Her şeyi yalnız ben bilirim

Kenan Evren kentetinin ısmarladığı ve yaptırttığı Anayasa, öncelikle Millî Güvenlik Kurulu yoluyla, ama onun yanısıra başka maddeleriyle, Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni Türkiye siyasetinin nihaî otorite mercii haline getirdi. O dönemde geçirilen ve bugün hâlâ yürürlükte olan pek çok yasa da aynı amaca yönelikti ve TSK’nın bu konumunu pekiştiriyordu.

Bu konum, TSK’nın istemediği bir şey değildi. Öyle olsa, 1960 ve 1971 darbeleri yapılmazdı. TSK, başından beri, her şeyi kendisinin en iyi bildiği inancını davranışının temeli haline getirmiştir. Devletin “batılılaşma” ideolojisini, bunu egemen kılacak eğitim tarzını ordudan başlatması, böyle bir inanç için zemin hazırlamıştı. O günden bu güne, “her şeyi bilen” bir ordu ve “bir türlü öğrenemeyen” toplum ikilemi, gittikçe “dogma”laşan bu inancın iki dayanağı olarak zihinlere sokuldu ve yaşatıldı. Ordu sürekli bu inançla davranırken, “Biz adam olmayız” tarzı bir kompleks de topluma, yani sivillere empoze edildi, birçok insan da bunu benimsedi. “Bize dediği dedik bir adam lâzım”, “bize eli sopalı adam lâzım” türünden “felsefe”leri kanıksamışızdır. Bu “felsefe”, topluma önder olarak “akıllı” ve “bilgili” birinin değil, dediğini yaptıran bir “otorite”nin gerekli olduğunu aşılar. Bu, zaten, sözgelişi, “Kenan Evren neydi” sorusunun cevabıdır. Toplum bu “felsefe”yi, bu bakış açısını sindirmek üzere eğitildiği içindir ki bir Kenan Evren fenomeni mümkün olabilmiştir. Ama, tabii, sorun “bir” Kenan Evren’den ibaret değildir. Generaller, emekli olunca daha çok konuşmaya başlıyor. Muvazzaflık döneminin resmî ve anonim “emirname” üslûbunun dışına çıkıp daha kişisel sözler söylüyor. O zaman, bu “her şeyi herkesten iyi bilen” kişilerin entelektüel dünyalarını daha yakından tanımış oluyoruz.

Evren kentetinin TSK’yı ülke politikasının başlıca aktörü haline getiren “yasal” düzenlemeleri “melez” bir sistem yarattı. Bir “askerî diktatörlük” rejiminin temel mantığına dayanan bir düzene, parlamenter cumhuriyetlere özgü bazı kurumlar ve bazı prosedürler eklendi. Ama parlamentarizm, demokratik içeriği ne kadar boşaltılmış olursa olsun, evrensel bir sistemdir ve sağlam, tutarlı bir mantığı vardır. Seçim kurumu “seçilmiş” insanlara, seçilmeyenlere nasip olmayan birtakım imkânlar verir. Örneğin Özal bunlardan yararlanmasını bildiği için askerî vesayetten görece özerk kalmayı da başarmıştı.

Kısacası, kendi isteğine de uygun biçimde ayağını siyasetin merkezine atan TSK asıl mesleğinin gerektirdiği kurallara hiç uygun olmayan bir varoluş tarzına geçiş yapmış oldu. Bu varoluş tarzı onu siyasî partilerle ortak bir zemine oturtuyordu. Siyasî partinin görüşleri vardır, toplumu bu görüşler doğrultusunda yönetir ve yönlendirir; toplumdan aldığı destekle orantılı olarak topluma biçim verir. Bu saydıklarım TSK’nın da yapmak istediği, büyük ölçüde yaptığı şeyler. Ama TSK bunları yapmak için seçime girmiyor, kitleleri ikna etmek gibi bir kaygısı da yok. Geleneksel-kurumsal yapısına uygun olarak, “ikna” fiiliyle ilgilenmiyor, doğru olduğunu kesinlikle bildiği şeyleri buyuruyor.

Ama, her şeye rağmen, bu koşullar onu da belirli durumlarda bir siyasî parti gibi davranmaya zorluyor. Bir kere, demeçler, basın toplantıları, derken “e-muhtıra” vb. yollarla, durmadan konuşuyor. Söylenen her söz tartışmaya açıktır; insan gördüğünü, işittiğini değerlendirir. Bu da, orduların pek sevdiği “mesafe”yi ve “dokunulmaz”lığı zedeler. Siz kalkıp Habermas’tan referans gösterirseniz birisi de çıkar, Habermas’ın onu o anlamda söylemediğini anlatır. Yani kendinizi bir teorik-akademik ortamda bulursunuz.

Şu dönemde olanlar bu temel üzerinde oluyor. Gün ışığına son çıkan belge, “hükmetme” tutkusunun gücünün, kalıcılığının, pervasızlığının bir yeni kanıtı. “Ben bilirim, benden başkası bilemez” tutumunun da yeni bir göstergesi.

TARAF