Hizbuttahrir'e yönelik hukuksuzluk aynıyla devam ediyor. AYM'nin kararına uymayan yerel mahkemeler, sadece Yılmaz Çelik kararını emsal göstererek yapılan bireysel başvuruları reddetmekle kalmıyor; yüksek yargının yeniden yargılama ve tahliye kararına rağmen infazlar da tüm hızıyla devam ediyor.
Elif Çakır’ın Karar’da yayımlanan yazısı (22 Aralık 2018) şöyle:
Şiddete Başvurma, Silahlı Eylem Yapma İhtimalleri ‘Olabilir’ Örgütü: Hizb’ut Tahrir
Önceki gün “her ne kadar bugüne kadar şiddete başvurmadılar ve silahları yok ise de gelecekte şiddete başvurma ve silah edinme ihtimalleri var” örgütünün iki üyesi Ali Yıldırım ve Adem Yıldırım “silahsız terör örgütüne üyelik” suçlamasıyla tutuklandı.
Yüksek yargı kurumumuzun silahsız terör örgütü dediği Hizb’ut Tahrir. Yani İslami Kurtuluş Partisi. ABD’den Almanya’ya, İngiltere’den Japonya’ya, Avusturalya’dan Rusya’ya, Tunus’tan Suriye’ye kadar faaliyet gösteren, 1953 yılında Filistin’de kurulan uluslararası bir siyasi parti... Partinin amacı, Hilafeti geri getirmek. Dünyanın dört bir yanındaki Müslümanları İslam Devleti çatısı altında toplamak. Şiddet kullanmayı kesin bir şekilde reddediyorlar.
Enteresan bir şekilde, faaliyette bulundukları hiçbir ülkede seçimlere girmiyorlar. Oy kullanmıyorlar.
Hatta en uç örnek Suriye’de bile kayıtlara giren bir şiddet eylemleri yok.
Hal böyle iken bizim yüksek yargı kurumumuz, kanunlara, içtihatlara ve evrensel hukuk ilkelerine göre değil, (Azınlık Raporu filminin senaristinin kulaklarını çınlatalım) önlerindeki küreye bakarak mucizevi kehanet yeteneklerine göre karar verdikleri için Hizb’ut Tahrir’in terör örgütü olduğuna karar verebiliyor.
Şaka değil gerçek... Çünkü burası gerçekten bizim ülkemiz...
Bakınız ve dikkatle okuyunuz... Dünyanın hiçbir ülkesinin yargı kurumu “Hizb’ut Tahrir, bugüne kadar herhangi bir şiddet eyleminde bulunmamış ve amacında şiddet öngörmediği belirlenmiş ise de, amacı zaten kendi içerisinde şiddeti öngörmektedir. Rejimin demokratik yollarla halkın desteği ve sempatisini kazanarak yıkılması mümkün olmadığından mutlaka şiddete başvurması gerekir. Bu nedenle Hizb’ut Tahrir bir terör örgütü olarak kabul edilmiştir” kararı vermez. (Yargıtay 9. Daire)
Elbette ki yüksek yargı kurumumuzun bu hukuk dışı sözlerini yadırgamadığınızı, sizi dehşete düşürmediğini ve şaşırtmadığını biliyorum.
Yargıçlarımız, bırakın Türkiye’yi kurulduğu, kendilerini siyasi bir parti olarak tanımlayan Hizb’ut Tahrir hakkında karar verirken, kehanete soyunmak yerine, TMK’nın 1. maddesine bakarak karar vermiş olsalardı, elbette ülkemiz, Hukukun Üstünlüğü Endeksi’nde (Rule of Law) 113 ülke arasında Tunus’tan, Urugay’dan, Dominik Cumhuriyeti’nin gerisinde 101’inci sırada yer almazdı.
Seçimlere girmeyen, oy kullanmayan, ama Hilafet’i getirmeyi amaç edinen Hizb’ut Tahrir hakkında, Yargıtay ‘hayal dünyasında yaşayan, romantik bir siyasi parti’ kararı verse daha gerçekçi olabilirdi.
Hukuk tarihimizin garabetlerle dolu olduğunu söylemek abartı olmasa gerek. Adalete güvensizliğin yollarına taş döşeyen meteoroloji kurumun çalışanları olmasa gerek. Bu ülkenin seçilmiş bir başbakanını idam sehpasına götüren kararın altında bu ülkenin doktorların imzası yoktu.
İdeolojilerine uymuyor diye okuduğu bir şiiri bahane ederek bir siyasetçinin politik hayatını bitiren karara “rekabet” kurumun personeli imza atmadı.
