Kuloğlu sunumunda şunlardan bahsetti;
İlk Hicret, Cahiliyye Kirlerinden Hicret Olmalı
Hz. Muhammed'e "Yaradan Rabb'inin adıyla oku" emrinin vahyolunmasının ardından "Kalk ve uyar" vahyi ile emrolundu. Alak sûresinin ilk beş ayetiyle Muhammed(s)'e risalet görevi yüklenmiş ve ardından Müddesir sûresinin ilk yedi ayeti ile uzun ve zorlu mücadelenin içine atılmak için hazırlanması ve Rabbinden yardım istemesi emredilmiştir. İşte Muhammed (s)'e ilk hicret emri de Allah tarafından vahyolunan Müddesir sûresi içinde getirilmiştir. "Kalk ve uyar. Rabbi'ni tekbir et. Elbiseni temizle. Pislik (rics)'ten uzaklaş (fehcur: hicret et). Yaptığın iyiliği çok görüp başa kakma. Sabırla Rabbi'ne yönel."(74/2-7)
Kısa ve net vurguları ihtiva eden bu ilk dönem ayetleri Rasulullah (s) ve mü'minler için cahiliyyenin kirinden uzak durma yönünde duyarlı bir bilinç oluşturma amacını gütmüş olsa gerektir. Lafzen "elbiseni temizle" şeklinde geçen ifade kalp, ahlak ve davranış temizliği anlamında kullanılmaktadır. "Pislikten (rics, ruczü) hicret et (fehcur)" ayetinde, "rics", pislik ve azab manasına geldiği gibi burada puta tapıcılık gibi azaba uğramayı gerektiren davranışlar anlamını kazanmıştır. Ki, Medine'de nazil olan ayetlerde bu yönlü bir uyarım söz konusu olmuştur: "Ey inananlar, içki, kumar, anıt taşları (putlar), fal okları şeytan işi birer pisliktir (ricsunminameliş-şeytani) Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz." (5/90)
Müddesir sûresinin hemen ardından inzal olan Müzemmil sûresi de Hicret'e ilişkin bir uyarıyı içermektedir. "Halkın (senin aleyhinde) söyleyebileceği her şeye sabırla katlan ve onlardan en uygun/en güzel bir şekilde uzaklaş. (Hecr-i cemil)" (73/10). Bu ayet-i kerimede geçen (vehcurhum hicran cemila) ifadesi düşünce ve eylem bakımından köklü bir tutum ile cahiliyyede ısrar eden inkarcılardan ve onların cahiliyye sistemlerinden kopup ayrılmayı ifade eder.
Seviyesiz sataşmaların karşısında geliştirilecek erdemli tavır Zuhruf sûresinde şöyle geçmektedir; "Şimdi sen onlardan geç ve: Size selam (olsun) de. Çünkü onlar zamanı geldiğinde (hakikati) bileceklerdir (43/89) (Ayrıca Bkz. 28/56-25/63). Ama bu ayrılma biçimi Lut Peygamberin (bazı meal ve tefsirlerde İbrahim olarak da geçmektedir) isabetli kararı gibi olmalı, Yunus Peygamber'in düştüğü yanlış ayrılma kararı gibi olmamalı. Hicret'in nasıl ve nereye doğru yapılması gerektiğini Rabbimiz Hz. Lut'un dilinden bize öğretmektedir: Lut; "Gerçekten ben Rabbime Hicret edeceğim. Hiç kuşkusuz O, galibtir, hüküm ve hikmet sahibidir" (29/26). Hz. Lut bedeniyle, ailesiyle veya malıyla hicret etmezden evvel kalbiyle, düşüncesiyle, imanıyla hicret ediyor. Herhangi bir dünya menfaati için değil doğrudan doğruya Rabbi'nin rızası için yine Rabb'ine iltica ediyor. Kavminde Allah'a imana ilişkin bir yumuşama, bir yönelme işareti kalmadıktan sonra küfür ve sapıklık ülkesinden hicret ediyor. Hicret ederken Hz. İbrahim'in kalbi de mutmaindir: "Sen Rabbime gidiyorum, O bana yolunu gösterir" (37/99). Allah yolunda Hicret'in ne olmadığını da yine, Yunus (a)'a ait atıfları içeren Kur'anî ifadelerden öğrenebiliriz: "Sen Rabbi'nin hükmüne sabret ve öfkeye kapılıp da sonra (ızdırap içinde) haykıran büyük balık sahibi (Yunus) gibi olma." (68/48). Kur'an'da, Yunus (a)'un kavminin yola gelmesinden ümit kesip de sabretmeden kavmini terk etme kararının yanlışlığına dikkat çekilir: "Zünnun (Yunus)'u da an; zira (o, kavmine) kızarak gitmişti. Bizim kendisine güç yetiremeyeceğimizi sanmıştı. Nihayet karanlıklar içinde (kalıp) senden başka tanrı yoktur. Senin şanın yücedir, ben zalimlerden oldum, diye yalvardı" (21/87).
