Her şartta ve kültür ikliminde İslam’ı yaşamak meselesi

ŞUAYB MEKEÇ

‘’Belki de Allah sizinle onlardan düşmanınız olan kimseler arasında (karşılıklı) bir sevgi/dostluk meydana getirecektir. Allah kadirdir. Allah bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir. Allah, din konusunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlarla iyi ilişkiler içinde olmanızı ve onlara adaletli davranmanızı yasaklamaz. Allah adaletli olanları elbette sever. Allah ancak, din konusunda sizinle savaşmış, sizi yurtlarınızdan çıkarmış ve çıkarılmanıza yardım etmiş olanlarla dostluk kurmanızı yasaklar. Kim onlarla dost olursa işte bunlar kendilerine yazık etmişlerdir’’ (Mümtehine 7-9)

Ayetlerde Kur’an’ı Mübin kişiler ve topluluklar arası ilişkilerde herkesin mâkul karşılayacağı bir düstura vurgu yapmaktadır. Asıl olan sükûnet ve fıtri ahlak üzere ‘güven ve emniyet içinde bir arada yaşamaktır.  Karşıdakine düşmanca ilişkiler içine girmenin gerekçesi onun din özgürlüğünü ortadan kaldırmaya yönelik savaş ilân etmesidir.  Yaşanılan yere, İslami kimliğe, değerlere karşı mütecaviz eğilimlere yöneldiğinde ona karşı gerekirse aynı sertlikte mukabele etmektir.

İslam eminlik (güven) ve selam (barış) dinidir. İslam tüm insanlığın saadetini hedefleyen bir inançtır. Bütün dünyaya sistemini egemen kılmak ister. İnsanlığın tümünde, Allah’ın lütfu ve inayetiyle insanların birbirlerinin haklarını gözeten bir sistem kurmayı amaç edinir.

“Belki de Allah sizinle onlardan düşman olduklarınız arasında bir sevgi koyar Allah buna kadirdir. Allah çok bağışlayan çok esirgeyendir.”

Allah tarafından belirtilen bu umudun anlamı onun kesin gerçekleşeceği anlamına gelir. Bu haberi duyan müminlerin de onun gerçekleşeceğine kesin kanaat getirmeleri gerekir. “Allah her şeye kadirdir.” İstediğini yapar. “Allah çok bağışlayan çok esirgeyendir.” Geçmişte işlenen şirki ve günahları bağışlar.

Müslüman olmayanlarla ilişkileri düzenleyen bu ilke İslam dininin yapısına işaret etmektedir ve bu evrene ilişkin uygarlık ölçüleri koymaktadır. Güven, merhamet ve beşeri ilişkilerde adalet ve tevhid merkezli denge ilkesini yerleştirmektedir. Bu ilahi yasaları koyan yüce rabbimizdir. Antlaşmaya ihanet toplumsal maslahatı tehdit etmek demektir. Çünkü İslam tüm insanlara barışı, sevgiyi, iyiliği ve adaleti öngörür.

Müslüman yeryüzünde tüm insanlığın hayrına olan bu değerleri sahiplenen ve tüm insanlığın kurtuluşu için sorumluluk bilinci taşıyan kişidir.  

İçinde yaşadığımız bu ülke, tek başına ne dindar Müslümanların ne de başka düşünceden insanların yaşadığı bir yerdir. İslam dışında farklı eğilimlerin düşünsel ve toplumsal etkiye sahip olduğu dinamik bir toplum içinde yaşıyoruz. Egemen kültür, söylem ve pratikleriyle son yüzyıl başında kurulan modern batılı yaşam ve değerleri benimseyen (laik, demokratik, sosyal hukuk devleti nitelikli) seküler bir yapıdaki devlet eliyle inşa edildi. Dini alanın kısıtlandığı, sosyal, fikri ve iş hayatına devletin müdahale ettiği bir sonuçsallık bu toplumun mukadderatında etkili inşalar gerçekleştirdi. Dindar kitle onlarca yıldır kısıtlı alanlardan kurtulmak için siyasetten sosyal hayata, iş ortamlarından eğitime ve günlük yaşam alanlarına doğru etki alanını yaşanabilir, güven içinde bir konuma kavuşturmaya çabalamaktadır. Tabi ki tüm bunların fevkinde aynı toplum ve devlet olgusu içinde birlikte yaşamak gerçekliğine sahibiz.

