İsmail Çağılcı / Mecra
Hindistan Müslümanları: Öz yurdunda garip, öz vatanında parya
Tac Mahal, Kutub Minar, Kızıl Kale, Bara İmambara Külliyesi, Çarminar, Delhi Cuma Camii, Sefder Ceng Türbesi, Firuz Şah Tuğluk Camii… Hindistan denince zihnimizde beliren müspet görüntülerin hemen hepsinde, Müslümanlardan bakiye eserler vardır. Kimi zaman bütün cesâmetiyle Tac Mahal gelir yerleşir gözlerimizin önüne; kimi zaman bânîlerine duyduğu hasretle semâya uzanan Kutub Minar; kimi zamansa bayram sabahının sevinciyle koşturan çocukları ihtiyar bağrına basan Firuz Şah Tuğluk Camii’nin kalıntıları. Hz. Ömer’in hilâfeti döneminde Müslümanlarla kıyılarından müşerref olan Hint Alt Kıtası, Emevî akınları vesilesiyle ücra köşelerine değin İslâm’a açılmış; isimlerini bir çırpıda sayacağımız bu ihtişamlı yapılar da asırlar boyu devam edecek Müslüman hâkimiyetinin nişâneleri olarak birbiri ardına bina edilmişti. Ne var ki bu devasa coğrafyayı İslâm sanatının incelikleriyle ihyâ eden devletlerin ömrü; zarafet, maharet ve ibadeti aynı çekiçle nakşettikleri taşlar kadar uzun olmadı.
Tarih boyunca Gazneliler, Delhi Türk Sultanlığı ve Bâbürlüler’in de aralarında bulunduğu pek çok medeniyete ev sahipliği yapan Hindistan, 17. asırdan itibaren binlerce kilometre uzağındaki diyarlardan gelen insanların tasallutuna maruz kalmaya başladı. Yüzyılın henüz başında İspanyollara karşı elde edilen zaferler, İngilizlerin denizlerdeki hakimiyetinin önünü açtı ve olası ticarî faaliyetlerin hayaliyle ağızları sulanan Ada denizcilerinin ilk hedeflerinden biri de Hindistan’ın doğusu oldu.
İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nin (EIC) 1600 yılında, dönemin İngiltere Kraliçesi I. Elizabeth’ten alınan imtiyazla resmen kurulması, bölgenin kaderine doğrudan etki etti.
Hindistan idaresini elinde tutan Bâbürlüler’in de cevazıyla, kıyı şeridi boyunca EIC’nin himaye ettiği ticarî üsler kuruldu. Bu yıllardan itibaren denizaşırı ticarete ağırlık veren İngiliz tacirler, zamanla Hindistan’ın bütününe nüfuz etmeyi ve ellerinde tuttukları ekonomik güçten siyasî ve jeopolitik birtakım çıkarlar devşirmeyi başardılar.
18. asırda İran’da kontrolü ele alan Afşar Hanedanı’nın ve Afganistan’ın kurucusu olarak da kabul edilen Muhammed Şah Dürrânî’nin akınlarıyla Bâbürlüler’in ülkedeki otoritesi hayli azaldı. Ortaya çıkan karışıklıkları bahane eden EIC, sahip olduğu ticaret bölgelerini silahlandırmak istedi ve bu teşebbüse gelen itirazlar sonunda bu bölgeleri bağımsızlaştırdığını ilân etti. Birkaç yıl sonra ülkenin doğusundaki Bengal’de kontrolü tamamen ele alan İngiltere, 1772 yılında Warren Hastings’i “Genel Vali” unvanıyla buraya gönderdi ve böylece bölgedeki ilk üst düzey resmî görevlisini tayin etmiş oldu. Ancak önlerinde kendilerine engel teşkil edecek herhangi bir güç görmeyen İngiliz hükûmeti, bununla yetinmedi ve kendisine Hindistan’a doğrudan müdahale hakkı tanıyan bir tasarıyı kanunlaştırdı.
Bâbürlüler’in zayıflığından istifade edilerek kurulan devletçiklerin bazıları EIC’ye bağlanırken, buna karşı gelenler de ortadan kaldırıldı ve tarihin akışı içerisinde kısa sayılabilecek bir sürede ülkenin tamamında İngiliz hakimiyeti tesis edildi. Elbette durumdan hoşnut olmayanlar da vardı.
- 1857’de Delhi merkezli bir hareket patlak verdi. Her ne kadar konumu sembolik olmaktan öteye geçmese de, dönemin Bâbürlü Sultanı II. Bahadır Şah’ı merkezine alan ayaklanma, Müslümanların ve Hinduların İngilizlere karşı birlikte hareket etmesiyle genel bir isyana, “Büyük Hint Ayaklanması”na dönüştü.
İngilizlerin cevabı epeyce sert oldu ve bu isyan, kanlı bir şekilde bastırıldı. Bâbürlüler’in ortadan kaldırılması, binlerce insanın ölümü, on binlercesinin sürgün edilmesi ve tam sömürgeleştirmeyle devam eden günlerin sonunda İngiltere hükûmeti, EIC’nin yetkilerini ortadan kaldırdı ve Hindistan’ın idaresini direkt olarak kendisine bağlayan bir düzenlemeye gitti. İsyan hareketinin, olaylardan sonra Birmanya’ya sürülecek olan II. Bahadır Şah’ın çevresinde gelişmesi sebebiyle süreçten en zararlı çıkan taraf Müslümanlar oldu.
İngilizlerin hışmına uğrayan Müslüman halk, bir zamanlar muktedir oldukları topraklarda adeta ticarî ve siyasî hayattan silinme tehdidiyle karşı karşıya kaldı.
