Kevser Çakır / Perspektif
Hızlandırılmış Ayasofya tarihi
Nika Ayaklanması, Ayasofya tarihinin en sansasyonel olayıdır hiç kuşkusuz. Bugün tüm ihtişamı ve gündemden düşmeyen tartışmalarıyla karşımızda duran mabedin yapımı bu ayaklanma sonucunda başlıyor.
Bizans’ı I. Justinianus dönemine getiren olaylar, yüzölçümü haddinden fazla büyük olduğu için Doğu Roma ve Batı Roma olarak ikiye bölünen ve tetrarklık adı verilen dörtlü yönetimle yönetilen Roma İmparatorluğu’nun batısının 476’da resmen yıkılması sonrası, Doğu Roma İmparatoru Anastasios’un bir varisi olmaması ve yerine bir asker olan I. Justinus’un imparator olmasıyla başlıyor. Saray tarihçisi Prokopius’un yazdığına göre Justinus; okuma yazma bilmeyen, kaba ve cahil biridir. Kilisenin ve aristokrasinin desteğini almaya çalışmış, yerel toplantılar düzenlemiştir. Monofizitçiliği (İsa’nın tanrısal ve insani tabiatının ayrılmaz bir bütün olduğunu iddia eden görüş) mahkûm ettirmiş, diofiziti (İsa’nın insani ve tanrısal tabiatının farklı olduğunu kabul eden görüş) benimsemiştir.
Justinianus, Justinus’un yeğeni ve evlatlığıdır. Justinianus’u 521’de konsil (üst düzey yönetici), 527’de eş imparator ilan etmiştir. Justinianus hakkındaki kulis dedikoduları ise bunlardan daha önce başlamıştır bile. 520’de evlendiği Theodora bir oyuncudur; fahişelikle eş tutulan bir oyunculuktur bu. Kabul görmeyen bu gerçeğin yanı sıra Justinianus; iyi eğitim almış, Yunanca ve Latinceyi iyi bilen bir ordu mensubu olarak imparatorluğun varisidir ve Bizans onunla altın çağını yaşayacaktır.
Nika Ayaklanması nasıl başladı?
Bizans sosyal hayatının en hareketli yeri olan hipodromda, Nika Ayaklanmalarının fitilini ateşleyen mekânda; quadriga adlı dört atla çekilen araçların yarışlarında Maviler, Yeşiller, Beyazlar, Kırmızılar takımlarının kıyasıya mücadelelerinin arkasında, siyasi ve dini bir tür çekişme de devam ediyordu. Bu takımların; aristokratlar, tüccarlar, monofizitçiler, Ortodokslar gibi grupları temsil ettikleri düşünülür. 532 senesinde, hırslı erkanı ve halka uyguladığı ağır vergiler nedeniyle Justinianus’un aristokrasiyle arası açılmıştı. Bazı yarışçılar tutuklanıp idama mahkûm edilmişti. Maviler ve Yeşillerden birkaç kişi kaçıp manastıra sığınmışlardı. Halkın talebi, yarışçıların affedilmesiydi.
İdam kararının değişmemesi üzerine Maviler ve Yeşiller, aristokratların da desteğini alarak Konstantinopolis için hayati önemde olan ne varsa ateşe vererek büyük çaplı bir isyan çıkardılar. Hagia Eirene (Aya İrini) Kilisesi, Khalke kapısıyla birlikte sarayın bir bölümü, Zeuksippos Hamamları, revaklı yol gibi birçok yapı yandı. Halk o kadar galeyana geldi ki, içinde hastalar olan bir hastane tamamen kül oldu. Yanan yapılardan biri de Ayasofya’nın II. Theodosius evresiydi.
Ayasofya’nın üç yapım evresi
Ayasofya’nın ilk yapımı Büyük Konstantin zamanına dayanıyor. 4’üncü yüzyılın ilk yarısına tarihlenen Megale Ekklesia, yani Büyük Kilise adındaki bu ilk evrenin, üç ya da beş nefli bazilikal ve Helenistik (ahşap örtülü) bir yapı olduğu düşünülür. Hakkında günümüze gelen bir bilgi olmasa da, erken dönem kiliselerinin standartlarına bakılarak, bu sonuca kolaylıkla varılabilir.
