Taha Kılınç’ın Yeni Şafak’ta yayımlanan konuyla alakalı yazısı (26 Ocak 2019) şöyle:
Zoru başarmak
“Nedvetu’l-Ulemâ, 1892 yılında kurulmuş. İsminden de anlaşıldığı gibi, Hindistan bölgesindeki âlimlerin oluşturduğu bir meclis bu. Eskinin doğru olanıyla yeninin faydalı olanını alıp birleştirmek temel şiarımız.
Nedvetu’l-Ulemâ’nın kurulmasından önce, Hindistan’da ilim ve terbiye için iki önemli merkez vardı. Birincisi “Diyobend Üniversitesi”ydi, diğeri de “Aligarh Üniversitesi”. Birincisi, şer’î ilimlerde usta âlimlerden müteşekkil bir kurumdu. Aligarh ise modernistler, kültür adamları, mühendisler ve yeni ekole mensup isimler tarafından temsil ediliyordu. Bu iki kurum, iki ayrı uçta yer alıyordu. Biri diğerini kabul etmiyordu. İkisinin arasında, doldurulamayan bir boşluk bulunuyordu. Aligarh’daki bakış Diyobend’in çağın dışında kaldığını iddia ediyordu. Diyobend de Aligarh’ı mülhidlikle, dinden çıkmakla ve zındıklıkla suçluyordu. Dolayısıyla bu iki uç arasında bir bağlantı noktası ve denge unsuru gerekiyordu. İşte, Nedvetu’l-Ulemâ bu boşluğu doldurmak üzere kuruldu.
Muhammed Ali el Mungîrî’nin öncülüğünde ilk kez Kanpur şehrinde bir araya gelen âlimler, şu dört hedefte ittifak ettiler: 1) Dinî kültürle modern çağın gereklerini bünyesinde toplamış yeni nesiller yetiştirmek, 2) Hint Alt Kıtası’ndaki ders müfredatını ıslah etmek, İslâm’a uygun hale getirmek ve İslâm’la çelişmeyen modern ilimleri de müfredata eklemek, 3) Fıkıh mezhepleri ve ekolleri arasındaki ihtilafları en aza indirmek, 4) İslâm’ı, dünyanın dörtbir köşesine yaymaya çalışmak, bunun için de bilhassa yabancı dil eğitimine önem vermek. Hamd olsun, şimdiye kadar tüm bu hedeflerde büyük ilerleme kaydedildi.
Nedvetu’l-Ulemâ’nın kurulmasının ardından, 1898’de Dâru’l-Ulûm tesis edildi. Dâru’l-Ulûm’un kuruluşu, üzerinde ittifak edilen noktaların düzenli bir eğitim sistemine dönüştürülmesi içindi. Okulun ilk mezunlarından biri, kaleme aldığı sayısız eserle bilâhare büyük şöhrete kavuşan Süleyman en-Nedvî oldu. Daha sonra da binlerce âlim yetişti. Ebu’l-Hasen en-Nedvî de bunlar arasındadır malum. “Nedvî” lakabı, Nedvetu’l-Ulemâ bünyesinde ilim tahsil edenlere ve buradan mezun olanlara işarettir.”
Kapısını randevusuz çaldığımız halde bize yarım saatini ayıran Muhammed Ferman en-Nedvî, yöneticilerinden biri olduğu kurumu bu sözlerle anlattı. Başkent Yeni Delhi’ye yaklaşık 550 kilometre mesafedeki Lucknow’da (Leknev) bulunan Dâru’l-Ulûm Nedvetu’l-Ulemâ’yı ziyaret etmeyi epeydir istiyordum. Hindistan seyahatim sırasında özellikle vakit ayırarak, yolumuzu düşürdük. İyi ki düşürmüşüz. Sadece ihtiyacı karşılayacak kadar konforla ilim tahsiline devam eden talebeler, bizi samimiyetle bağırlarına bastı. Fotoğraf çektirirken ve sohbet ederken, içtenlikleri bizi mahcup edecek seviyedeydi.