Büyük Hint Ayaklanması’nın ardından deyim yerindeyse kabuklarına çekilen Hindistan Müslümanları, kısa bir süre sonra yeniden siyaset sahnesinde boy gösterdiler. Ne var ki ortada yekpare bir hareket yerine farklı ekoller vardı. Müslümanların bir kısmı 1885 yılında kurulan Hindistan Kongre Partisi çatısı altında siyasetle iştigal edip, İngiliz sömürgesine karşı “bağımsız Hindistan” görüşünü benimsiyordu. Bilahare İngilizlerden “Sir” unvanı da alacak olan Seyyid Ahmed Han’ın başını çektiği bir kısmıysa 1857’deki olayların ardından İngiliz hakimiyetine ayak uydurmak gerektiğini, Müslüman ahali için en hayırlısının bu olacağını savunuyordu. Bu iki görüş arasında savrulan Hindistan Müslümanlarının önüne 1930’lara varıldığında yeni bir görüş çıkacak ve milyonlarca insanın akıbeti bu görüş etrafında şekillenecekti: “İki Millet Teorisi”
Daha birkaç yıl evvel İngiliz sömürgesine karşı birlikte hareket eden Müslümanlar ve Hindular, zamanla birbirlerinden uzaklaştı. 1893’te Bombay’da başlayan “inek” odaklı dinî tartışmalar kanlı olaylara dönüşünce, taraflar arasında derin çatlaklar oluştu. Müslümanların da yönetimde bir şekilde etkin olması gerektiği yönündeki ısrarlı söylemlere kayıtsız kalamayan İngiltere, ülkenin doğusundaki Bengal’de yeni bir siyasî yapılanmaya gitti ve burada çoğunluğu teşkil eden Müslüman halka idarî birtakım imtiyazlar tanıdı. 18 Ekim 1905’te, dönemin Hindistan Genel Valisi Lord Curzon’un tecviziyle yürürlüğe giren bu değişiklik, Hindular tarafından kabul görmedi ve yoğun protestolara sebebiyet verdi. 1893’te yaşananlarla kendini hissettirmeye başlayan ikilik, Bengal’in doğu ve batı olarak ikiye ayrılmasıyla gözle görünür bir hâl aldı. Böylelikle 20. yüzyılın başlarından itibaren, Hindistan Kongre Partisi’ne destek veren Müslümanların kahir ekseriyeti partinin Hindu eksenli milliyetçi bir yapıya büründüğüne kâni oldu ve buradan ümit kesti.
- Bengal meselesiyle Hindulardan uzaklaşan Müslümanlar, revan olunacak yeni bir yol arayışını ilk kez 1906 yılında kurumsallaştırdı. Doğu Bengal’in başkenti hüviyetindeki Dakka’da Müslüman Eğitim Konferansı tertiplemek amacıyla bir araya gelen kanaat önderleri, bu toplantılar sırasında Hindistan Müslümanları Birliği’nin kurulduğunu ilan ettiler.
Yeni kurulan birliğin başına dönemin etkin isimlerinden, Nizârî İsmâilîlliler hareketinin o günlerdeki lideri Ağa Han Sultan Muhammed Şah (III. Ağa Han) getirildi. Ağa Han, 1893 olaylarındaki arabulucu rolü ve yüzyılın sonunda etkili olan kolera salgını sırasındaki aşı kampanyası bayraktarlığı vesilesiyle etki alanını genişletmiş bir isimdi. Göreve başladığı günden itibaren Hint Müslümanlarının yüzünü “batıya” çevirdi ve en önemli gündem maddesi olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun ve uhdesindeki hilâfetin akıbetlerini belirledi. Her ne kadar devamındaki birkaç yılda Osmanlı Sultanı II. Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesi (1909), Müslümanların Bengal’de elde ettiği imtiyazların ilgası (1911), Osmanlı’nın Trabslusgarp (Eylül 1911-Ekim 1912) ve Balkan (Ekim 1912-Ağustos 1913) savaşlarında aldığı mağlubiyetler gibi bazı travmatik gelişmeler yaşansa da, İngilizlerin Osmanlı İmparatorluğu ve hilâfet makamının devamı üzerine verdiği teminatlarla biraz olsun yatışan Hindistan Müslümanları; I. Cihan Harbi’nin sonundan itibaren, daha önce kendilerine verilen sözlerin yerine getirilmemesiyle yeniden Hindularla dirsek temasına geçti.
- Hindistan Müslümanları, I. Cihan Harbi sonrasında kutsal topraklar ve hilâfet makamı için harekete geçti ve Ağa Han, Muhammed Ali Cinnah ve Hasan İmam gibi isimlerin başkanlık ettiği heyetler, harpten darmadağın çıkan Osmanlı İmparatorluğu lehine lobi faaliyetleri yürütmek üzere Avrupa’nın yolunu tuttu.
Ocak 1919’da toplanan Paris Barış Konferansı sırasında ve öncesinde girişilen temaslardan müspet bir sonuç alınamayacağı anlaşılınca, o dönem Mahatma Gandhi’nin liderlik ettiği Hindistan Ulusal Kongresi’yle ortak hareket etme kararı alındı. Şubat 1920’de Hindistan Hilâfet Hareketi kuruldu. Bu hareket çatısı altında yoğun faaliyetlere girişen Müslümanlar, Osmanlı sonrası dönemde Millî Mücadele yürüten Türk toplumuna destek vermek için var güçleriyle çalıştı. Bir yandan ahaliden toplanan maddî yardımlar Anadolu’ya ulaştırılırken bir yandan da içeride İngiliz sömürgesine, dışarıdaysa İtilâf Devletleri’ne karşı diplomatik görüşmeler yürütüldü. Ne var ki yapılanlar karşılıksız kaldı ve Millî Mücadele’den galip çıkarak tabiri caizse basübadelmevte eren Türkiye, 3 Mart 1924’te hilâfeti tamamıyla kaldırdı. Hindistan halkları, bu kez dönüşü olmayan bir yol ayrımındaydı.
