Siyaset, birey ve toplumu ikna etme yöntemidir. En iyinin, en güzelin, en doğrunun ne olduğuna, hangi yol ve kadrolarla bu hedeflere ulaşılacağına dair bir ikna sürecidir. Esas olan akılları ikna etmek ve gönülleri kazanarak iktidar olmaktır. Ancak toplumun aklına ve gönlüne hitap etmede, toplumu bir mücadeleye ikna etmede zaaflar belirginleşmeye başlarsa siyaset işte bu noktada bazı sapmalara maruz kalabilmektedir.
Türkiye’de siyaset ve toplum, sahte ya da gerçek, bir asrı aşkın bir zamandır hürriyet/ özgürlük tartışmalarıyla çalkalanıyor, sarsılıyor ve şekilleniyor. “Yeter söz milletin”le başlayıp “Konuşan Türkiye”yle devam eden sloganlar ait oldukları dönem için çok büyük ve son derece önemli vaatler sayılıyordu. “Yürümekle yollar aşınmaz” söylemi de “konuşan Türkiye” sloganına benzer bir iklimi işaretliyordu. “İnkâr ve asimilasyonu bitirdik” müjde ve mesajlarının yarattığı pozitif havayı henüz yeni teneffüs ettik. Siyaseti, bürokrasiyi, resmi ideolojik teamülleri “Dersim faciası için devlet adına özür diliyorum” zemininde ciddi bir yüzleşmeyle karşılaşmaya davet etmek için ne badireler atlatıldı, ne belalar savuşturuldu. “Söz de karar da milletin” diye haykırabilmek siyasetin toplumsal meşruiyet ve gücünü teyid ederken topluma da bürokratik oligarşinin saldırılarına karşı siyaseti koruyup kollama ödevini yüklüyordu.
Polemik, Kulis ve Lobicilik
Siyasetin çok yoğun konuşulduğu, siyasetten başka meselelere vakit ve fırsat kalmadığı gibi bir algı var kamuoyunda. Ancak siyaset olabildiğince daraltılmış, kısırlaştırılmış haliyle rutine binmiş işliyor. Daraldıkça daralan kadrolar arasında hukuki ve ahlaki dayanakları güçlü rekabetler yerine siyaset hepten basit polemiklere yaslanmaya başladı. Üstelik bu polemiklerde üslup iyiden iyiye sertleşmekle birlikte tutarlılık kaygısı da sıfıra doğru yaklaşmakta. İdeolojik davranmamak adına ideolojisiz, kimliksiz, istikametsiz bir siyasal söylem ve pratik belirleyici oluyor artık. Unutulan temel kaide şu: Profesyonel bir reklam tasarımı ve eş zamanlı olarak devreye sokulacak küresel bir markayı temsil eden firmadan satın alınacak bir PR desteğiyle siyasetin toplumla kucaklaşması olsa olsa sun’i ve geçici olarak kurulabilir.
“Akıllar pazara çıkmış, herkes kendi aklını satın almış” sözü insanın hamuruna ve kendini beğenmişliğine dikkat çeker. İnsan özellikle güçlendikçe, zenginleştikçe, muktedir oldukça etrafını da kendine benzetmeye çalışır. Hayatın olağan akışına ters olsa da bütün sesleri ve renkleri olabildiğince birbirine benzetmeye çalışır.
Tuhaf bir süreç yaşıyoruz. CHP’yi tartışıyoruz ama onu kuran ideolojik iradeyi yani Kemalizmi tartışamıyoruz. Hatta öyle ki Bay Kemal’i fırçalarken Gazi Kemal’i yüceltmeyi makul bir siyaset sayan siyasetçi ve gazeteciler çoğaldı. CHP’yi Atatürk’ün partisi olmamakla suçlamak, Kılıçdaroğlu ve kurmay kadrosunu Kemalizme layık olamadığı için ayıplamak muhafazakâr-dindar çevrelerce iş edinilmiş sanki. “Atatürk’ün partisi nasıl olur da …” şeklinde başlayan işgüzar ve riyakârca cümlelerle güya CHP tabanına “sapmalara karşı uyanık olun” mesajı veriliyor. Normal şartlar altında insanı utandıracak işler, yüzünü kızartacak söylemler bunlar.
İkna Edemiyorsak İcbar mı Edelim?
