Yasin Aktay / Yeni Şafak
Bir tarih kuyumcusu Mikail Bayram Hoca’nın ardından
Uzun süredir tedavi görmekte olan değerli Selçuklu tarihçisi Prof. Dr. Mikail Bayram Hoca’nın dâr-ı bekâya irtihalini bildiren haberini, Şehit İsmail Heniyye’nin cenazesi için Doha’ya indiğimiz dakikalarda öğrendik. Bu da öyle bir tevafuk. Doha’dan aynı gün dönüp ayağımızdaki şehit kabristanının tozuyla Mikail Bayram hocayı son yolculuğuna uğurlamak üzere Konya’ya yöneldik. Kendisine ve cenazesinde hazır bulunanlara İsmail Heniyye’nin cenazesi esnasında kulaklarımızda, haleti ruhiyemizde kalmış bütün duyguları, duaları, selamları ulaştırdık. Gördük ki Mikail hocanın duasına koşanların duygularında da Şehit İsmail Heniyye ile cenazesine koştukları sevgili hocalarına karşı duaları birbirine katışmış.
Selçuk Üniversitesinde çalıştığım uzun yıllarda tanışmayı ve sohbetlerinde bulunmayı en büyük nimet bulmuş olduğum isimlerden biri de Mikail Hocaydı. Her zaman aynı şekilde yad ettiğim bir diğerini de yani, Sait Şimşek Hocayı da geçtiğimiz Kurban Bayramının 2. gününde dâr-ı bekâya yolcu etmiştik. Konya’nın ilim ve irfan sahasında arka arkaya iki büyük yıldız kaymış oldu, benimse Konya ile hala devam eden en güçlü bağlarımdan ikisi.
Mikail Bayram Hoca yıllarca çalıştığım aynı fakültenin Tarih bölümünde öğretim üyesiydi. Selçuklu araştırmaları konusunda Türkiye’de üstüne yok denilecek türden biri. Mükemmel Farsçası, Arapçası, Azerice, Kürtçe hatta Sâsânî dönemi Pehlevîce ve Osmanlıcasıyla Orta Çağ tarihçiliğinin gerektirdiği donanıma fazlasıyla sahipti. Daha önce de bir vesileyle yazmıştım, 13. yüzyıl Konya’sında ikamet etmekte olan 2500 hanenin bütün yerleşim planlarını, içinde yaşayan insanların künyeleriyle birlikte biliyordu. O yılların Konya’sı adeta zihninde kazınmış, sokak sokak, ev ev içinde geziniyor ve refakat edenlere rehberlik ediyordu Yıllarca Konya’daki Yusuf Ağa Kütüphanesinin belki de tek müdavimiydi. Kaç defa onu ararken orada bulmuşum, hatta aramazken, kütüphanenin yanından geçerken içeriye bir göz atmış orada bulmuşumdur. Oradaki binlerce tarihi yazma eseri didik didik etmiş, birçoğunu defalarca okumuş, üzerinde çalışmalar yapmıştı.
Müthiş bir hafızası, okuduğunu hemen zihnine kaydetmesini sağladığı gibi bilgiyi iyi analiz eden bir muhakemesi de vardı. Selçuklu döneminin hem sosyal hem kültürel hem dini yanını araştırmak isteyenler için, o dönemin farklı akımları olan Mevlevilik, Kalenderilik, Hurufiliğin tarihi ve sosyal, siyasi, kültürel bağlamlarını anlamak açısından mütebahhir bir kaynaktı. Aynı zamanda Moğolların Selçukluların inhitat dönemindeki faaliyetlerini yazılı kaynaklardan ele alarak bütün ayrıntılarıyla tasvir edebiliyordu. Aslında sadece Selçuklu dönemi ile ilgili değil, Hulefa-i Raşidin, Emevi, Abbasi ve Hurremiler dönemindeki siyasi çalkantılar üzerine de emsalsiz araştırmaları ve ufuk açıcı tespitleri vardı. Bilhassa Şiiliğin ortaya çıkışı ve ardından İran’ın kadim tarihi ve dinsel kültürel kaynaklarıyla sentezlenmesinin izini sürebilmek üzere Zerdüştîlik, Avesta, Hodanâme, Mazdekîler, Parisîleri de çok iyi incelemişti. Hepsini de temel kaynaklardan, el yazması eserlerden, bazen de yerinde. İran’a seyahatleri esnasında daha altmışlı yıllarda Humeyni’yi görmüş tanımış, sonrasında da söylemlerini, Şiiliği, tarihsel ve güncel dönüşümünü veya dönüşemeyişini izlemeye devam etmiş. Fars ve Türk şiirinin büyük ustası Şehriyâr ile şahsi dostluk kurmuş kendisine şiirler yazmıştı. Bu arada Mikail hoca aruz vezninde şiirler de yazan, edebiyat zevki yüksek biriydi. Şiirlerini Sarayî başlığı altında bir divanda toplamıştı.