1800’lerin sonunda artık iyiden iyiye görünür hâle gelen Hindu milliyetçiliği, I. Cihan Harbi’nin akabinde “Hindutva” adı altında örgütlü bir yapıya dönüştü. Her ne kadar ülkedeki Müslümanların büyük çoğunluğu Hint kökenli olsa da “olağan şüpheli” ilân edilmekten kurtulamadılar. Dönemin popüler siyasetçilerinden Vinoyak Damadar Savarkar tarafından kaleme alınan ve 1920’lerde yayımlanan “Hindutva: Hindu Kimdir?” kitabının rehberlik ettiği milliyetçi yapılar, kısa sürede etki alanlarını genişletti. Bunların en önemlisi, 1925’te kurulan Ulusal Gönüllü Hareketi’ydi (Rashtriya Swayamsevak Sangh / RSS). Kendisine Avrupa’da ortaya çıkan aşırı sağcı akımları örnek alan RSS, Hindular üzerinde bir “ulus bilinci” oluşturmayı ve bu yolla “toplumsal değerleri korumayı” hedefliyordu. RSS, kısa sürede hayır kurumları, okullar ve çeşitli kulüpler kurarak daha geniş kitlelere ulaşmayı başardı ve Hindutvalar için bir merkez üssü hâline geldi. Hindistan Hilâfet Hareketi’nin hüsranla sonuçlanmasının ardından bir süre köşesine çekilen Muhammed Ali Cinnah, iki halk arasında artan gerilim sebebiyle, RSS’nin zuhur ettiği dönemde aktif siyasete döndü ve Hindistan Müslüman Birliği’nin başına geçti.
- İngilizlere karşı Hindularla birlikte hareket etme niyetinde olan Cinnah, bu birlikteliğin artık çok da mümkün olduğunu fark edince, bağımsız bir devlet kurma çabalarına yoğunlaştı. Bu dönem onu, Muhammed İkbal’in ortaya koyduğu “İki Millet Teorisi”ne yaklaştırdı. İkbal’e göre Müslümanların ve Hinduların aynı devlet çatısı altında yaşaması mümkün değildi ve Müslümanlar, çoğunlukta oldukları bölgeleri kapsayan bağımsız bir devlet kurmalıydı.
1930’lu yıllar boyunca gelgitlerle devam eden bağımsızlık süreci, 1939 yılında başlayan II. Cihan Harbi’yle birlikte hız kazandı. 2 Temmuz 1935’te İngilizler tarafından çıkarılan Hindistan İdare Kanunu uyarınca Şubat 1937’de ilk kez yapılan genel seçimlerle kurulan eyalet hükûmetleri, Müslümanlar üzerindeki baskıyı günbegün artırdı. Hindistan Ulusal Kongresi’nin, İngiltere’nin Hindistan’ı da savaşa sürüklemesini gerekçe göstererek hükûmetleri dağıtması ve meclisi lağvetmesi, bağımsızlık yanlısı Müslümanların önünü açtı. 1940 ilkbaharında Muhammed Ali Cinnah başkanlığında toplanan Hindistan Müslümanları Birliği kongresinde ayrı ülke kurulması kararı alındı ve bu karar, “Pakistan Tasarısı” ismiyle tüm dünyaya duyuruldu. II. Cihan Harbi boyunca İngiltere’nin Müslümanlar ve Hindular arasında yürüttüğü uzlaştırma çabaları sonuç vermedi ve harp sonrası dönemde İngiltere’de iktidarı devralan İşçi Partisi, halktan gelen baskılara dayanamayarak, Hindistan’dan çekilme sürecini başlattı. Müslümanlar ve Hindular, 2 Aralık 1946’da Londra’da son kez bir araya geldi; ancak buradan da olumlu bir netice alınamayınca, dönemin İngiltere Başbakanı Clement Attlee, 1948 yazından önce çekilmenin tamamlanacağı sözünü verdi. Çekilme esnasında artan şiddet olayları, dönemin Hindistan Genel Valisi Louis Mountbatten’ı İngiliz hükûmetine ayrılık sürecini hızlandırma uyarısı yapmaya itti.
Londra’dan gelen onayla birlikte Hindistan’ın doğu ve batı uçlarındaki iki bölgeden müteşekkil yeni bir devlet kurulması planı nihaî şeklini aldı. 3 Haziran 1947 akşamı, Muhammed Ali Cinnah, Louis Mountbatten ve Hindistan Kongre Partisi Başkanı Cevahirlal Nehru, bu planı radyodan halka duyurdu.
İki tarafın da onayladığı bölünme, 15 Temmuz’da Avam Kamarası’nda, 18 Temmuz’da da Lordlar Kamarası’nda onaylanarak yürürlüğe girdi. Muhammed Ali Cinnah, 14 Ağustos 1947’de Kurucu Meclis’te yaptığı konuşmayla bağımsız Pakistan’ın resmen kurulduğunu ilân etti ve “Genel Vali” unvanıyla ülkenin başına geçti. O artık koca bir halkın Kaid-i Azam’ıydı. Ne var ki Hindistan sınırları içinde 35 milyondan fazla Müslüman kalmıştı ve bu durum, günümüze kadar uzanan sorunların temeli olacaktı.
Pakistan’ın ortaya çıkış süreci, Hindutvalara nicedir peşinde oldukları meşruiyeti sağlamış oldu; Müslümanlar “ayrılıkçıydı” ve Pakistan’la yetinmeyeceklerdi! Bu söylem, bağımsız Hindistan’ın inşa sürecini doğrudan etkiledi. Mahatma Gandhi, kendisini Müslümanların faaliyetlerine ve ülkenin bölünmesine kayıtsız kalmakla suçlayan eski bir Hindutva tarafından öldürüldüğünde, bağımsız Hindistan henüz altı aylık bile değildi. Ülkenin ilk başbakanı olarak tarihe geçen Cevahirlal Nehru, Hindutvaları ülkenin geleceğindeki en büyük tehditlerden biri olarak görüyordu; ancak daha en baştan Pakistan ve Hindistan arasında bir sorun olarak ortada duran Keşmir meselesi, Çin’le patlak veren savaş, işsizlik, yoksulluk gibi sebepler, milliyetçi akımların daha da güçlenmesini sağladı. Hindistan’da meskûn Müslümanların maruz kaldığı ayrımcılık ve şiddetin arka planı biraz daha eskilere dayansa da esasında 1947’de elde edilen bağımsızlığın ardından yaşanan olaylar, İslâmofobinin kurumsallaşmasına sebep oldu. Hinduların, Pakistan’ın ayrılık sürecini hazmedememesi, daha ilk anda bu çiçeği burnunda ülkeye göç etmek için yollara düşen Müslümanları hedef hâline getirdi.