Peki, böyle bir düzende dinimiz İslam’ın biz Müslümanlara yüklediği hayatı tüm alanlarıyla “İslamlaştırma” sorumluluğumuzu nasıl sosyal hayata taşımalıyız. Bu konuda Kitabı Mübin ve Sireti Rasul’den kriterlerimiz nelerdir?

Farklara rağmen birlikte (ayeti celilede geçtiği anlamda aralarında anlaşmalı hükmündeki gibi), verili haklara sahip; aynı toplum, devlet ve sosyoloji içinde yaşamını sürdüren topluluklardan biri de biz Müslümanlarız. İçinde yaşadığımız bu modern devlet ve toplum ikliminin en önde gelen vasfının kişisel düşünce ve yaşam özgürlüğü hürriyeti olduğu iddia edilmektedir. Fakat bu olgunun İslam’ın helalleri, haramları ve ahlak umdeleri söz konusu olduğu zaman ne kadar da üstten sınırlandırıcılığa sahip olduğunu biliriz. Düşünce hürriyetine saygımız var, insanlar istediğini düşünebilirler. Fakat düşüncenin muhtevasına, insanların yaşamlarına müdahale etmeye kadar varan fiili sonuçlarına saygımız olamaz. Kişilerin münker, fahşa düşüncelerine saygı duymak zorunda değiliz. Bir Mümin olarak saygı göstermeye mecbur değiliz, bu konuda özgür de değiliz. Çünkü Kur’an’ı Mübin; nerede, ne zaman ve hangi şartlarda olursa olsun hayata müdahale eden bir dini tanımlamaktadır. Çünkü yüce rabbimiz  ‘marufu emretmeyi ve münkeri nehy etmeyi’ kendini mümin olarak tanımlayan her mükellefe tüm kulların üzerine bir sorumluluk olarak yüklemektedir.  ‘’Eğer bu yapılmazsa o takdirde mutlak hakikat olan İslam olmak olgusu ortadan kalkacaktır. Bunu korumak ve şartlarımızı geliştirmek için ve ümmet bilincine sahip ortak bilinci inşa etmek zorunluluğumuz üzerimizde bağlayıcı bir görevdir; farzdır.  Eğer bu yönde çabalarımız azalır veya kaybolursa tümüyle zayıflarız, özümüzdeki ve üzerimizdeki rüzgârımız kaybolur gider’’ (Laik Düzende Yaşamak / Y. Şafak-H Karaman)

Modern seküler sistem ve kültürde Müslümanca yaşamak meselesi

Müslüman olmak İslami şahsiyet sahibi olmak demektir. İslam kişiye her durumda İslami yaşam alanlarını genişletmek adına; tebliğ, davet ve eğitim görevleri yüklemektedir. Sosyal ve toplumsal alanlarda en üstün hedefimiz İslam’ın etkisini genişletmektir.  Aileler, genç nesiller ve yakın çevremizde dini ortamları bereketli kılmak en büyük arzumuzdur. İslami bir geleceği; şeriatla ihata olan bir toplum içinde yaşamayı dilemek her Müslümanın en büyük özlemi olmalıdır. İslam’ın saadet yurdunu inşa eylemek öncelikli inanç işlerimizdendir. Toplumsal düzeni İslam ile kurmak; ibadet, düşünce, ahlak, adalet, merhamet, hicab, iffet, edep, yardımlaşma konularında hakkaniyet temelinde ve rahmani ölçülerle bir hayatı bina eylemek öncelikli görevlerimizdendir.

