Yeni Şafak / Faruk Beşer
Düşünecek ne kadar da çok şey var!
Allah (cc) yarattığı her şeyin O’nu tespih ettiğini, dolayısıyla zikrettiğini söylüyor. O halde bizim cansız dediğimiz varlıklar bile aslında bir tür faaliyet yürütüyor demektir. Öyleyse canlı olma, sadece bizim canlılık dediğimiz şeyden ibaret değil. Canlılık için bizim gördüğümüz özellikleri taşıyanlara biz canlı diyoruz. Yoksa tabiattaki her şeyin birbiriyle iletişim içinde olduğunu bugün bilim de söylüyor. Her şey her şeyden etkileniyorsa, demek ki, her şey bir şeyler söylüyor, birileri de onu dinliyor ve cevap veriyor demektir.
Biz basit bir bakışla varlıkları canlılar ve cansızlar diye ikiye ayırıyoruz. Ama bu bakışla bitkilerin hangi tarafta olduğu da çok açık değil. Canlı mı cansız mı? Canlı değilse neden bir tohumu ya da fidanı kaynattığımız zaman artık çimlenip bitmiyor? Demek ki, bitkiler de bir tür canlı. Ya da bizim canlı ve cansız dediklerimiz arasında bir yerde. Bitkilerin bir adım ilerisi, canlılık özellikleri taşıyan bazı deniz varlıkları. Bitki gibi sabit duruyorlar, ama tutmaya kalktığınızda size tepki veriyorlar. Onların canlılığı bitkilerinkinden daha belirgin.
Ve nihayet avami ölçülerle herkesin canlı dediği canlılar. Bunlar da tek kademe değil; aklı, kalbi ve gönlü ile bir sonraki alanla irtibatı olan insan ve böyle olmayan hayvan. Gerçi hayvanların böyle metafizik bir alanla irtibatlı olmadığını söylememiz de mutlak anlamda doğru olmasa gerek. Hayvanlar neler duyuyorlar, neler hissediyorlar, ne tür bilgiler alıyorlar, nerelerle, kimlerle irtibatları var biz bilmiyoruz. Ama böyle iletişimlere sahip olduklarının emareleri de yok değil. Kuranıkerim’de Süleyman’ın (sa) kuşların dilini anlaması, ona bilgi getiren hüdhüd ve onun duyacağı şekilde konuşan karıncalar bize neden anlatılıyor?
Demek ki sayısını bilmediğimiz kadar hayat dereceleri var. Duyularımızdan sonra duygularımızın algı alanı başlıyor. Onlar da tek boyutlu değil. Orada duygularımızın sayısınca, belki daha çok varlık alanı var. Duygularımızın kaç tane ve neler olduğunu da tam bilmiyoruz. Eğitilmiş duygularla, eğitilmemiş duygular aynı şeyleri mi hissediyor? Öyle olmadığı anlaşılıyor. Duygularımızı eğiterek ya da hassasiyetlerini artırarak daha başka alanlardan bilgi almamız mümkün değil mi?
Hiçbir duyumuza ya da duygumuza gelmeyen varlık alanları yok mu? Var olması mümkün ama yok demenin de bizce bir sebebi var: Her şeyin insan için yaratılmış olması.
Melekler ve cinler de farklı varlık düzeylerinde yaşıyor. Ve onlar kendi içlerinde de farklı kademelerde. Mele-i ala denen üst düzey melekler topluluğu var. Dört büyük melek, diğerlerinden çok farklı bir konumda bulunuyor. Cebrail de bu dördün içinde diğer üçüne göre reis ve peygamber konumunda.
Şehitler ölmediklerini sanıyorlar ve bizimkine göre çok farklı bir hayat düzeyinde yaşıyorlar ama biz onları ölmüş sanıyoruz.
Duyuların ve duyguların alanları birbirinden ‘âlem-i gayb’ ve ‘âlem-i şehadet’ diye ayrılır. Muhtemelen ‘âlem-i halk’ ve âlem-i emir’ de buna yakın bir anlamdadır. Ve her biri kendi içinde sonsuz mertebe ve kademelere sahip.
Aslında insanlar bile hep aynı düzeyde değil. Muhtemelen herkesin duyuları ve duyguları farklı algılara sahip. Birleştiğimiz noktalar var gibi gözüyor. Mesela limona hepimiz ekşi diyoruz ama benim ekşimle sizinki aynı şey mi? Bunu bilme şansımız şimdilik yok. Milyarlarca insanın her biri biricik ve başlı başına bir dünya. Hiç biri diğeriyle tamı tamına aynı değil. Demek ki, ne muazzam bir ustaları varmış. Allah katında en iyi insanla en kötü insan arasında insan sayısınca derece var.
Varlıktaki bu mertebeler büyüğe doğru çıktıkça böyle olduğu gibi, küçüğe doğru indikçe de böyle. Bir hücre ile bütün bir kâinat aynı sistemle çalışıyor. Gökler yedi kat tabaka tabaka olduğu gibi yerler de öyle. Yedi kat denmesi çok farklı kademeler için çokluktan kinaye olmuş da olabilir.
Peki, bütün yaratılanların merkezinde insan olduğuna göre, Allah bu sonsuz kademe ve mertebeleri niçin yaratmış? Akla iki şey geliyor: Birincisi, insana kendi sonsuz kudretini göstermek ve bunu anlayan herkesin kendi acizliğini tanıyıp O’na boyun eğmesi için. İkincisi, insanın önüne böyle engin bir yükseliş hedefi koyarak yükselmesini sağlamak ve buna bağlı olarak bütün bu mertebelerin ötesindeki öbür dünyanın ne kadar muazzam ve muhteşem olacağına onun dikkatini çekmek için. Tıpkı Namık Kemal’in dediği gibi: “Yüksel ki yerin bu yer değildir; Dünyaya gelmek hüner değildir”.