İdeolojileri tartışmamak, tartışılmaz kılmak hiçbir topluma fayda vermedi Türkiye toplumuna nasıl fayda versin. Sabah akşam üzerimize boca edilen üçüncü sayfa haberlerinden fırsat kalırsa eğer en basit polemikler siyaset gündemi diye manşetlere, ekranlara sürülüyor. Ama toplumda ciddi bir bıkkınlık oluşmuş, ciddi ciddi tepki için sırt çevirenlerin sayısı artmış durumda. Yaklaşan seçimlere ilişkin anket yapmak ve yayınlamak ateşle oynamak gibi bir hale dönüştü. Kararsızlar diye resmedilen geniş kitlelerin siyasete mesafe koyduğunu daha fazla örtmek, tevil etmek kabil değil. Mesele şu ki; toplum neden siyasete karşı bu bıkkın-soğuk ruh haline büründü, sorusunu sormaktan imtina ediliyor hala.
CHP’nin ideolojik ve bürokratik angajmanı seçmenin ruh halini anlamaya müsait değil. İyi Parti’yi oluşturan (haklı ya da haksız) öfke selinin ve hemen hiç toplumun geniş kesimlerini temsil edememiş olmaktan kaynaklanan tecrübe ve duygu-durum bozukluğu da önemli bir engel. HDP’nin bir taraftan PKK’yla olan iltisakı diğer taraftan sol-seküler ideolojik formasyonunun bagajıyla kestirilebilir bir rota izlemekten mahrum olduğu da ortada. Geriye kalıyor AK Parti ve MHP’nin sergileyeceği siyasal tutum.
AK Parti, 16 yıllık iktidar sürecinin belki de en belirsiz dönemini yaşıyor dersek abartmış olmayız. 15 Temmuz darbe sürecinde dahi bu belirsizlik yaşanmamıştı. Türkiye’nin hemen her noktasında sokaklara, meydanlara çıkıp askeri cuntaya kafa tutan milyonlarca insan en yüksek haykırışlarla siyasetin meşruiyetini çok daha kuvvetli bir onayla tescillemişti çünkü. Fakat 15 Temmuz’da zirve yapan bu ruh hali ve iklimi, akabindeki bazı gelişmelerle maalesef muhafaza edilemediği gibi milliyetçi duygu ve söylemlerin kışkırtılmasıyla kolayca harcandı. CHP ve HDP’ye (daha sonra İyi Parti de dâhil oldu) karşı ağırlıklarından daha fazla önem atfederek, sürekli onların yanlış ve hilelerine odaklanarak nedense AK Parti tepkisel duruşu içselleştirdi. Özeleştiri zül addedildi, özür dilemek veya yanlış kararlardan dönmek zaaf görüntüsüdür diyerek gündemden düşürüldü.
Hükümeti destekleyen medya teknolojik ve iktisadi imkanlar açısından ne kadar büyümüş olursa olsun toplumu ikna edebilecek argüman ve yorumlardan bir o kadar da uzaklaştılar. Neden böyle oldu? Çünkü ruhunu kaybetti ve inkâra yeltendi, inandırıcılığını kendi elleriyle yerlere düşürdü. Dar bir klik içinde paslaşan, hepten ahbap-çavuş ilişkisine dönen, komik duruma düşecek kadar oto-sansürü işleten bir gazetecilik modelinin (mevcut tabloda görüldüğü üzere) değil siyaset ve topluma kendine bile hayrı olmuyor zaten.
Bu uzun girişi şöyle bağlayalım: Ahmet Taşgetiren üzerine uzun uzun cümleler kurmaya hacet yok. Merhametli kişiliğini ve dosdoğru karakterini biliriz, İslami mücadelesine şahidiz. Her insan gibi eksiği yanlışı olur, günaha da düşebilir elbette. Ne var ki mesele Taşgetiren’in veya yazıp çizen insanların beklenen oranda hizaya geçmediği için itibarsızlaştırılmasıyla başlıyor. İtiraz etmek, eleştirmek ne zaman ayıp veya suç oldu? Ümmetin içindeki farklı görüşleri İslam, içtihat sayıp rahmet vesilesi kılmadı mı? Gazetelerde, televizyonlarda tartışılmıyor gibi sanılsa da Ahmet Taşgetiren meselesiyle açığa çıkan tablo siyaset ve toplumu epeyce geriye düşüren bir sembol olaydır. Alkış yapan, tezahüratlarla kendinden geçen değil yüzlerce trol ve amigo ile yüz binlercesiyle bu geriye düşüşü telafi etmek mümkün olmayacak.
Özgüven sahibi bireyin ve iktidarın en önemli vasfı eleştiriye ve özeleştiriye açık olmak hatta teşvik etmektir. Asıl bu vasfını yitirmekle birey ve toplum, ülke ve devlet beka sorunu yaşar. İçeriden ve dışarıdan yükselen tehditlerle baş etmeye çalışırken eleştiri ve özeleştiriyi bastırarak değil güçlendirerek beka probleminin aşılacağını unutmayalım.