- Hindistan ile Batı ve Doğu Pakistan arasına İngiliz Avukat Sir Cyril Radcliffe tarafından çizilen sınırlar da bu göç hareketi sırasındaki şiddeti körükledi; zira Radcliffe’nin gelişigüzel çektiği çizgiler, milyonlarca insanı uzun yıllardır yaşadıkları topraklardan etmenin yanı sıra hem Müslümanlar hem de Hindular ve Sihler için kıymetli bazı mekânları sınırın diğer tarafında bırakıyordu.
Kâğıt üzerinde oldubittiye getirilen bu durum, sahada bölgesel anlaşmazlık ve çatışmaları beraberinde getirdi. Göçmenleri taşıyan trenler yakıldı, sınıra yakın köyler yıkıldı, kervanlar basıldı ve nihayetinde bazı kaynaklara göre birkaç yüz bin, bazılarına göreyse bir milyondan fazla insan hayatını kaybetti. Göç sırasında yaşananlarla sınırlı kalmayan olaylar, sayıları günden güne artan Hindutvalar eliyle devam etti.
Özellikle İngilizler döneminden kalan ve bağımsızlık sürecinde akıbeti netleştirilmeyen devletçikler, gerilimin odak noktası hâline geldi. Bu yeni dönemin en kanlı hadiselerinden biri kayıtlara geçtiğinde, takvimler 1948 sonbaharının günlerini döküyordu. İngilizlerin çekilişi sırasında ilân edilen ülkelerden birine bağlanmayan Haydarabad Krallığı, çok geçmeden Hindistan hükûmetinin hedefi hâline geldi. Nüfusunun çoğunluğu Hindulardan oluşan krallığı bilvasıta kendisine bağlamak isteyen Hindistan; bölgede patlak veren komünist tandanslı isyanları gerekçe gösteriyor ve merkezî orduyu burada konuşlandırmayı arzu ediyordu. Yönetimi elinde bulunduran Haydarabad Nizâmı Mir Osman Ali Han ise Müslüman subayların komuta ettiği birlikler tesis etmiş ve isyanları bu ordu marifetiyle bastırmak gayretindeydi. Müzakerelerden ve ekonomik ambargo teşebbüslerinden netice alamayan Hindistan yönetimi, bölgedeki karışıklıktan istifade eden komünistlerin bir devlet kuracağı ihtimali ve Mir Osman Ali’nin Pakistan’la gizli anlaşmalar yaptığı iddiasını öne sürdü. Şerait, Haydarabad’ı Hindistan’ın eyaleti yapacak olan Polo Operasyonu için düğmeye basmaya elverişliydi. 13 Eylül 1948 sabahı harekete geçen Hindistan askerleri, sınırın dört bir yanından Krallığa girdi; ancak operasyon yalnızca Hindistan ordusunun eylemleriyle sınırlı kalmadı. Hindistan’ın desteğini arkalarına alan Hindular, Haydarabad’daki Müslümanlara karşı bir dizi şiddet hareketine girişti. Yağma, tecavüz, linç, cinayet… Hindistan ordusu, savunmasız Müslümanları silahlı Hindularla baş başa bırakmış ve hatta birçok yerde yaşanan katliamlara nezaret etmişti. Resmî verilere göre 40 bin, tahminlere göre ise 100 binden fazla Müslüman hayatını kaybetmiş, yüz binlercesi ise yerinden edilmişti. Dünya kamuoyu, o günlerde yaşananları tam 65 yıl sonra ortaya çıkacak raporlardan öğrenecekti.
Tarihinin en kanlı katliamlarından birini geride bırakan ülkede sular 50’li ve 60’lı yıllar boyunca da durulmadı. Bu dönemde Doğu Pakistan’da yaşanan isyanlar, Hindistan içlerine Hindutvaların hayatın her alanında artırdığı etkisiyle sirayet etti.
Müslümanlara evlenme, boşanma miras gibi konularda imtiyaz veren medenî kanunun tek tipleştirilmesi, Müslümanların yoğun olduğu bazı bölgelerde Hindu mabetleri inşa edilmesi, Müslüman ülkelerden gelen göçmenlere vatandaşlık verilmesinin önlenmesi gibi talepleri yüksek sesle dillendiren Hindutvalar; bir yandan da Hindu ahaliyi Müslümanlara karşı galeyana getirme faaliyetlerini sürdürdü.
1964 Kalküta, 1969 Gücerât, 1970 Bivandi olayları sırasında binlerce Müslüman hayatını kaybetti. Babası Cevahirlal Nehru’dan yaklaşık bir buçuk yıl sonra, 1966 Ocak’ında Hindistan’ın yönetimini eline alan Indira Gandhi, 1973 yılında Tüm Hindistan Müslüman Hukuk Kurulu’nu (AIMPLB) kurdu. Müslümanların haklarının korunması maksadıyla hayata geçirilen Kurul, Gandhi liderliğindeki hükûmeti, Hindu cephenin hedefi hâline getirdi. Yükselen sesleri kesmek isteyen Gandhi, 1976 yılında anayasaya lâiklik maddesini eklemek durumunda kaldı. Görünüşte azınlıkların haklarını güvence altına alan bu değişiklik takip eden yıllarda adeta Müslümanlara karşı bir silâha dönüşecekti; zira RSS ve müttefikleri, 1977 seçimlerinde Gandhi’yi mağlup etmeyi başaracaktı. Olağanüstü hâl şartlarına rağmen yaşadığı hezimetin dermanını milliyetçi söylemlerde bulan Indira Gandhi, 1980 seçimlerini kazanıp bir kez daha ülkenin başına geçti. Ancak Hindutvaların söylemden çok daha fazlasına dair beklentileri vardı. Indira Gandhi, kendisini korumakla vazifeli iki Sih koruması tarafından, Başbakanlık konutunun bahçesinde vurularak öldürüldü. Ülke genelinde Sih karşıtı bir dizi eyleme sebebiyet veren suikast, ülkenin gidişatını da derinden etkiledi. Olaylar binlerce Sih’in öldürülmesiyle son bulduğunda, Başbakanlık koltuğunda Indira’nın oğlu Rajiv oturuyordu. Rajiv Gandhi döneminde iyiden iyiye görünür hâle gelen milliyetçilik hareketleri, 1980 Nisan’ında kurulan Hindistan Halk Partisi’nde (Bharatiya Janata Partisi / BJP) temerküz etti. RSS ile aynı membadan beslenen BJP, çok geçmeden Hindistan’ın ve Hindistan Müslümanlarının akıbetini belirleyen birincil güç hâline gelecekti.
