Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki ne yazacağına sabahleyin karar vermen mümkün değil.
Sen bir şeyi yazmayı düşünürken bambaşka şeyler oluveriyor.
Ben, "Yazıcıoğlu suikasta kurban gitti" iddiasının bizim tahminimizden daha ciddi olabileceğini yazacaktım.
Alperenler'in Ergenekon tarafından kullanılmasını engellemeye çalışan Yazıcıoğlu'nun bu nedenle öldürüldüğü dilden dile fısıltı halinde dolaşıyordu.
Bu tür söylentileri çok ciddiye almadığımdan pek aldırmamıştım.
Ama daha Yazıcıoğlu'nun "kırkı çıkmadan" Alperenler'in İstanbul başkanı bir televizyonu basıp Rasim Ozan Kütahyalı'ya saldırınca, doğrusu bu "ilk işaret mi" diye geçirdim aklımdan.
Özür dilemek ve "geçmiş olsun" demek için arayan BBP yöneticilerine de aynı şeyi söyledim.
Bu konuda tedbir almazlarsa, bu saldırganı Alperenler'in bünyesinde tutarak "saldırganlığı teşvik eden" bir görüntüyü benimserlerse, bundan sonra bu örgütün yapacağı bütün eylemlerden kendilerinin sorumlu olacağını anlattım.
Haşmet Babaoğlu da dün bu konuya değinip, "suikast" söylentisinin doğru olabileceğini bu son "eylemin" ortaya çıkardığını yazmıştı.
Yazıcıoğlu'nun koltuğunu devralanlar eğer "saldırganı" cezalandırmazlarsa, bu saldırıların önünü açarlarsa, sadece bu saldırılardan dolayı değil, Yazıcıoğlu'nun başına gelenler konusunda da "şaibe" altına girecekler.
Çünkü, eğer söylentiler doğruysa, Yazıcıoğlu bir suikasta uğradıysa, bu suikastı düzenleyenler, onun yerini alacak "yeni ekibin" saldırılara yol vereceğine de güveniyorlar demektir.
Sabahleyin bu konuyu yazmayı düşünüyordum.
Ama dediğim gibi "sabah düşündüğünü" akşamüzeri yazmak pek mümkün olmuyor bu ülkede.
Ben bunları yazmayı düşünürken büyük bir operasyon başladı Türkiye'de.
Ülkenin dört bir yanında rektörler, profesörler Ergenekon davasıyla ilgili olarak gözaltına alınmaya başladı.
Bu gözaltılar, "darbe hazırlıklarının" üniversitelere kadar girdiğine dair polisin elinde "belgeler" ya da "bilgiler" olduğunu gösteriyor.
Gözaltına alınanlardan üç tanesini özellikle çok iyi tanıyoruz.
Birincisi Profesör Mehmet Haberal.
Onun adı Bülent Ecevit'in hastalığı sırasında çok ön plana çıkmıştı.
Eski başbakan Haberal'ın yönettiği hastaneye yatırıldı ve az daha orada ölüyordu.
Bülent Ecevit, ancak eşi onu hastaneden "kurtardığında" iyileşti.
Bu, herhalde pek sık rastlanan bir durum değildir.
Hastanede kötüleyip, çıkınca iyileşen hastaya pek rastlanmaz.
Darbecilerin yakalanan "planlarında" Ecevit'i "tasfiye" etmek istediklerini gösteren belgeler de bulundu daha sonra.
Profesör Erol Manisalı'nın ise Ergenekon sanıklarından General Levent Ersöz'le yaptığı konuşma bizzat Ersöz tarafından videoya kaydedilmişti.
Bu video ele geçti.
Biz de o konuşmayı yayımladık.
Manisalı, darbecilere yol gösteriyordu.
Akıl veriyordu.
Kimlerle işbirliği yapılabileceğini isim isim sayıyordu.
Üçüncüsü ise Profesör Türkan Saylan.
Türkan Hanım'ı tanımam ama onun evini bastıklarını duyduğumda içim sıkıştı.
Eğer bir suçu varsa da kötü, yoksa da kötü.
Saylan, cüzzam konusunda büyük işler yapmış bir profesör.
Bu hastalıkla yıllarca mücadele etti.
Cumhuriyet mitinglerinin hazırlayıcılarındandı ama o mitinglerde "ne darbe, ne şeriat" diyen de oydu.
Hatta bu yüzden onu mitinglerde konuşturmaz olmuşlardı.
Profesör Saylan'ı gözaltına almadılar.
Buna sevindim.
İncelemek için bazı CD'lerine el koymuşlar.
Umarım, Ergenekon rezilliğine bulaşmamıştır.
Gözaltına alınanlar suçlu mu, değil mi bilemeyiz.
Ama bir ülkede bu kadar kalabalık bir "akademisyen" grubunun darbeyle ilişki kurduğundan "kuşkulanılması" bile çok korkunç.
Düşünsenize, bu insanlar bir yandan gençleri eğitiyorlar, bir yandan da bu hocaların darbecilerle ilişkileri olduğundan kuşkulanılıyor.
Bunlar ülkenin "aydın" zümresinden.
Sanırım asıl sorun, bu ülkede kendine aydın dediğimiz insanların çoğunluğunun bir ordu darbesini açık ya da gizli desteklemesi.
Türkiye Komünist Partisi'nin eski genel sekreteri Nabi Yağcı da Neşe Düzel'le yaptığı konuşmanın bugün yayımladığımız ikinci bölümünde, "solcuların darbeye hoşgörülü baktıklarını" söylüyor.
Aydınların, solcuların zihnen ya da fiilen "darbeci" olması bir toplumun başına gelebilecek en büyük felaketlerden biri.
Bir siyasi partiye muhalif olmayı "solculuk ve aydın olmak" sanan bir "aydın zümresi" varsa, dünyanın gidişatını hiç kavrayamayan bir entelektüel sığlık içinde hâlâ darbecilerle işbirliği yapabiliyorlarsa, o ülke fikirsel bir çamura bulanmış demektir.
Böyle bir sığlıkla, böyle kirlenmiş zihinlerle nasıl dünyaya ayak uyduracak gençler yetiştirebilir bu toplum?
Bu insanların yetiştirdiği çocuklar kırk yaşına geldiklerinde, bugün Harvard'da, Oxford'da, Sorbonne'da okuyan Amerikalı, İngiliz, Fransız gençlerle dünya sahnesinde nasıl rekabet edecekler?
Bu darbe merakı ve bu "zihinsel sığlık" bu ülkeyi çok yaraladı.
Görülüyor ki sadece "bugünümüz" değil "yarınımız" da sakatlanmış.
Bu toplumu kötü yerinden vurmuşlar.
TARAF