Hicret Öncesi Dönem
Bu dönem cahiliyyesinin Allah'a, Allah'ın Rasulüne ve iman edenlere ilişkin tavırları Kur'an-ı Kerim'de şu ifadelerle anılmaktadır; "Yalanlayan, herkesi kötüleyen, söz götürüp getiren, hayra engel olan, saldırgan, günahkar, kaba, kötülükle damgalı" (68/8-13). "Yüce Allah'a inanmayan, yoksulu doyurmağa önayak olmayan" (69/33, 34), "Mal toplayıp kasada yığan" (70/18) "Allah'ın ayetlerine karşı inatçı, ölçüp, biçtiğiyle kahrolacak, namaz kılmayan, yoksulu doyurmayan, batıla dalanlarla birlikte batıla dalan, ceza gününü yalanlayan" (74/16-19, 43-46). "Sadaka vermeyen, namaz kılmayan, ısrarla yalanlayan" (75/31-32) günahkar ve nankör (76/24) azmış ve yakın hayatı yeğleyen (79/34Z-35) kız çocuklarını diri diri toprağa gömen (81/8) suç işleyip inananların üstüne gülen, kaş-göz işareti yapan, övünüp eğlenen, Müminleri sapıklıkla suçlayan (83/Z29-32) "Kur'an okunduğu zaman secde etmeyip yalanlayan" (84/21-22). Yetime ikram etmeyen, yoksulu yedirmeğe teşvik etmeyen, mirası hırsla yiyen, malı pek çok seven (89/17-20) "kimsenin kendisine güç yetiremeyeceğini, kimsenin kendisini görmediğini sanan" (90/5-7). "Dini yalanlayan, öksüzü itip-kakan, yoksulu doyurmağa önayak olmayan, namazdan gafil, gösteriş için ibadet yapan, en ufak bir yardımı esirgeyen" (107/1-7)
Tecritle Hicret Arayışı Hızlandı
Bütün zorluklara rağmen Hâşimoğulları Hz. Peygamber (sav) sebebiyle maruz kaldıkları ablukaya bir bütün halinde mukavemet gösterdiler. Onların durumu kabile dayanışmasının (asabiyet) Hz. Peygamber’in (sav) desteklenmesinde ve İslâm’ın yayılmasındaki müspet etkisine anlamlı bir örnektir. Gösterilen kabile dayanışması sebebiyle ambargo kararı müşriklerin hedeflerine ulaşmalarına hizmet etmediği gibi, Hâşimîlerin birbirlerine daha da yakınlaşmalarına vesile olmuştur. Üstelik bu çok sıkıntılı dönem Müslümanların dinlerine daha da sıkıca sarılmalarına sebep olmuş, onların imanlarını kuvvetlendirmiştir.