1980’li yıllar, Müslüman karşıtı şiddet olaylarının tırmanışa geçtiği bir dönem oldu.
1983 yılında, Assam’a bağlı Nelli köyü, kendilerine “Assam Hareketi” adını veren aşırı sağcılar tarafından basıldı ve burada yaşayan iki bine yakın Müslüman, vahşice katledildi. 1987’ye gelindiğinde, bu kez ülkenin en büyük eyaleti Uttar Pradeş’te Müslümanlara yönelik şiddet sahneye konuldu. Eyalet polisi tarafından gözaltına alınan 42 Müslüman gencin akıbeti, olaydan günler sonra kanallarda su yüzüne çıkan cesetler vesilesiyle anlaşıldı. Katliam, dönemin idarecileri tarafından örtbas edildi. 1989 yılında ise ülkenin doğusundan vahşet haberleri geldi. Bihar eyaletinin Bagalpur bölgesinde iki ay boyunca devam eden olaylar, 200’den fazla yerleşim yerini etkiledi. Bagalpur’da yaşananlar neticesinde binden fazla Müslüman hayatını kaybederken, 50 binden fazlası da göçe mecbur edildi. Müslümanlar ve Hindular arasında en büyük kırılmalardan birini yaratan olaysa 1992’nin sonlarında, Uttar Pradeş’te meydana geldi. Eyaletin Ayodhya şehrindeki Babri Camii, 6 Aralık 1992 günü, Hindu milliyetçisi çetelerin saldırısına uğradı. Bâbürlüler’in kurucusu Bâbür Şah’ın en yakınındaki isimlerden Mir Bâkî tarafından 16. asrın ilk yarısında inşa ettirilen cami, saldırı sonucunda büyük oranda yıkıldı. Babri’nin bulunduğu alanın tanrılarından Rama’nın doğum yeri olduğunu iddia eden Hindular, camiyi ortadan kaldırıp, yerine bir Hindu tapınağı inşa etmek istiyorlardı. Hindistan Müslümanları arasında infial yaratan saldırı, ülkenin dört bir yanından aksülâmel uyandırdı. Durumu protesto etmek ve haklarını aramak niyetiyle sokaklara inen Müslümanlar, bu kez de güvenlik güçlerinin şiddetine maruz kaldı; iki binden fazla Müslüman hayatını kaybetti, on binlercesi tutuklandı. O günlerde cebren de olsa bastırılan olaylar, uzun yıllar devam edecek bir krizin nüvesi olarak kayıtlara geçti.
Geçen zamanla daha da harlanan Hindu milliyetçiliği, diğer bir deyişle Müslüman karşıtlığı, nihayet 1998 yılına gelindiğinde resmen muktedir mertebesine yükseldi. BJP, 1996 seçim sonuçlarına göre kurulan bir ittifakın liderliğini üstlendi ve partinin kurucularından, eski bir RSS üyesi de olan Atal Bihari Vajpayee, Hindistan’ın yeni başbakanı olarak koltuğa oturdu. İttifak ortaklarının tutumundan dolayı, Hindutva anlayışını dilediği gibi idareye yansıtamayan Vajpayee, Hindu milliyetçilerinin gerçekleştirdiği bazı eylemlere sessiz kalmakla yetindi. Ancak 2002 yılı, sessiz kalınmayacak kadar büyük bir katliama sahne oldu. Ayodhya’dan Gücerât eyaletine Hindu hacı taşıyan bir tren, Godhra şehri yakınlarında bilinmeyen bir sebeple alev aldı. 50’den fazla Hindu’nun hayatını kaybettiği yangından Müslümanları sorumlu tutan Hindutva çeteleri, bir kez daha saldırıya geçti.
- 27 Şubat 2002’de başlayan mezalimde iki binden fazla Müslüman hayatını kaybetti. Saldırganlar yalnızca öldürmekle yetinmedi; Müslüman kadınlar tecavüze uğradı, dükkânlar yağmalandı, evler ve mescitler yakılıp yıkıldı… Takip eden günlerde de devam eden olaylar, insan hakları örgütleri tarafından “soykırım girişimi” olarak nitelendi.
Elbette ki Hindu milliyetçiler, 11 Eylül 2001 günü ABD’nin New York şehrindeki İkiz Kuleler’e düzenlenen terör saldırısının ardından dünya genelinde baş gösteren İslâmofobiden de istifade etmiş; uluslararası birçok kurum ve kuruluş, Hindistan’da yaşananlara sessiz kalmıştı. Gücerât’ın BJP üyesi başkanı da tıpkı merkezî hükûmetin başındaki Vajpayee gibi katliama göz yummakla ve hatta Hindutvaları teşvik etmekle suçlanacak; ancak bilahare görülen davadan aklanarak çıkacaktı. Dünya kamuoyu ise o günlerden sessiz sedasız yırtan bu ismi, ilerleyen yıllarda çok daha fazla işitecekti. Tıpkı Müslümanlara karşı uygulanan suçları ve ayrımcılığı çok daha fazla işiteceği gibi.