İman etmenin hakkını vermeyi hedefleyen her ferdin toplumsal hayatın akışını dengeleyecek ve topluma kültürel, sosyal ve aktüel anlamda etki edecek güce erişmek arzuları bulunmalıdır.  Aksi halde topluma etki etme yönleri azalırsa bu içerde gayreti eksiltir dışarda ise hâkim cahili kültürü ve onun yaşam tarzlarını güçlendirir. Denge yer değiştirecek topluma İslam değil seküler kültür ve irade şekil vermeye başlayacaktır. Zira seküler düzenlerde Müslümanların dinlerini ve kültürlerini korumaları oldukça zordur. Bu düzenlerde Kurani ahlak ve Sireti Rasulün izleri zayıf, içe kapanmış ve hep savunmadadır. İbadetler, ahlak ve İslami şahsiyetin etkinlik yönleri sessizleşmiştir, ama cahili yaşam ve kültür dominanttır, belirleyen ve yönelime öncülük eden hale gelmiştir. Sosyal etkileşim araçlarına sahiptir, medya ve teknoloji imkânlarıyla teşhirde seviye yükseltmiş adeta ifsad ve münker yönleriyle sanki meşrulaşmış bir nevi doğal gibi algılanır oluvermiştir. Çarşı, Pazar, okul, gezi ve eğlenme yerleri, medya diziler, komşular sokakta etkindir.

Görev ve sorumluluklarımız

Şüphesiz en önemli görevimiz önce rabbimize kul olmak bilincini kavramaktır ve hemen ardından içinde yaşadığımız toplumda İslam’ın ve Müslümanların gücünü ve etki alanlarını artırmaya gayret etmektir. Bu konu hedef sahibi olmak, geleceğe dair plan yapmak, güçlü donanımlı bir tasavvur içinde olmakla bereketlenecek bir hakikattir. Boş hayallerle, lüzumsuz fikirlerle ve arayışlarla, sonuç alınmayan tartışmalarla olacak iş değildir. Sabır, kararlılık, dayanışma, şura vasıflarıyla yol almak; kendini geliştirmek, ümmet meselelerine odaklanmak, yaşanan sorunları meselelere ehil liyakatli Mümin kardeşlerimizle birlik olup çözmeye yönelmek ve sürekli Kuranı Mübin ve Sünneti Rasul ile hemhal olmak bu yolun olmazsa olmaz karakter özelliklerindendir. Zira yol uzundur.

Bu bir İslami hakikattir: Kendine hedef koymaktır, bir toplumsal iradeyi biçimlendirmeyi Rabbimize kullukta en önemli ibadet olarak saymak işidir. Geleceğe dair İslami ıslah ve ihya çabalarında değişim ve dönüşüm olayıdır. Bunun gerçekleşmesi için kendi yapılarını oluşturmuş İslami zeminlere, kurumlara ve en azından Müslüman öbeklere ihtiyaç vardır. ‘’Tek başına siyasal alanlar ve iktidar imkânları çok başarılı olamazlar. Vazife özgün İslami yapılara ve faaliyetlere kalıyor. İslami yapılar aralarında irtibatlar da kurarak sorumluluklarını yerine getirmeye çalışacak, İslam'ın farklılık ve güzelliğini uygulamada göstererek, ilişkilerinde yaşayarak şartlanmamış farklı grupların da sevgi ve sempatisini kazanmaya bakacaklardır.’’ ( Laik Düzende Dini Yaşamak H Karaman Y Şafak)

İslam’ın rahmet ve merhamet yüzünü günlük yaşamın üstüne çıkarak bu topluma yeniden bir güven, eminlik ve sadakat içinde sunmanın vakti gelmiş, hatta geçmektedir. Önce İslam’ın tüm insanlığa tebessüm eden, onlara ayrım yapmadan merhamet eden yüzünü öne çıkartmamız lazımdır. Davet ve tebliğ bu davranışlarımızın üzerini pekiştirmelidir. Bıktırmadan kaçırmadan ve bıkmadan usanmadan sebat ve sabır içinde hakkı ve sabrı aramızda yaygınlaştırarak bu hakikat iradesinin amel alanını genişletmeliyiz.