Hz. Peygamber’in (sav) kabilesine karşı gerçekleştirilen sosyal ve ekonomik ambargo uygulamasının (boykot) hemen ardından nübüvvetin 10. yılında EbûTâlib ile Hz. Hatice peş peşe vefat ettiler. (Ramazan 10 /Nisan 620). Rasûl-i Ekrem (sav) bu iki kayıp sebebiyle çok müteessir olmuştur. Nitekim bu yıl Müslümanlar tarafından “hüzün yılı” olarak adlandırılmıştır. Allah Rasûlü (sav) eşini kaybetmekle hayat arkadaşından ve en büyük manevî desteğinden mahrum kalmış, amcası EbûTâlib’in ölümüyle de Mekke müşriklerine karşı kendisini koruyan en büyük hamisini yitirmiştir.
Tâif Yolculuğu
Bu şartlar altında Allah Rasûlü (sav) kendisine Mekke dışından bir siyasî destek aramaya karar verdi. Bu düşünceyle ilk önce Mekke’ye en yakın şehir olan Tâif’e gitti. Burada Sakîf kabilesinin ileri gelenleri Amr b. Umeyr’in üç oğlu Abdüyâlîl, Mes’ûd ve Habîb ile şehrin diğer başka önemli kişilerini İslâm’a davet ederek kendilerinden Mekkelilere karşı himaye istedi. Ancak Kureyşliler ile sıkı ticarî bağları bulunan ve Mekkelilerden bağımsız siyasî tavır belirlemekten çekinen, dolayısıyla Müslümanlar sebebiyle onlarla karşı karşıya da gelmek istemeyen Sakîfli önderlerden hiçbiri çağrıya olumlu cevap vermedi. Daha sonra da şehrin ayak takımı insanlarını onun üzerine saldılar. Çok zor durumda kalan Rasûlüllah (sav) ancak KureyşliUtbe ve Şeybe b. Rebîa kardeşlerin Tâif dışındaki bahçesine sığınarak saldırılardan kurtulabildi. Allah Rasûlü (sav) bu hadisenin akabinde Rabb’ine şöyle dua etmiştir:
“Allahım! Kuvvetimin yetersizliğini, çarelerimin tükenişini ve insanlarca horlanışımı sana havale ediyorum. Ey acıyanların en merhametlisi, sen horlananların Rabbi, sen beni kime bırakacaksın? Üstüme saldıran uzak birilerine mi, yoksa başıma geçirttiğin bir düşmana mı? Eğer bana bir kızgınlığın yoksa aldırmıyorum, ancak benim için afiyet vermen daha etkin ve etkileyicidir. Yüzünün, kendisiyle karanlıkların açıldığı, dünya ve Âhiretin düzgünleştiği nuruna sığınırım. Bana gazabının inmesinden, kızgınlığına düşmekten sana sığınırım, sadece senin rızanı isterim, yeter ki sen razı ol, çare de ancak seninle, güç de ancak seninledir”.
Tâif’i mahzun bir şekilde terk eden Allah Rasûlü’nün (sav) Mekke‘ye geri dönebilmesi için himayesini alabileceği bir Kureyşli bulması gerekiyordu. Zira bu gerçekleşmeden Mekke’de can güvenliği olmayacaktı. Nevfeloğulları reisi Mut’im b. Adî onu himayeye karar verdi. Rasûl-i Ekrem (sav) bu sayede Mekke’ye güvenlik içinde girme imkânı buldu.
Medinelilerin İslâm Davetini Kabul Etmeleri:
Daha önceleri hac döneminde kurulan panayırlarda davet faaliyetlerini yürüten Hz. Peygamber (sas), bu sefer kabilelerle ilişki kurma meselesi üzerinde daha da önemle durdu. Hz. Peygamber (sas), kabilelere yönelik tebliğ faaliyetlerini yürüttüğü sırada Benû Âmir b. Saʻsaʻa’nın bulunduğu yere gitti ve onlara İslâm’ı anlattı. Hz. Peygamber’i (sas) dinleyenlerden biri ona destek olup muhaliflerine galip gelmeleri halinde iktidarın kendilerine verilip verilmeyeceğini sordu; Hz. Peygamber (sas) de iktidarın Allah’ın elinde olduğunu, dilediğine vereceğini söyledi. Bunun üzerine adam: “Kendimizi senin için Arapların hedefi haline getireceğiz; sonra da iktidar başkalarının olacak öyle mi? Senin söylediklerine ihtiyacımız yok!” diyerek tepkisini gösterdi. Bu görüşmelerde tebliğ amacı açıkça görünmekle birlikte siyasî bir destek bulma çabası da vardı. Bu tebliğ faaliyetlerinin neticesinde Resûlullah (sas), Medinelilere yeni dini tanıtma ve onlarla Akabe biatlerini yapma imkânı buldu.