İlk yapının yıkılması, halk tarafından desteklenen bir din adamı olan İoannis Hrisostomos’la, İmparator Arkadius’un karısı Eudokia’nın fikir çatışması sonucunda Hrisostomos’un bugünkü Gürcistan’a sürgün edilmesi ve yolda kötü muamele nedeniyle ölmesi üzerine çıkan ayaklanmadır. Hrisostomos “Altın Ağızlı” demektir. Bu onun hitabet gücüne işaret eder. Kendisi bu yönünü şöyle anlatır: “Hitap, ruh doktorlarının bir enstrümanıdır. Onunla dağlanır, onunla uzuv kesilir. O kaybolduğunda her şey yetersiz kalır…”
İkinci evre; II. Theodosius döneminde Mimar Rufinus tarafından inşa edilip, 10 Ekim 415’te açılır. Bu yapının plan tipi ve süsleme özellikleriyle ilgili yeterli kaynak günümüze ulaşmıştır. Hatta revaklı, alınlıklı, üçlü anıtsal girişine ait parçalar, 1935’te Ayasofya’nın batı avlusunda yapılan bir kazıda, İstanbul Alman Arkeoloji Enstitüsü tarafından ortaya çıkarılmıştır. Bu buluntular II. Theodosius dönemi taş eserlerindeki teknik, tasvir ve belli yaprak tipleri gibi özelliklerle ortak bir üslup ortaya koyar. Bu alınlıklı giriş aynı zamanda 388 yılına tarihlenen gümüş bir tabakta, Theodosius tasvirinin arkasında görülür. Schneider’e göre bu yapı; 60 m genişliğinde, beş nefli, galerili (kadınlara tahsis edilmiş ikinci kat), atriumlu yani avluludur. Nika Ayaklanmalarında yakılan yapı, işte bu yapıdır.
Anlatılanlara göre ayaklanmalar ağır bir tahriple birlikte yangınları önüne katıp saraya ulaştığında, Justinianus kaçmaya hazırlanmaktadır. Theodora soğukkanlı bir şekilde imparatoru cesaretlendirir. İmparatorluk kıyafetinin, kefeni olması gerektiğini söyleyerek onu yüreklendirir. Justinianus kaçmaktan vazgeçer ve komutanı Belizarius’a isyanı bastırması için görev verir. Hipodromdaki isyancılara karşı büyük bir saldırı düzenlenir ve olayların tam kalbinden ayaklanma bastırılır. Bu olay o kadar kanlı olmuştur ki, kaynaklar öldürülen isyancıların sayısının 30, 40 ya da 50 bin olduğu söyler.
İsyanın bastırılmasının hemen ardından, Konstantinopolis’te adeta Konstantin zamanında ilk temellerin atıldığı yıllardaki gibi geniş çapta bir imar faaliyeti başlar. Ayasofya’nın üçüncü evresi, yani bugünkü hali de ayaklanmalar bastırıldıktan sadece 40 gün sonra 532’de, Mimar Trallesli Anthemios ve Mimar Miletoslu İsidoros tarafından yapılmaya başlanmış ve yapımı beş yıl sürmüştür. Bu yeni yapılaşma, halkı yeni bir ekonomik yükün altına sokacak, hazineyi silkeleyecektir ve Bizans bu sarsıntının ardından asla eski ihtişamlı günlerine dönemeyecektir.
Günahları ve sevaplarıyla yüce imparator
Justinianus çok dindar bir Hıristiyandır. I. Theodosius’tan sonra, putperestliğin kaldırılması ve Hristiyanlığın yayılması için onun kadar çalışan başka imparator yoktur. 529’da putperestliğin yuvası diye, Atina Okulu’nu kapatmıştır. Buradaki bilginler de İran’a giderek bir kültür transferi ve etkileşimine neden olmuşlardır. Paganların kurban vermelerini, okullarda eğitim görmelerini yasaklamıştır. Sinagogların yıkılmaları için emir vermiştir.
