Epeydir devam eden, zaman zaman da sözünü ettiğim bir kitap çalışmam var, militarizm, “ulus-devlet”in militarist bir ideolojiyle inşa edildiği örnekler üstüne. 2010 bitmeden bitireceğimi umuyorum.
Almanya, Japonya ve Türkiye’nin “modernleşme” süreçlerine bu çerçevede bakarken, onlarla aynı bölgede ve benzer koşullarda olup da “militarist” bir yöntem uygulamamış veya uygulasa da başarılı olamamış ülkelere de göz atıyorum. Almanya’ya karşı İtalya, Japonya’ya karşı Hindistan gibi. Şu sıra Hindistan üstüne okumamı yoğunlaştırdım, yazmaya da başladım.
Bu okumalara girişmeden önceki bir yanlış anlamanın üstünde durmak istiyorum bugün.
Hindistan’ın “modernleşmesi” aslında Britanya tarafından sömürgeleştirilmesiyle başladı. Hint milliyetçileri bunu kabul etmek istemezler, doğal olarak. Ama bağımsızlık mücadelesi, kurulan yeni devlet, şüphesiz, Hint modernleşmesinin kendi ayakları üstünde durduğu ve olağanüstü kişilikli bir tavır sergilediği süreçlerdir.
“Yanlış anlamam” dediğim şey, bu süreçte Gandhi ve Nehru gibi önderlere biçtiğim rolle ilgili. Tarihe maddeci açıdan bakmaya çalışanların ortak bir ön kabulü, nesnel toplumsal determinizmi vurgulamak, bireylerin rolünü de abartmaktan kaçınmaktır. Ben de bu çerçevede, Hindistan bağımsızlık hareketinin başarısını, çok önem verdiğim, “şiddet dışı” mücadele yöntemini, Gandhi’nin özel başarısı değil de, Hindistan’ın genel ideolojik iklimine uyan, onun için de başarılı olan bir yöntem olarak değerlendirirdim. Buda, Hindistan’dan çıkmış; bir canlının canının alınmaması için “etyemez” olmuş bir yığın mezhep, din anlayışı, sözgelişi Caynacılık, buraya özgü dinler. Böyle bir toplumda, Gandhi’nin benimsediği “satyagraha”, “ahimsa” gibi ilkeler, zaten toplumun binlerce yıllık geleneğinde yer ettiği için yankı bulacak, yerine oturacaktır, diye düşünüyordum. Bu bağımsızlık hareketi dünya tarihinde tekildi, çünkü Hindistan tekildi vb.
Buna karşıt eğilimler, yorum seçenekleri de olduğunu hiç bilmiyor değildim. Örneğin, bu toplumun en büyük saygıyla okuduğu, bellediği Bhagavad Gita’da Krişna, Arjuna’ya, hayatta şiddetin çok zaman kaçınılmaz olduğunu anlattığı bölüm bu bakımdan anlamlıdır.
Ama zaten içinde karşıtlık ve çelişki barındırmayan bir ideoloji olmayacağı için, işin bu tarafını fazla önemsememiştim. Milyarlık toplumda Budizm’in, Caynacılığın ne kadar küçük oranlarda kaldığını da bilmiyordum.
İyi de, bu “barışsever” toplumda Gandhi’nin kendisi bir siyasî suikast sonucunda hayatını kaybetti. Soyadı Gandhi olan iki başbakan, ana-oğul, İndira ile Raciv, gene suikastla yok edildi.
Toplumdaki kitle kıyımlarını, “Ayrılık” zamanında veya daha yakınlarda Amritsar’da, Güncerat’ta vb. olanları, Keşmir, Pencap, Cammu’nun bitmeyen şiddetini şimdilik bırakalım.
Evet, okudukça görüyorum ki, Hinduizm, daha doğrusu modern milliyetçilerin ondan ürettikleri “Hindutva”, dünyanın bilinen milliyetçilik biçimlerinden farklı değildir, içerdiği şiddet dozu da onlardan aşağı kalmamaktadır.
Öyleyse, Gandhi’nin sağlığında bu akımın öylesine marjinal ve etkisiz kalması, Hinduizm’in içkin barışseverliğinin sonucu değil, Gandhi’nin olağanüstü kişiliğinin başarısı olmalı.
Onun ölümünden sonra, Nehru’nun “dine saygısızlık” izleri taşımayan sekülarizminin de ne kadar önemli olduğunu şimdi daha iyi anlamaya başladım.
Acıklı olan, o aşamada öylesine “marjinalize” edilebilen Hint milliyetçiliğinin adım adım, karış karış, mevzi kazanarak, Kongre’yi kendine benzetmesi ve gelip Hindistan politika düzeyinin merkezine oturması.
Bir toplumun bir atılım arifesinde böyle bir milliyetçiliği teşvik eden dinamikler çalışıyor olmalı. Bu da apayrı –ve önemli- bir konu.
TARAF