Medineli birkaç insan, Hz. Peygamber’in (sas) çağrısına olumlu cevap vermişlerdi. Hz. Peygamber (sas) destek arayışlarını Arap Yarımadası’nda güçlü olan diğer kabilelerin yanında da aramış; ancak hiçbir kabileden beklediği desteği bulamamıştı. Bu destek, Medineli Araplar tarafından kendisine verilecektir.
İslâm’ın Medine’de kısa sürede inkişaf etmesinin bazı sebepleri vardı. Bir taraftan yeni dini kabul etmek, diğer taraftan bu dinin peygamberine şehirlerinin kapılarını açmak ve ona her türlü desteği vermek gerçekten büyük bir riskti.
Medine’de siyasî bir kargaşa yaşanıyordu. Mekke’nin aksine Medine’de siyasî bir boşluk vardı. Mekke’de yönetim, Kusay zamanında olduğu gibi tek elde toplanmasa da kısmî, kabileler arası dengelere dayanan siyasî bir otoritenin mevcudiyeti inkâr edilemez. Bu otorite yeni bir dinî oluşuma sıcak bakmamıştır. Medine’de yaşayan Yahudilerin Evs ve Hazrec kabilelerine karşı dinî ve kültürel üstünlükleri vardı. Gerçi Yahudilerle Araplar arasında rekabet mevcuttu; ancak gerek taraflar arasında yapılan anlaşmalarla, gerekse sosyal ve kültürel ilişkiler sonucunda bazı Arapların, Yahudilerin etkisinde kalmaları kaçınılmaz olmuştur. Medine, geleneklerine bağlı ve Mekke’ye nispetle ahlakî çöküntünün az olduğu bir şehirdi. Resûlullah’ın (sas) dedesi Abdülmuttalib’in annesinin Medineli olması, dayı-yeğen dayanışması yönüyle faydalı olmuştur. Hz. Peygamber’in (sas) dinlenmesini sağlayan hususiyetlerden birisi de onun getirdiği mesajın güzelliği, kendisinin tebliğ yapmaktaki azmiydi.
Akabe Görüşmeleri ve Biatleri
Birinci Akabe Biati :Bir yıl sonra peygamberliğin 12. yılında (m. 621), ilk görüşmede bulunanların iki katı kadar bir grup (12 ) Medineli Müslüman Mekke’ye geldi. Hz. Peygamber (sas), onlarla sohbet etti ve İslâm toplumunun dinî, ahlakî ve hukukî temellerini oluşturan davranışları kazanmalarını sağlayacak ilk biati yaptı.14 Allah’ın Resûlü (sas) biate katılanlara şunları söylemişti:
“Gelin, Allah’a ibadette hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarınızı öldürmemek, kendiliğinizden uyduracağınız hiçbir yalanla kimseye iftira etmemek, hiçbir maruf işte bana âsi olmamak üzere biat edin. İçinizden kim sözünde durursa ecri Allah’a aittir. Bu dediklerimden birini yapıp da ondan dolayı dünyada ikâba uğratılırsa, bu ikâb ona kefarettir. Bunlardan birini yapıp da yaptığı fiili Allah örterse, durumu Allah’a kalmıştır. Allah dilerse onu affeder; dilerse cezalandırır.”