2002 yılında Gücerât’ta yaşananlar sırasında eyaletin başındaki isim, Narendra Modi’den başkası değildi. Modi, dört dönem üst üste yürüttüğü Gücerât Başkanlığı vazifesinin ardından, 2014 yılında Hindistan’ın bir numarası olmayı başardı. Müslüman karşıtı söylemleri propagandasının merkezine koymakta beis görmeyen Başbakan Modi, Şiî İsmailîyye’nin bir kolu olan Davûdî Buhra dışında herhangi bir Müslüman yapıyla temas kurmuyordu. (Hindistan Müslümanlarının ekseriyeti Sünnî olup; bunların büyük çoğunluğu Hanefî, az bir kısmı da Şâfiî. Cemaat-i Tebliğ, Cemaat-i İslâmî, Cemaat-i Birelvî gibi geniş katılımlı yapılar, Sünnî kesimin önde gelen cemaatleri. Nakşîbendîyye, Çiştîyye, Sühreverdîyye, Firdevsîyye, Kâdîrîyye ve Şettârîyye ise Hindistan sınırları içindeki Müslümanlar arasında etkili olan tarikatlar. Tarih boyunca birçok İslâm medeniyetine ev sahipliği yapan ülke; Dâru’l-Ulûm Diyobend, Mezâhiru’l-Ulûm Sehârenpûr, Bâkiyâtu’s Sâlihât, Camia Arabiyye Ta’limü’l-İslâm, Camia-i Eşrefiyye Mübârekpûr, Dârulhadis-i Matlu’l-Ulûm, Dâru'l-Ulûm Nedvetu'l-Ulemâ gibi köklü İslâmî eğitim kurumları sayesinde çok sayıda ulema da yetiştirdi ve tüm Müslüman âleminin istifadesine sundu. Ülkedeki Müslümanların yüzde 10’unu aşmayan Şiîler ise büyük oranda Câferîyye mensubu. Şiî İsmailîyye’ye bağlı Hindistan Müslümanlarının sayısı hayli az olsa da bu ekol, niceliğine nispetle epeyce görünür durumda. Şüphesiz ki bunda, İsmailîlerin siyaseten takındığı tavrın ve durduğu yerin etkisi var.) 2019’daki seçim kampanyası sırasında Müslümanlar aleyhine birçok söylem kullanan Modi, yine de bu yapıyla olan iletişimini sürdürdü. Kendilerini Şiî Fâtımîlerin günümüzdeki varisleri olarak gören Davûdî Buhralıların, çoğunluğu Sünnî olan Hindistan Müslümanlarını pek de temsil etmediğini söylemek yanlış olmaz.
Modi’nin kontrolü ele alması, Hindistan Müslümanları için işlerin daha da kötüleşmesine sebep oldu. İstihdam, eğitim, barınma, sağlık gibi temel haklar kapsamındaki alanlarda artan ayrımcılık; Modi dönemiyle beraber adeta zirve yaptı.
İlk dönemini planları için uygun şartları oluşturmakla geçiren Modi, 2019 ilkbaharındaki seçimlere yine Müslüman karşıtı bir propaganda süreciyle gitti ve sandıktan ikinci kez tek başına iktidar olarak çıktı. Nüfusun yüzde 15’ini oluşturan Müslümanlar ise 545 sandalyeli Lok Sabha’ya farklı partilerden yalnızda 27 temsilci sokabildi. Müslümanlara temsil hakkı tanıyan partiler arasında BJP elbette ki yoktu. Modi, kazandığı 303 sandalye ile artık gücünü tahkim etmişti ve sıra, kafasındakileri kuvveden fiile çıkarmaya gelmişti. İlk iş, seçim vaatleri arasında yer alan, ayrılıktan bu yana Pakistan’la bir ihtilaf olarak ortada duran Keşmir’in mevcut statüsünü değiştirmekti. Modi hükûmeti, Keşmir bölgesinin özerkliğini ortadan kaldıran bir anayasa değişikliğini seçimlerden sadece üç ay sonra yürürlüğe koydu. Bu sayede bölgeye Hindu göçünün önünü açmayı planlayan Modi’nin asıl hedefiyse bölgenin demografik yapısını Hindular lehine değiştirmekti.Keşmir’i illegal bir şekilde iki ayrı bölgeye ayıran hükûmet, türlü bahanelerle bölgeye asker sevk ediyor; bazı politikacı, gazeteci ve önde gelen isimleri mesnetsiz iddialarla tutukluyor ve Keşmir’de yaşayan Müslümanların haklarını sistematik şekilde ihlâl ediyordu.
Bununla da yetinmeyen hükûmet, bir diğer seçim vaadi olan vatandaşlık meselesini de hızlıca gündemine aldı. Afganistan, Pakistan ve Bangladeş’ten kaçarak Hindistan’a gelen Hindu, Sih, Budist, Zerdüşt, Caynist ve Hristiyanlara Hindistan vatandaşlığı vadeden Vatandaşlık Yasası Değişikliği, Müslümanları kapsam dışında tutuyor; bu hâliyle de Hindutvaların nihaî hedeflerinden biri olan “Ulusal Vatandaşlık Kaydı”nı güncellemeye hizmet edeceği şüphesini uyandırıyordu.
- Bu, Müslümanların tamamını olmasa da bir kısmını Hindistan vatandaşlığından çıkarma planı olarak hülasa edilebilir; zira bahse konu yasanın yürürlüğe konması hâlinde, soyunun 24 Mart 1971’den önce Hindistan’da bulunduğunu ispat edemeyenlerin kaydı düşecekti.
Mevcut durumdaki kayıtlar 1951’e göre oluşturulmuş durumda ve Milyonlarca Hindistan Müslüman’ı, olası bir kayıt yenileme durumunda sunması gereken belgelere sahip değildi. Vatandaşlık Değişikliği Yasası, pilot bölge olarak seçilen Assam’da uygulandı ve yaklaşık iki milyon insan, Hindistan vatandaşlığını güncellemeye hak kazanamadı. Bunlar arasında Müslümanlardan ziyade ülkedeki kast sistemine dahil edilmeye dahi lâyık görülmeyen paryaların çoğunlukta olması dikkat çekiciydi. Yukarıdan aşağıya Brahmanlar, Kşatryalar, Vaysyalar ve Sudralardan müteşekkil dört basamaktan oluşan kast; insanların sosyal yapı içerisindeki hareketlerini sınırlayan bir sistem. Paryalar ise bu sistemin de dışında tutuluyor. Bu dışarıda tutma, kâğıt üzeriyle sınırlı kalmıyor elbette. Sisteme dahil olan “insanlara” dokunmaları, şehirlerde ikâmet etmeleri, ölülerden sıyrılanlardan başka kıyafet giymeleri ve kendilerini belli işaretleri kullanmadan dolaşmaları yasak. Hindutvalar tarafından Müslümanlara reva görülen yerin bundan çok farklı olduğu da söylenemez.