Justinianus kendisini yalnızca kilisenin koruyucusu olarak değil, efendisi olarak da görüyordu. Ona göre papa ve patrikler onun hizmetkârıydı. Eski bir inanışın süreği olarak, o da imparatorun Tanrı’nın yeryüzündeki elçisi ya da eli olduğuna inanıyordu. Kendi yazdığı dini metinleri vardı. Onun dönemi, kilise üzerinde imparatorluk etkisinin en zirvede olduğu dönemdi.
Hukuk alanında da başarılı faaliyetleri vardı. Roma hukukunun kendinden önce var olan kodekslerini de ekleyerek, kendi kodeksini, “Codex Iustinianus” adıyla ilk kitabını çıkarıp, hukuku standart hale getirmeye ve bürokraside rüşveti engellemeye çalışmıştır, hatta bunun için bir komite kurmuştur.
Justinianus’tan bahsedip de imparatorluk ailesine mensup bir prenses olarak imparatorluğu kendi soyuna layık gören; çiftçi bir aileden gelerek farklı bir sınıfın temsilcisi olan ve unvan sahibi olmayan Justinus ve yeğeni Justinianus’a adeta meydan okuyan Anicia Juliana’yı anmazsak olmaz. Biz kendisini aslında çoğalttırdığı bir tıp kitabının, Dioskorides’in De Materia Medica’sının resimli bir kopyasının takdim sayfasındaki resmiyle tanıyoruz ve onun bir bani olduğunu anlıyoruz. Bu resimde Anicia Juliana’nın etrafında bir yapı inşasının sembolik çizimlerine rastlıyoruz. Bu yapı, prensesin yaşamının son zamanlarında yaptırdığı ihtişamı dillere destan bir kilise olan Aziz Polyeuktos. Bu bilgiye de VII. Konstantinos Porfirogennetos’un Seremoniler kitabında rastlıyoruz.
Avrupalı bir tarihçi olan Gregory’den öğrendiğimiz hikâyeye göre, prensesin Justinianus’la ilgili olumsuz düşüncelerine karşı, Justinianus’un da onun servetinde gözü vardır. Prenses bunu bilmektedir ve imparatordan gelen görüşme teklifini sürekli ertelemektedir. Sonunda görüşmenin gerçekleşeceği gün ve yer belirlenir. Orası prensesin yaptırdığı Aziz Polyeuktos’tur. İmparator ve prenses kilisenin kubbesi altında buluşurlar. Justinianus’a şöyle der: “Yukarı bak rica ediyorum senden ey şanlı imparator! Şunu bil ki, benim cılız kaynaklarım bu eserde yatıyor. Artık ne yaparsan yap, sana karşı koymuyorum.” Bu kubbe olasılıkla altınla kaplanmıştır, daha doğru bir tabirle; altın cam mozaiklerle. Prenses servetini kubbeye adeta ulaşılmaz şekilde gömmüştür. Justinianus bu meydan okumaya karşı koymamış ama Konstantinopolis’in en büyük kilisesini düşmanının yaptırmasını da hazmedememiştir. Muhtemelen Ayasofya’nın üçüncü evresinin planının seçimi; yani yüksek bir merkezi kubbeyle örtülü olma nedeni, Aziz Polyeuktos’u geçmektir.
Polyeuktos’un 10’uncu yüzyıla kadar ayakta olduğunu biliyoruz. Kalıntılar Saraçhane’de bir yol çalışması sırasında ortaya çıkmış ve epigrafik incelemeler sonucu bu temelin ona ait olduğu anlaşılmış. Polyeuktos ismi ise, bugünkü Malatya’da 251 yılında martir edilen bir asker azize ait.