Hz. Peygamber (sas), Medineli Müslümanlarla birlikte kendilerine dinlerini öğretmek üzere Musʻab b. Umeyr’i gönderdi. Onun, ilk Akabe biatinde bulunan Müslümanların Medine’ye gidişinden sonra, Hz. Peygamber’den (sas) kendilerine Kur’ân-ı Kerim öğretecek birisini göndermesini istemeleri üzerine Medine’ye gittiği de rivayet edilir.18 İster biat edenlerle birlikte gönderilsin, ister daha sonra gönderilmiş olsun Musʻab’ın Medine’ye gidişi, şehrin geleceği açısından çok önemli sonuçlar doğurdu. Musʻab’ın aynı zamanda Medine’deki mevcut durumu Hz. Peygamber’e (sas) tam olarak bildirme ve Medinelilerle Resûlullah (sas) arasında iletişim sağlama görevinin olduğu da düşünülebilir. Musʻab, Medine’de çok verimli bir tebliğ faaliyeti yürüttü. Özellikle Saʻd b. Muʻâz ve Üseyd b. Hudayr gibi ileri gelen kimselerin Müslümanlığı kabul etmesiyle dinin yayılması daha da kolaylaştı. Çünkü kabile liderinin Müslüman olması, kabilenin diğer fertlerinin yeni dine daha kolay girmelerini sağlıyordu.
İkinci Akabe Biati : Bir yıl sonra peygamberliğin 13. yılında (m. 622) 73 erkek ve iki kadın olmak üzere 75 kişilik bir grup Resûlullah’la (sas) görüşmek üzere Mekke’ye geldiler. Bu buluşmaya gelen Medinelilerin büyük bir kısmı Hazrec kabilesindendi.21 İkinci Akabe Biati’nin yapıldığı bu görüşmeye o sırada henüz İslâm’ı kabul etmemiş olan Hz. Peygamber’in (sas) amcası- Abbas b. Abdülmuttalib’in de katıldığı rivayet edilir. Bu rivayetlere göre Hz. Abbas burada yaptığı konuşmada şunları söyledi: “Bildiğiniz gibi Muhammed (sas) bizdendir. Onu, bizimle aynı görüşte olan, kavmimizden kimselere karşı koruduk. Kendisi kavmi arasında izzet sahibi, yurdunda ise koruma altındadır. Ancak o size katılmayı ve sizin yanınıza gelmeyi istiyor. Eğer onu davet ettiğiniz hususta sözünüzü tutacaksanız ve onu muhaliflerinden koruyacaksanız sizi yüklendiğiniz sorumlulukla baş başa bırakıyorum. Eğer düşmanlarına teslim edip ona ihanet edecekseniz, onu hemen terk edin. Çünkü o kavmi arasında ve yurdunda izzet ve koruma altındadır.”
Bunun üzerine Hz. Peygamber bir konuşma yaptı. Kur'an okudu, onları İslâm'a daha kuvvetle bağlanmaya teşvik etti. Hicret ettiği takdirde kendisini canlarını, mallarını, çocuklarını ve kadınlarını korudukları gibi koruyacaklarına, rahat günlerde de sıkıntılı anlarda da ona itaat edeceklerine, bollukta da darlıkta da gerekli malî yardımları yapacaklarına, iyiliği emredip kötülüğe engel olacaklarına, hiç kimseden çekinmeden hak üzere bulunacaklarına ant içip biat etmeye davet etti. Orada bulunan Medinelilerin hepsi bu şartlarla ona biat ettiler. Bundan sonra Hz. Peygamberin emri üzerine, Peygamber'le aralarındaki irtibatı sağlayacak on iki temsilci (nakib) seçtiler. Bu anlaşmaya da İkinci Akabe Biati denildi. İkinci Akabe Biati, savaşla ilgili hususları ihtiva ettiği için Bey'atü'l-harb adıyla da anılmıştır. Medineliler söylenenleri kabul ettiler ve Hz. Peygamber'e istediği şartlarda biata hazır olduklarını belirttiler. Bu anlaşmadan sonra Hz. Peygamber ashabına Medine'ye hicret etmeleri için izin verdi. Aynı yıl içinde kendisi de Hz. Ebû Bekir'le hicret etti. Böylece İslâm tarihinde yeni bir dönem, Medine dönemi başlamış oldu.
Görüldüğü gibi Hz. Peygamber (sas) her zaman müşriklerin taktiklerine karşı yeni stratejiler geliştirdi. Her zaman onlardan bir adım önde olmak ve planlarını boşa çıkarmak için gayret gösterdi.
