ve Hollanda merkezli pek çok uluslar arası ödüle de layık görülmüştü. Ancak Orhan Pamuk ve Elif Şafak’ı beraat ettirmek için kırk takla atan devletlu zevat, onun 6 aya mahkum edilmesini uygun görmüştü. Yani bir nevi “haddini bilmesi için” uyarılmıştı!*
Aslında resmi tezlere ilişkin yazıp çizdiklerinin bu derece dikkat çekmesine asıl kaynaklık eden olay, 6 Şubat 2004 tarihinde AGOS’ta yayınlanan Mustafa Kemal’in manevi kızı “Sabiha Gökçen”le ilgili haberdi. “Sabiha Hatun’un Sırrı” başlıklı ve Dink’in imzasını taşıyan bu haberde Gökçen’in Ermenistan’lı akrabaları konu ediliyor ve O’nun aslında yetimhaneden alınmış bir Ermeni yetim olduğu iddia ediliyordu. Bu haber, Hürriyet’te 21 Şubat 2004 tarihinde Agos’tan alıntılanarak manşetten verilince yer yerinden oynamıştı. Onbeş günü aşkın bir süre tüm köşe yazarları habere ilişkin çeşitli yorumlarda bulunmuşlar, değişik kesimlerden beyanatlar gündemi işgal etmişti. Bunlardan en önemlisi ise Genelkurmay Başkanlığı’nın yaptığı yazılı açıklama olmuştu. Genelkurmay bu haberi yapanlara karşı “Böyle bir sembolü, amacı ne olursa olsun tartışmaya açmak, milli bütünlüğe ve toplumsal barışa karşı bir cürümdür” açıklamasıyla tepki koymuş, “haberi yapanların art niyetli olduklarının” altı çizilmiş ve “Türk kadınının miti ve sembolü haline dönüştürülmüş bir kişinin Türklüğünü birden bire onun üstünden çekerek o kimlikte deprem yaratmaya çalışan” densizlerin kim olduğu sorulmuştu. Dink, ertesi gün valiliğe çağırılmış ve uyarılmıştı. Üstelik böyle bir teamül bugüne dek işletilmemiş olduğu halde, Dink, bu hususta istisna kılınmıştı. Ve kendi tabiriyle “güvercin ürkekliğine hapsolacağı” bir süreç başlamıştı.
Bedel Ödeten Medyanın Timsah Gözyaşları
O, hedef tahtasına oturtulup bir simge haline getirilmişti. Bunu yapanlar, bu ülkenin ulusalcı-şoven histerilerle ayakta kalabileceğini, milliyetçi umdelerle toplumun sorunlarının çözülebileceğini düşünen kesimlerdi. Ve elbette ki onların borazanı konumundaki medya. Vurulduğu ilk saatlerden itibaren timsah gözyaşları dökenler, aslında işaret fişeğini ateşleyenlerden başkası değildi. Ona ‘badem gözlü’ muamelesi yapanların pek çoğu, dün saldırmakta bir beis görmüyorlardı. Tıpkı Atilla Yayla ve İLKAV olaylarında süregelen iftira, karalama, aşağılama ve tecrit etme örneklerinin benzerleri, Dink’in ‘Sabiha Gökçen’ haberi ve 301’e konu olan yazısındaki düşüncelerine ilişkin olarak işletiliyor, adeta ülkeyi terk etmesi için zorlanıyordu. Hatta İstanbul Ülkü Ocaklarının Agos gazetesi önünde yaptıkları “Ya Sev! Ya Terk Et!” protestosu Kanal 7 televizyonu ve Özgür Gündem gazeteleri dışında hiçbir basın organında yer almamış, adeta örgütlü bir sansür uygulanmıştı. Dink’in öldürülmesinin ardından “Eyvah işte şimdi Ermenileri katlettiğimiz tescillenmiş oldu!” endişesinin ilk şokları atlatıldıktan sonra ortaya konan mizansen ise Batı karşısındaki mahcubiyet ve siyasi popülizmin dışa vurumundan başka bir şey değildi. Yoksa demokrasinin ya da hukuk devleti ilkelerinin darbe almış olması, haksız yere bir cana kıyılmış olması, muhalif unsurların söylemlerinde bir tutarlılık, ahlak, idealin var olabileceğinin kabul edilmesi onların kitaplarında yazmazdı. Onlar konjonktüre uygun olarak bazen ‘küfrederler’, bazen ‘ağlarlar’ bazen de ‘görmezden gelirler’ ama sürekli olarak ve kesintisizce hakkın ve adaletin karşısındaki konumlarını korurlar. Kurdukları “ama”lı cümleler bazen ABD yandaşlığının, bazen AB lobiciliğinin, bazense savaş çığırtkanlığının şuur altındaki gerçek göstergesidir. Dink olayında da bunun sayısız örneklerini sergilediler. Bukalemun misali o gün aniden “Hepsi Ermeni”, “Hepsi Hrant”, “Hepsi Kardeş” oluvermişlerdi. Bugünlerde de cinayetin çözülmesine dönük sözde iştahlı taleplerini yinelemekteler ama amaç hiç değişmedi. Ölümü üzerinden amaçlanan siyasi hedeflere, bugünlerde ölümünün üzerindeki sis perdelerinin -sözde- kaldırılmak istenmesi üzerinden ulaşılmaya çalışılıyor.