Dün Ergenekon, Balyoz davalarında toptancılık anlayışı içerisinde “terörist” kararı verenler, bugün yine aynı toptancı anlayış içerisinde “Ergenekon, Balyoz” yokmuş kararını “devlet arşivleri” genel müdürlüğünün çalışanları vermedi.
Bu ülkenin insanları “ellerini semaya açıp adalet adalet” diye feryat ediyorsa, bunun birinci derecede sorumluları, bulundukları kutsal yere ihanet eden hakimlerdir savcılardır.
Yeri geldiğinde “bayram tebrik”i göndermenin dahi suç teşkil edebileceği bir ülkede yaşıyoruz.
Yılmaz Çelik. Kamuoyu kendisini ilk kez Eylül 2005’te İstanbul Fatih Camii’nin avlusunda, faaliyette bulundukları bütün ülkeler ile eş zamanlı olarak yaptıkları basın açıklamasıyla tanıdı.
“Alarm... Alarm... Gidişat iyi değil. Fatih Camii avlusunda hazırlık yapıp mikrofon önünde pankart açıp hilafet istiyorlar ve kimse dokunmuyor. Emniyet nerede?” (4 Eylül 2005, Hürriyet)
Yılmaz Çelik 30 Eylül 2005’te Adana’da gözaltına alındı. O gün bugündür “silahsız terör örgütü”nün kuruculuğundan, üyeliğinden, liderliğinden dönüşümlü olarak gözaltına alınıyor, tutuklanıyor, tahliye ediliyor, sonra tekrar tutuklanıyor.
Yılmaz kendi ifadesiyle “8 ayrı suç dosyasından, 10-11 kez cezaevine” girip çıktı.
En tuhafı ise ATO Başkanı Sinan Aygün’e gönderdiği bayram tebriği nedeniyle, bayrama iki gün, oğlunun düğününe bir hafta kala, 24 Haziran akşamı iftar sofrasında gözaltına alınıp tutuklanması.
Yargının hukuku, kanunları hiçe sayarak “silahsız terör örgütü” sopasını attığı tek isim elbette Yılmaz Çelik değil.
Onlarca isim içeride suçsuz bir şekilde tutuklu. Dışarıda bu hukuksuz davadan sanık sandalyesine oturtulan kişiler var.
Hizb’ut Tahrir’i ısrarla ‘terör örgütü’ kategorisine koymaya ve Ergenekon’a yapıştırmaya çalışan, dünden bugüne Hizb’ut Tahrir hakkında hukuksuz kararlara imza atan hakim ve savcıların FETÖ ile bağlantısı ortaya çıktığı ve çoğu içeride tutuklu olduğu halde, Hizb’ut Tahrir üyeliğinden tutuklamaların yapılıyor olması vahim.
Kaldı ki, 18 yıldır yargının gadrine uğrayan Yılmaz Çelik hakkında Anayasa Mahkemesi’nin 4 yıl sonra bile olsa işleme alarak vermiş olduğu hukuki karar ortada iken...
Ee tabi, çok haklı olarak yerel mahkemeler Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararları uygulamıyor ki, diyebilirsiniz...
Olsun derim ben de... Anayasa Mahkemesi’nin hukukun üstünlüğünü baz alarak, tarafsız bir şekilde, toplumda isminden dolayı bile olsa tedirginlik algısı oluşan, Hizb’ut Tahrir hakkında karar verebiliyorsa, bu ülkemiz açısından umut sayılır.
Umalım ki, Yılmaz Çelik’in davasına bakan mahkeme AYM’nin verdiği karar doğrultusunda bu kez adil bir şekilde yargılama yapsın.
Türkiye’de hukukun üstünlüğü hakim olacaksa, Türkiye hukuk devleti kimliğine kavuşacaksa, bu hakimlerimiz ve savcılarımızın verdikleri kararlar neticesinde mümkün olacaktır.
Süper devlet ABD bugün güçlü bir devlet ise yargıçlarının bağımsız bir şekilde, kanunları uygulayabildikleri içindir. Kanunların varlığından daha önemlisi kanunların uygulanabiliyor olmasıdır.
Yargıya güven duymamız için devletin atması gereken çok adım var. Önce geçmiş dönemin hukuksuzluklarını, ‘o bu, şu, o, bizim mahalle, öteki mahalle’ demeden tamir etmesi, bugün ise hukuk tarihimize kara bir leke oluşturacak hukuksuzlukların önüne geçmesi gerekiyor.