Peygamberin Hicreti
Medine'ye hicret etmek üzere Mekke'de Hz. Muhammed ile birlikte iki kişi kalmıştı: Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali (r) Rasulullah hicret için uygun bir zaman bekliyor ve son zamana kadar mü'minlerin teker teker veya küçük gruplar halinde hicret etmelerini organize ediyordu. Rasulullah'ın hicret ortamı yaşanırken sahip olduğu duygulara ve konuma dikkat çeken şu üç farklı ayete dikkat çekmek yerinde olacaktır:
"Neredeyse seni yurdundan çıkarmak için tedirgin edilip yerinde duramaz hale getireceklerdi. O takdirde kendileri de senin ardından pek az (bir süre) kalabilirler. (17/İsra, 76) "Sabret Allah'ın va'di haktır. İnanmayanlar seni yılgınlığa düşürmesin." (30/60) "İnkar edenler seni tutup bağlamaları, öldürmeleri ya da (yurtlarından) çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kururlarken Allah da tuzak kuruyordu. Allah, tuzak kuranların en iyisidir." (80/30)
Hz. Ebubekir aylar öncesinden hicret kararını bekliyor ve ani olarak çıkabilecek bir hicret durumu için ihtiyaten saf kan iki deve satın almış olup elinin altında tutuyordu. Mekkelilerce bilinen bir mağaraya sığındıkları halde Allah'ın yardımı sonucu fark edilmediler: "Eğer siz o hak elçisine yardım etmezseniz, iyi bilin ki, Allah ona yardım etmişti: Hani yalnız iki kişiden biri olduğu halde, inkar edenler kendisini (Mekke'den) çıkardıkları sırada ikisi mağarada iken arkadaşına 'üzülme Allah bizimle beraberdir' diyordu. Allah (ona yardım etti) onun üzerine sekine (huzur ve güven duygusunu) indirdi ve onu sizin görmediğiniz askerlerle destekledi; inanmayanların sözünü alçalttı. Yüce olan yalnız Allah'ın sözüdür. Allah daima üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir." (9/40)
Böylece dört kişiden müteşekkil küçük kervan Medine'ye doğru yola koyuldu. Ancak önce ters istikamete, Yemen istikametine doğru yol aldılar. Daha sonra deniz sahiline ulaşıp oradan kuzeye, Medine'ye doğru yöneldiler.
"De ki: Rabbim, beni doğruluk girdirişiyle girdir ve beni doğruluk çıkarışıyla çıkar. Bana katından yardımcı bir güç ver." (17/ İsra, 80)
Kureyş müşriklerinin durumu ve komploları ile Rasulullah'ın kişisel hicretinin şartları ne olursa olsun, bu olayda Rasulullah'ın ahlak ve cesaret yönünden örnekliği, Müminlerin üzerindeki hassasiyeti ve onlara karşı duyarlılığı konusunda üzerinde durulması gereken önemli bir husus vardır. Rasulullah Medineli Müslümanlardan kendisine yardımcı olma ve kendisini savunma biati aldıktan sonra hemen bireysel olarak hicret etmemiş, Mekke'de kalıp Müminlerin hicret işlerini düzenlemiş, onları hicrete teşvik edip cesaretlendirmiş ve bu hicreti organize etmiştir. Rasulullah herkesten geride kalıp hicrete niyet edenlerin hicreti tamamlanıncaya ya da en azından çoğunluğunun hicreti sağlandıktan sonra hicret etmiş olması önemlidir.