2014-2019 yılları arasında, küçük gruplar hâlinde hareket eden Hindu milliyetçiler tarafından Müslüman ahaliye karşı birçok saldırı tertiplendi. 2016 Mart’ında Carkand’da düzenlenen bir hayvancılık fuarında sığır satana iki Müslüman, Hindu bir çetenin gadrine uğradı. 35 yaşındaki Muhammed Mazlum Ensarî ve daha 12 yaşındaki İmtiyaz Han, gözü dönmüş Hindular tarafından vahşice katledildi ve cesetleri bir ağaca asılı olarak bulundu. İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch / HRW) raporlarına göre, Modi’nin ilk dönemi boyunca 12 farklı eyalette 44 kişi Hindularca kutsal sayılan ineklerin satılması ya da kesilmesi bahanesiyle vahşice katledildi. Aynı dönemde gerçekleşen 100’den fazla saldırıda ise 300’e yakın Müslüman yaralandı. Müslümanları hedef alan bu gruplar, çoğu zaman herhangi bir cezaî işlemle karşılaşmadı ve yine HRW raporlarına göre, Hindistan polisi bu türlü olayların tamamında ilk anda örtbas etme yoluna gitti. BJP’li yöneticilerin iktidarı ele aldıktan sonra sığır eti tüketimine karşı kanunsuz şiddet çağrıları, bu olayları gerçekleştiren Hindutvaların en önemli motivasyon kaynağı oldu şüphesiz. Hindu çetelerin Müslümanları hedef almak için tek gerekçesi inekler değildi. Müslüman erkeklerin Hindu kadınlarını Müslüman yapmak niyetiyle bir “aşk cihadı” başlattığını iddia eden Hindutvalar, böylesi evliliklerin mâni olmak için de birçok saldırı düzenledi. BJP yönetimindeki bazı eyaletler, bu durumun önüne geçmek için, din değiştirmeyi suç sayan yasal düzenlemeler dahi yaptı. Devamında ise bu yasanın ihlâl edildiği gerekçesiyle baskınlar ve tutuklamak birbiri ardına geldi.
2019’daki Keşmir ve Ulusal Vatandaşlık Kaydı meselelerinin ardından protesto gösterisi düzenleyen Müslümanlar, bir kez daha Hindutva altyapılı Hindistan hükûmetinin şedit yüzüyle karşılaştı. Başkent Yeni Delhi sokaklarına taşınan gösteriler sırasında Müslümanların karşısına devlet destekli Hindu çeteler çıktı. 50’den fazla Müslüman’ın hayatını kaybettiği olaylar sırasında, resmî kolluk kuvvetleri neredeyse kılını kıpırdatmadı ve Hindu çetelerin Müslümanlara karşı giriştiği cadı avını seyretmekle yetindi. Olaylara karıştığı “tespit edilen” Müslümanlardan kimilerinin evlerine “yasadışı” yaftası vuruldu ve iş makinalarıyla yerle bir edildi. Burada yaşananlar, diğer BJP’li eyaletler için de örnek teşkil etti ve “Buldozer Adaleti” adı verilen bir dizi yıkım faaliyetine girişildi. BJP yönetiminin tek yöntemi kaba kuvvet değildi.
- “Yumuşak güç” olarak bilinen sinemayı da planlarına alet etmekten çekinmeyen Hindutvalar, ülkenin belki de en çok tanınan markası mesabesindeki film endüstrisi Bollywood’a da Müslümanlara karşı ayrımcılığı normalleştirecek filmler çekilmesi yönünde baskı yapmaktan geri durmuyordu.
Son yıllarda gösterime giren Baby (2015), Padmaavat (2017), Tanhaji (2020), Sooryavanshi (2021) gibi filmler; ihtiva ettikleri Müslüman karakterleri Modi hükûmetinin söylemleri doğrultusunda, son derece karikatürize ederek ele alıyor ve İslâm’ı ve Müslümanları türlü şiddet olaylarıyla yan yana getiriyor. İslâmofobik söylemleriyle öne çıkan benzeri yapımlarla, mevcut Müslüman karşıtları cephesini tahkim etmenin yanı sıra hâlâ “normal” kalmayı başarabilen Hinduların da Müslümanlara bakış açısını değiştirmek hedefleniyor şüphesiz.
1976 yılında anayasaya eklenen “lâiklik” ifadesi de BJP’li idarecilerin elinde adeta bir maymuncuğa dönüştü. Okulların kapısından geri çevrilen başörtülü öğrenciler, Hindutvaların şikâyetleri gerekçe gösterilerek sesleri kesilen mescitler, dış görünüşü sebebiyle ayrımcılığa maruz kalan insanlar; Modi döneminde vaka-i âdiyeden sayılır oldu. Bilhassa 2019 ve sonrasında, gün geçmiyor ki Hindistan Müslümanlarına uygulanan zulme dair bir görüntü daha sosyal medyada dolaşıma girmesin. Ellerine Hindutvaların sembolü olan turuncu bayrağı geçiren gruplar; kâh bir mescit basıyor kâh Müslüman çocuklarla alay ediyor kâh Müslümanlara ait iş yerlerini yağmalıyor kâh ellerine geçirdikleri masum insanları canice öldürüyordu… Hatta hızlarını alamayıp, İslâm’a ve Hz. Muhammed (sav) efendimize hakaret edilen etkinlikler tertipliyorlardı.