İlk kurulduğu binalarda hâlâ eğitime devam eden Dâru’l-Ulûm, yıllık ortalama 1000 mezunuyla Hindistan için oldukça önemli ve mutedil bir alternatif olmayı sürdürüyor. Ebu’l-Hasen en-Nedvî (1914-1999) başta olmak üzere, kurumun sıralarında öğrenci ve öğretmen olarak vazife alan çok sayıda âlim, mütevazı bir kampus içindeki okulu İslâm dünyasının dört bir yanına organik bağlarla bağlıyor.
Lucknow’a kadar gelmişken, Ebu’l-Hasen en-Nedvî’nin doğup büyüdüğü, anne-babasının ve atalarının mezarlarının yer aldığı, kendisinin de medfûn olduğu Takya Kalan köyünü görmemek olmazdı. Güneydeki Raebareli şehrinin sınırları içinde bulunan köye ulaşmak için, oldukça zorlu bir yolculuk yaptık. Hindistan köy yaşamının bütün çıplaklığıyla gözlerimizin önüne serildiği yolculuğumuz, bizim için ibretlerle ve şükür dersleriyle doluydu. Nihayet, çamurlu ve daracık bir yolun sonunda Takya Kalan’a ulaştığımızda, karşımıza yaklaşık 300 yıl önce inşa edilen eski bir mescit, her yaştan çocuğun tahsil gördüğü bir medrese, küçük bir Müslüman mahallesi ve muhteşem bir tabiat çıktı. Bizden hemen önce yağıp geçen yağmurun tertemiz hale getirdiği hava, yemyeşil çevreyle birleşip bizi karşılamaya hazırlanmıştı.
Takya Kalan köyünün mescidini, Ebu’l-Hasen en-Nedvî’nin büyük dedeleri, hayır sever bir Müslümanın bağışıyla yaptırmışlar. Mescidin inşasından bu yana devam eden ilmî gelenek, günümüzde de halen aynı samimiyet ve özveriyle canlılığını koruyor.
Ebu’l-Hasen en-Nedvî, ailesinin 14 ferdiyle birlikte, mescidin yanı başındaki bir kabristanda yatıyor. Ne kendisinin ne de diğerlerinin başında herhangi bir taş yer alıyor. Bize kabristanı gezdiren ağabey, aile geleneğinin yüzyıllardan beri bu şekilde olduğunu anlattı. Az sonra bize eşlik eden en-Nedvî üstadın yeğenlerinden biri de, olmayan mezar taşına atıfla, “taşlar ve ağaçlar gelip geçer. Kalıcı olanlar iman ve ilimdir” dedi. Takya Kalan’dan ayrılmadan önce Ebu’l-Hasen en-Nedvî’nin evini, vefat ettiği yatağı ve kitaplarını yazdığı masayı görmek ise, ziyaretimizin en büyük sürpriziydi. Bunu da, ilk defa gördüğü bize bu imkânı sunmakta hiç tereddüt etmeyen yeğenine borçluyduk.
Hindistan gibi dinî, siyasî, ekonomik ve sosyal problemlerin içiçe geçerek katlandığı zor bir ülkede, sahih bir menhec üzere ilmî çalışmalar yapmak ve bunu sistemleştirmek, aslında adeta bir mucizenin peşinde koşmak gibi. Ebu’l-Hasen en-Nedvî ve mensubu bulunduğu ilmî gelenek, işte bunu başarmış. Hem Lucknow’daki merkezlerini hem de Takya Kalan’daki medreseyi gördükten sonra, yapılan işin büyüklüğünü fark edip ciddi bir şok yaşadığımı söyleyebilirim. İlahî inayet, samimiyeti ve ısrarlı çalışmayı somut biçimde ödüllendirmiş.
Hindistan izlenimlerimi içeren üçüncü bir yazı daha kaldı. Onda da, nasip olursa, İngiltere’nin ülkeyi yönetirken izlediği siyaseti ve bu siyasetin günümüz Hindistan’ının oluşumuna ne şekilde etki ettiğini tartışmaya çalışacağım.