Medine'ye Giriş; Muhacirler ve Ensar
"Ve onlardan önce o yurda (Medine'ye) yerleşen, imana sarılanlar (Ensar) kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilen (ganimetlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç (eğilim) duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, (Muhacirleri) öz canlarına tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar başarıya erenlerdir, onlardan sonra gelenler de derler ki, Rabbimiz bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla, kalplerimizde inananlara karşı bir kin bırakma! Rabbimiz, sen çok şefkatli, çok merhametlisin" (59/9-10)
"İnsanlar ve hicret edip Allah yolunda savaşanlar, işte bunlar Allah'ın rahmetini umarlar. Allah çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir." (2/Bakara, 218)
"İnanıp hicret eden ve canlarıyla, mallarıyla cihad edenlerle, (onları) barındırıp yardım edenler, işte bunlar birbirinin hamisidirler. Ama inanıp da hicret etmemiş olanlarla, hicret etmelerine kadar, hiçbir dostluğunuz olamaz. Eğer din uğrunda sizden yardım isterlerse, aranızda anlaşma olmayan topluluktan başkasına yardım etmeniz gerekir. Allah yaptıklarınızı görmektedir." (8/72; 8/74-75; 9/100)
Ve Allah'ın emriyle hareket edip Medine'ye hicret edenlerin, kendilerine gelenleri barındıranların aralarındaki kin ve düşmanlığı gideren iman ve Allah yolunda hicretin sonucu: "Ve onların gönüllerini uzlaştırmıştır. Eğer yeryüzünde olan her şeyi sarf etseydin, yine de onların gönüllerini uzlaştıramazdın. Fakat Allah onları uzlaştırdı. O üstündür, bilendir." (8/63)
İnandığı halde hicret etmeyenlerin durumu ise Kur'an'da kınanmaktadır: "Nefislerine yazık eden kimselere, canlarını alırken melekler; "ne işte idiniz?" dediler. "Biz yeryüzünde aciz düşürülmüştük" diye cevap verdiler. Melekler dediler ki: "Peki, Allah'ın arzı geniş değil miydi ki, onda hicret etseydiniz?" İşte onların durağı cehennemdir, ne kötü bir gidiş yeridir orası! Yalnız hiçbir çareye gücü yetmeyen ve hicret için yol bulamayan gerçekten zayıf erkekler, kadınlar ve çocuklar hariç. Çünkü Allah'ın bunları affetmesi umulur. Allah çok affeden, çok bağışlayandır. Allah yolunda hicret eden kimse, yeryüzünde gidecek çok yer bulur, bolluk bulur. Kim Allah ve Rasulü için hicret etmek amacıyla evinden çıkar da kendisine ölüm yetişirse, onun mükafatı Allah'a aittir. Allah bağışlayandır, esirgeyendir." (4/97-100; 8/72)
Hicret iki yönlü bir eylemdir: Cahiliyyeden ve küfür ölüsünden arınmak ve İslami kimliği kuşanmak, takva sahibi olmak, bunun ilk ve zaruri olan yönüdür. İkincisi ise Allah'ın rızası için küfür ve zulüm diyarından kopup ayrılmaktır. Hem bireysel hem de toplumsal dönüşümün öncüsü olmak için bu iki yönlü hicret eylemin tüm zamanlardaki muhaciri olunması gereklidir. Hicret hem bireysel hem de toplumsal dönüşümü İslami kimlikle ve ilkelerle bezeyecek sünnetullahtır. Gelenekçi ve modern sapmaların kuşatmasını yararak "Kitab'a dayalı ümmet bilinci"ni oluşturmanın adıdır. Muhacir Allah'ın razı olmadığı her şeyden uzaklaşmakta tereddüt etmeyen kişinin adıdır.
Türkiye'de ve gerekse dünyanın değişik coğrafyalarında mücadele eden Müslümanlarda bireysel ve toplumsal alanlarda düşünüş, söylem ve pratikte İslami kimlikten sapmalar baskın bir karakter halini almıştır. Gelenekçi ve modern sapmalar içice geçmiş, modern-ulus devletlerin ürettiği kimlik ve değerler bu insanları kuşatır olmuştur. Modern-ulus devletin dayatmalarına karşı çıkmak yerine küfürle İslam arasında köprüler kurmaya çalışan, bir arada yaşama projelerinin üretilmesini de işte bu anlamda hicret etmenin zaruretine inanmamaya, değilse en azından hafif almaya bağlayabiliriz. Bireysel anlamda arınmış, İslami kimliği oluşturmayı beceremeyenlerden, mekansal hareketlilik ve toplumsal dönüşüm anlamında bir hicreti beklemek elbette ki mantıksal değildir. Hicreti bir kimlik, bir mücadele, Allah'tan bir yardım olarak göremeyenlerin bulanık ve eklektik bir kimliği yaşamak ve yaygınlaştırmaktan başka ne gibi bir fonksiyonları olabilir ki? Rasulullah'ın diliyle "küfürle savaşıldığı müddetçe hicret bitmez". Hicret, İslami mücadelede inisiyatifi ele geçirmek üzere gerçekleştirilen zorunlu bir dönemeçtir. Yalnızca zulümden kurtulmak gibi edilgen bir tavrı değil, fakat aynı zamanda zulme karşı çıkmak ve son vermek gibi etkin bir anlamı da içermektedir.