Müfterilik Siyasetleri O Gün de İslami Çevrelere Yönelik İşlemiş Ama Tutmamıştı
“Cuma namazı” ya da en azından bir “Nizam-ı Alemci milliyetçi-muhafazakarlık” müfteriliği tutsaydı eğer, o zaman kopacak gürültü, bütün heyülaların üzerine çıkacaktı. Danıştay saldırısının ardından hercümerce dahil edilen “tekbir sesleri-namaz” ilişkisi ne idiyse, “Bu ülkeyi kimse bölemez!” naraları arasında bir Ermeni-Müslüman zıtlaşmasına malzeme kılınan yorumlar da aynıydı. Bu yaklaşımlarıyla İslam düşmanlığını biliçaltlarına nakşetmeye çalışıyorlar ve yaptıkları haberleri “Kimse üstüne alınmasın, biz projeksiyonu şeriatçıların üzerine doğrultuyoruz.” pişkinliğinde sunuyorlardı. Aynı aymazlık oligarşinin gücüyle otuz yıldır koltuk işgal eden ama aynı oligarşinin kasetleriyle siyasi hayatı sonlandırılan Deniz Baykal gibilerden de sadır oluyordu. Hem de henüz Dink’in cesedi yerde yatıyorken bağlandığı TV kanalında sarfettiği “…bir din meselesi var mı yok mu…bakmak lazım” mealindeki “şüpheler” eşliğinde.
Cinayetin müsebbipleri kitleleri çözen, dumura uğratan, kirleten, bölen ideolojileri ve pratikleriyle hala aramızda dolaşmakta. Ogün Samast üzerinden geliştirilen “Terörle mücadelede şehitler veren şu Trabzon’a bir şeyler oluyor!” edebiyatıyla gencecik beyinlerin asıl kimler tarafından iğdiş edildiğinin üzerini örtmeye çalışanlarla; Heronlar’dan izledikleri görüntülere “Bizim çocuklar zorda bir şeyler yapmalıyız” cümlelerini sarfedenlerin aynı kişiler oldukları artık delilleriyle sabit. Ama bataklık ve bu bataklıkta büyüttükleri nesiller sayesinde klasik endoktrinasyon yöntemlerinin etkileri maalesef devam edegelmekte.
Hrant’ın eşi Rakel Dink'in, cenaze töreninde sarfettiği cümleyi bir kez daha hatırlayalım:
"Bebekten bir katil yaratan karanlık sorgulanmadan, hiçbir yere varılamaz."
“Haksız yere bir cana kıyan, bütün insanlığa kıymış olur.”
Bu vahyi ilke Arif Doğan, Burhanettin Bigalı, Hulusi Sayın ve onların taptıkları tarihi şahsiyetlere ithaf olunur!
---------------------------
* Hatırlanacak olursa, Orhan Pamuk için, daha dava celsesi başlamadan o günlerde “Davanın düşürülmesi için ne yapılabilir?” arayışları hakimdi. Adalet Bakanı ise kamuoyundan çekindiği için bir yandan Pamuk’a ateş püskürürken, diğer yandan da ortaya çıkıp “Ben böyle bir şey demedim” demesi için çağrılarda bulunuyordu. Sonuçta “Pamuk davası”nın ilk celsesi gerçekleşti ve bu ilk duruşma esnasında yaşanan “yumurtalı saldırılarla” Türkiye batı kamuoyunda eleştiri alınca, davanın diğer celsesinde aynı mizansenler yaşanmasın diye ikinci celsenin yapılmasına bile gerek kalmadan dava düşürülmüştü. Benzer bir süreç de Elif Şafak davasında yaşanmıştı. Öncesinde hayli patırtısı koparılan dava daha ilk celsesinde, Şafak’ın mahkemeye görünmesine bile gerek kalmadan, sona erdirildi. Bu teknik çözümlerden herkes memnundu. Başbakan Tayyip Erdoğan dahi Şafak’a telefon açıp geçmiş olsun dileğinde bulunmuştu. Bu “hafif atlatmalı” sürecin son halkası ise, Ermeni Konferansı’nın sonrasında yazdıkları nedeniyle haklarında “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla dava açılan gazeteci ve akademisyenlerin yaşadıklarıydı.