Tüm dünyayı etkisi altına alan Kovid-19 salgını sürecinde çöken Hindistan sağlık sisteminin sorumlusu da yine Müslümanlar oldu. Ülke içinde hızla yayılan virüs, Müslümanlara karşı nefret suçu işlemek için epeyce geçerli bir aparat olarak kullanıldı.
Tüm bu yaşananlar Hindistan Yüksek Mahkemesi’ni nefret suçu işlemenin “neredeyse yeni normal hâline geldiği” yönünde bir uyarı yapmaya mecbur bıraksa da bu ve benzeri ikazların sahadaki duruma herhangi bir etkisi olmuyordu. Üstüne üstlük Yüksek Mahkeme de verdiği kararlarla çelişkili bir tutum ortaya koyuyordu. Mahkemenin 1992 yılından beri Müslümanlar ve Hindular arasında derin bir ihtilâfa sebebiyet veren Babri Camii meselesi konusunda aldığı karar, bu çelişkinin en somut örneklerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. BJP’nin ikinci döneminin başlangıcından kısa bir süre sonra konuya dair kararını açıklayan Mahkeme; Hinduların bölgede camiden çok daha önce Hindu tanrı-kralı Rama için yapılmış bir tapınak bulunduğu iddialarını haklı buldu ve alanı Hindulara tahsis etti. Mahkeme, Müslümanlara da cami yapmaları için farklı bir noktada arazi tahsis edilmesini kararlaştırdı. Müslümanların önemli temsilcileri AIMPLB ve Cemaat-i Ulema-i Hind, tarihî kayıtlarla uyuşmayan bu karara itiraz edeceklerini ilân etseler de netice alamayacakları açıktı. Karar, ivedilikle uygulamaya kondu ve 2020 Ağustos’unda, Başbakan Modi’nin de katıldığı bir törenle Rama tapınağının temel atma töreni gerçekleştirildi. Gelinen noktada aralarında Türkiye’nin de bulunduğu bazı ülkeler, Hindistan’da yaşananlara diplomatik yollardan tepki gösteriyordu. İslâm İşbirliği Teşkilatı (İİT), Hindistan hükûmetine “İslâm’a ve Müslümanlara yönelik artan nefret söylemlerini ve karalama sağanağını” önleme ve sistematik ayrımcılıktan bir an evvel vazgeçme çağrısı dahi yaptı.
Ne var ki şu an için bu tepkiler caydırıcılıktan uzak düşüyordu.
Dünyanın geri kalanı gibi Hindistan da II. Cihan Harbi ile birlikte pek de aşina olmadığı, stabilize bir yola girdi. Yönlendirme levhaları, çok uzaklardan gelen yabancılar tarafından dikilen bu yol, yönünü kaybetmeye epeyce müsait; Hindistan da kaybolmaya meyyaldi. Her kayboluşta madden biraz daha eksilen ülke, her aradığını da mânen biraz daha tükenerek buldu. Harbin akabinde coğrafî olarak en büyük eksilmesini yaşadı ve bir milyon kilometrekareye yakın toprak kaybetti. Bu kayıp, insanlık tarihinin en büyük göç hareketlerinden birini de beraberinde getirdi. Doğu Pakistan’ın 1971 Aralık’ında Bangladeş Halk Cumhuriyeti adıyla bağımsızlık ilân edişinden sonra artık iki yeni yol arkadaşıyla tarih yolculuğuna devam eden Hindistan, adına sınır denen ve on milyonlarca insanın ikbâlinin altına döşenen mayınlara basmaktan geri durmadı ve manevî mirasını tüketmeye devam etti. Elbette ki yüzyıllar boyunca Hindistan’da hâkimiyet süren Müslümanlara ait izleri öyle birkaç on yılda söküp çıkarmak da çok mümkün değildi. İşgaller, savaşlar, göçler, katliamlar… Hint Alt Kıtası’nın niceliği, bunlarla eksilmek için dahi çok fazla. Ancak bu kalabalık, azınlık olmanın önüne geçmeye yetmiyor.
Ülke bugünkü sınırları ve bağımsız idaresiyle tarih sahnesinde arzıendam ettiği günden bu yana yönetimini ele alanlar, coğrafyanın ihtişamlı mazisini taşlar vesilesiyle tecessüm ettirenlerin içtimaî bakiyesine bir mirasyedi savurganlığıyla yaklaşmaktan çekinmedi. Hindistan Müslümanları coğrafyanın iki ucunda iki bağımsız devlete kavuşsa da ne oralara göçenler tam manasıyla rahata erdi ne de geride kalanlar. Ülke, son yıllarda yönü belirsiz rüzgârların harladığı İslâmofobi ve beraberinde getirdiği şiddet olaylarıyla neredeyse gündemden düşmüyor. Kundaklanan ibadethaneler, türlü iftiralarla linç edilen kadınlar, görüntüsünden sebep katledilen erkekler, eğitim hakkı elinden alınan çocuklar, sesi kısılan din adamları, resmî makamlarca yıkılan yerleşim yerleri… Hindistan Müslümanları; asırlar boyu muktedir oldukları, bağımsızlığı uğruna canlarını ortaya koydukları, bugün milyonlarca turistin alâkasını cezbeden o şeklini şemailini verdikleri öz vatanlarında sahici manada parya yapılmak isteniyor. Tüm bunlara rağmen İslâm sanatının fevkaladeliğini günümüze dek ulaştıran köklü mazisi, İmâm-ı Rabbânî, Ebu’l-Hasen en-Nedvî, Muhammed Hamidullah, Ebu’l-A‘lâ el-Mevdûdî gibi mümtaz şahsiyetler yetiştiren ilmî birikimi ve 200 milyonu aşkın Müslüman nüfusuyla ülke; İslâmiyet’in geleceği adına muazzam bir potansiyeli de bünyesinde ihtiva ediyor. Hindistan; hem zorlu tarih yolculuğundan ibretler çıkarmak hem de bu sergüzeştten ilhamla Müslüman dünyanın geleceğine dair fikir, söz ve eylem üretmek gayretindeki meraklı nazarları bekliyor.