"Kendilerine zulmedildikten sonra Allah yolunda göç edenleri dünyada güzelce yerleştireceğiz. Ahiret mükafatı ise daha büyüktür. Keşke bilseler." (16/41)
"Allah yolunda göç eden kimse, yeryüzünde çok bereketli yer ve genişlik bulur." (4/100)
Hicret, iman ve amel noktasında tüm zaman ve mekanlarda geçerli olan ölçüdür, kriterdir. Hicret, bireysel ve toplumsal olarak itikadi, ahlaki, siyasi, iktisadi vd. tüm alanlarda Allah'ın rızasını ve ölçüsünü hakim kılma çabasıdır. Bu açıdan hicret hem ahlaki hem de ameli açıdan kendi içinde bir dinamizm üretir.
Hicret, yardımı ve zaferi Allah'tan beklemektir. Böylece hicret kıyamete kadar devam edecek bir ameldir. Allah Resulü Muhammed (s)'in "Kafirlerle savaş devam ettiği müddetçe hicret sona ermeyecektir." (Nesai) sözü hicretin zaman, mekan ve toplumlar üstü bir ibadet olduğunu teyit eder. Çünkü "Hicret nedir?" sorusuna Hz. Muhammed, "Kötülüğü terk etmendir." (Ahmed b. Hanbel) cevabını verirken "Muhacir kimdir?" sorusuna ise; "Hata ve günahları terk edendir." (İbnMace) şeklinde cevap veriyor.
Hz. Muhammed'in sözü ile;"Gerçekten ben Rabbime hicret edeceğim. Hiç kuşkusuz o galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir." (Ankebut, 26) ahdinin arkasında durabilmeliyiz. Hz. İbrahim'in babasına ve içinde yaşadığı topluma hitaben "Sizden de Allah'tan başka yalvardıklarınızdan da itizal ediyorum/kopup ayrılıyorum. Yalnız Rabbime yalvarıyorum." (Meryem, 48) ikazı hicretin nebevi mücadeledeki yerine güçlü bir vurgudur.
Kafirleri dost tutmamak, zalimlere meyletmemek, tağuta boyun eğmemek gibi, cihad ayetleri gibi, faiz yiyenlerin Allah'a ve Resulü'ne savaş açtığını hatırlatan ayetler gibi hicretin de sadece tarihte yaşanmış fakat bugünün dünyasına ilişkin söyleyecek bir sözü, topluma-siyasete yön verecek bir gücü olmadığını sananlar büyük bir aldanış içerisindedirler. Hicretsiz bir hayat mümince bir hayat değildir. Hicretsiz bir iman boş bir iddiadır. Hicret olmaksızın cihad hayatımızın hiçbir safhasında yer tutamayacak bir ütopya olarak kalacaktır. Hicret edemeyen tevekkül nedir bilemeyendir. Alemlerin Rabbi Allah'ın kudretinden ve nusretinden şüphe edenlerin hicretin bereketinden bir nasip edinebilmeleri hiç mümkün olmayacaktır. Resullerin, salihlerin, şahitlerin yolundan yürüyenler, Allah'ın rızasını kazanmak ve kurtuluşa ermek için son nefeslerine kadar, kalben, lisanen ve bedenen hicret ederler;.
Hicretimiz daim ve mübarek olsun!