Bu mütebahhir kaynaktan daha fazla eser sadır olması gerektiğini düşünüyor insan. Ne yazık ki birikimiyle mütenasip miktarda eser koymadı. Ortaya koydukları eserler tartışmalı konularda da olsa çok değerli. Belki de tartışmalı konularda olmaları onları daha da değerli kılıyordur. Allah’tan ömrünün son 5 yılında kendisiyle tanıştıktan sonra hayran olmuş, ağyarın yeterince kadir kıymetini bilemediği bu hazineden olabildiğince faydalanmayı ve ilim ve fikir ehline aktarmayı misyon etmiş Mehmet Akif Koç. Kendisiyle yarı ansiklopedik formatta olacak şekilde 99 isim ve 99 kavramla ilgili nehir söyleşi tarzında bir seri mülakatla çok değerli (iki ciltlik) bir eser daha ortaya çıkarmış. Bütün bu mülakatlarının sonunda kendisine başta çekinerek yakıştırdığı “tarih kuyumcusu” vasfının fazlasıyla hak edilmiş olduğu kanaatine varmış.
Mikail Hoca’nın araştırmalarına, okumalarına ve tabii ki kendi değerlendirmelerine konu olan 99 isim arasında örneğin Ahi Evren, Sadreddin Konevî, Mevlânâ Celâleddin Rumî, Şems-i Tebrizî, Cengiz Han, Emir Timur, İbn Haldun, Cemalettin Efgânî, Mehmed Akif, Said Nursî, Seyyid Kutub, Muhammed İkbal, Humeyni, Mevdûdî ve Said Nursî, Halil İnalcık, İlber Ortaylı, Tayyib Okiç, Tâvît et-Tancî, Muhammed Hamidullah, Ebu Ğudde, Zeki Velidi, Abdülbaki Gölpınarlı, Erol Güngör, Abdülkerim Sürûş, Seyyid Hüseyin Nasr, Annamarie Schimmel gibi isimler var.
Koç, “Bir Eski Zaman âliminin ardından” yazısında hem hocayı hem bu kitabı daha ayrıntılı bir şekilde tanıtmış. Bu çalışması için teşekkürü ve takdiri fazlasıyla hak ediyor.
Mikail Hocanın bir başka özelliği, Mevlâna hakkında onun Ahilerle olan çatışmalarına dair bilinenlerden epeyce farklı görüşlere sahip olmasıydı. Sahip olduğu çok rafine imaj dolayısıyla Mevlâna isminin birileriyle çatışıyor olabileceği fikrinin kendisi zaten insanlara pek hoş gelmiyor. Ama Mikail Hoca, Mevlâna’nın hayatının en önemli safhasını Ahilerle olan çatışmasının oluşturduğunu ve bu çatışma dolayısıyla Moğollarla Selçuklular arasındaki güç dengesinde Mevlâna’nın Moğol tarafında yer aldığını ileri sürüyordu. Bu tespitlerinin altını kuyumcu titizliğinde güçlü verilerle ve oldukça güçlü biçimde dolduruyordu ama konu hiç bilimsel tartışma düzeyinde bırakılmıyor sansasyonel bir atmosfere havale ediliyordu. O yüzden Mikail Hoca, onca emsalsiz birikimine ve yetkinliğine karşılık adeta ademe terkediliyor ve taşralaştırılıyordu. Bu kadarla kalsa iyi, Mevlana’ya hoşgörü felsefesi ve davası adına güya sahip çıkanlarca resmen linç ediliyordu. Maruz kaldığı bu linç kampanyası dolayısıyla 2005 yılında kendisi hakkında “Hoşgörünün Mikail Bayram’la imtihanı” başlıklı bir yazı yazmıştım.
Ona itiraz edenlerin hepsine akademik çerçevede cevaplarını büyük bir yetkinlikle veriyordu ve bilebildiğim, izleyebildiğim kadarıyla, ispatlayamadığı, altını dolduramadığı hiçbir iddiası olmuyordu. Amacı hiçbir zaman hakaret değildi, ama Mevlana’nın da kültleştirilmeden önce tarihsel bir şahsiyet olduğunu insanlar gerçek bir tarihçiden de olsa kabul etmeye hazır değildi.
Biz onun bütün ilmi, akademik ve hakikat mücadelesindeki samimiyetine, ihlasına, samimiyetine, muvahhidliğine şahit olduk. Allah’tan kendisine rahmet, bütün sevenlerine, kadrini kıymetini bilenlere başsağlığı diliyorum.