Ayinler, işgaller ve Fetih namazı
Ayasofya isminin anlamı ise, orijinal şekliyle Hagia Sophia; Azize Sofya demek. Fakat bir kadını değil soyut bir anlamı ifade ediyor, yani Kutsal Bilgelik demek oluyor. 537’den günümüze gelen haliyle tekrar ibadete açılan yapının basık kubbesi, 558’de bir depremde büyük oranda çöküyor. Genç İsidoros bu kez kubbeyi 7 m daha yüksek ve daha hafif bir malzemeyle tekrar inşa ediyor. Yeniden ibadete 562’de açıldığında, dönemin ünlü şairi Mabeyinci Paulus Silentiarius, yapının mimari ihtişamı ve güzelliğiyle ilgili bir şiirsel metin okuyor. Bu metinden Ayasofya’nın günümüze gelmeyen başka mimari ögelerinin de olduğunu anlıyoruz.
Artık Ayasofya sabahlara kadar ayinler yapılan, şehrin karanlığında bir kandil gibi ışıldayan canlı bir mekân oluyor. 7’nci yüzyılda, İmparator Herakleios’un Kanunnamesi’nden, Ayasofya’da 500 kişinin çalıştığını öğreniyoruz. Bunlar 80 rahip, 40 kadın 110 erkek diyakoz, 25 pselt (koroda ilahi söyleyen), 75 kapıcı. Güneyindeki patrikhanede 90 idari personel, 40’ı noter, 12’si hazine bekçisi. Gece ayinleri ise büyük bir masrafa neden oluyor, sabaha kadar yanan kandillerin yağları, mumlar… Bazı dönemlerde giderlerin çok olması nedeniyle kimi günler ayinler iptal edilmiş ama bazı imparatorlar ökaristi ayinlerinin her gün yapılmasını istemiş. 850 sonrası yapı pek çok kez yangın ve deprem nedeniyle hasar görüp onarılmış, kubbe birkaç kez çatlamış. En büyük hasarı ise 1204 Latin İstilası’nda almıştır hiç kuşkusuz.
Günlerce süren yağmalarda hırsızlıkla birlikte kutsal değerler aşağılanmış; ikonalar, el yazması İnciller ayaklar altında çiğnenmiş, katedrada fahişeler şarkılar söylemiş, mabedin kutsal aurası, ihtişamlı günlerin hatıralarıyla birlikte sönüp gitmiş. İnançtan bağımsız bir şekilde, mekânların bir ruhu olduğuna inananlara göre Ayasofya, yakılmaktan yıkılmaktan çok daha derin bir yara almış kalbinden. Çalınan hazinelerin arasında Hıristiyanlarca gerçek haçın bir parçası, İsa’nın kefeninin parçası ve mezarından bir taş bile varmış…
VIII. Michael Paleologos 1261’de şehri geri alıyor ve yeni bir onarım yaptırıyor. Piramidal payandalar ekleniyor. 1348’de kubbe yine hasar görüyor ve yapı 1354’e kadar terk ediliyor. 1453’te Fatih kenti fethettiğinde, fetih geleneklerine göre kentin en büyük kilisesi camiye çevriliyor ve ilk namaz burada kılınıyor. Güneybatı minare Fatih Sultan Mehmed, kuzeydoğu minare II. Bayezid, diğer iki minare de III. Murad döneminde ekleniyor. 1934’te Atatürk’ün emriyle müzeye, 2020’de Erdoğan’ın emriyle tekrar camiye çevriliyor.
Ayasofya, mimarlık tarihinde politik önemi, el değiştirip durması, sembol haline gelmesiyle; problematik kubbe tasarımı, Mimar Sinan’a ilham verdiği iddiasıyla hâlâ tartışılan yarım kubbeleri ve eklektik yapısıyla; Bizans’ın, İkonoklasmus’un, Latin İstilası’nın, Osmanlı’nın, Cumhuriyet’in tanığı. Sayısız imparator, padişah, devlet başkanı, mimar, sanatçı, turist, hırsız görmüş; ikinci bin yılına göz dikmiş bir efsane.
Duvarlarının dili olsa…