İslam olmak sadece kendini ve taifesini düşünmek değildir. Müslüman olmak toplumu, muhtaç olanı düşünmektir ve bu her konuda İslam’ın değerlerini seferber etmektir. Biz yapalım; gerisi Mevla’nın izni ve inayetine kalmış bir konudur!

Ey hıyanetten daha zalim olan merhamet !" Hıyanetten daha zalim merhamet?

Bu nasıl bir sözdür bunu açmak lazım; ‘’11. Yy ikinci yarısında Haçlı ordularının Selçuklu hükümranlığındaki Anadolu'ya ikinci seferidir. Ordu Torosları aşıp Antalya dolaylarına Elmalı’ya gelir. Sefer boyunca bu kadar adama ekmek lazımdır, aş lazımdır. Haçlılar ahalinin üzerine çöreklenirler. Velhasıl Haçlı Ordusu Elmalı’ya yerleşince orada yaşayan kendi dinlerinden Rumlarla birlikte hareket etmeyi umarlar ama o kadar orduya yardım etmek istemeyen Rum ahali dayanamaz ve isyan ederler. İş o hale gelir ki Rumlar Selçukluya destek vererek Haçlılar ile savaşır olurlar. Haçlılar şaşkına döner. Hem Müslümanın kılıcından hem de Rum'un kendilerine hıyanetinden çeker hale gelirler. Sonunda Antakya’da geriye kalan 3 bin civarında aç, susuz, yorgun, yaralı, bineksiz ve hayattan ümidini kesmiş Haçlı kuvvetleri Selçuklu ordusu tarafından çepeçevre kuşatılır. Kılıç sallayacak, mızrak savuracak dermanı dahi kalmamış bu güruhun hepsini Selçuklular isteseler kılıçtan geçirebilirlerdi ama yapmazlar ve onları affederler, yedirir içiri ve kendilerine katılmaya davet ederler. Kendi kralları tarafından kaderlerine terk edilmiş ve dindaşları olan Bizans halkından da yardım görememiş olan Haçlılar, Selçuklulardan gördüğü bu muamele karşısında aralarından tam 3 bin kişi Müslümanlığı seçerek Selçuklu saflarına katılırlar. 2. Haçlı Seferi’ne Fransız Kralının yanında katılan Fransız papaz Odo de Deuil bu durumu sefer sırasında tutmuş olduğu günlüğünde gözü yaşlı bir şekilde şöyle ifade etmiştir: “Ey hıyanetten de daha zalim olan merhamet! Müslümanlar, Hristiyanlara ekmek vererek dinini satın aldılar. Müslüman askerler onları Müslüman yapmak için herhangi bir baskı ve zorlamada bulunmadılar ve merhamet kazandı!” (Kaynk; Selçuklu'nun affettiği 3 bin Haçlı nasıl Müslüman oldu? Haksöz Haber / İkinci Haçlı Seferi & VII. Louis'in Doğu'ya Seyahati - Deuilli Odo)

Savaş meydanları ve mücadele alanlarında elbette son derece sıkı fiziki tedbirler ve de teyakkuz hali etkilidir. Ama daha kalıcı olan şey ise; hakikat meydanında gerçekleşen sabırla sürdürülecek davet çabalarıdır. Çaba bizden başarı Allah’tandır.

"Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız."

Rasulullah  (sav) Yemen valiliğine tayin ettiği Muaz bin Cebel’e şu tavsiyelerde bulunmuştur: "Sen Ehl-i Kitap bir kavmin yanına gidiyorsun. Onları, bir olan Allah'a iman ve benim de Rasulullah olduğuma şehadete dâvet et. Eğer bunu kabul ederlerse, onlara, Allah'ın her gün ve gecede beş vakit namazı farz kıldığını bildir. Bunu kabul ederlerse, Allah'ın kendilerine, zenginlerden alınıp fakirlere verilecek zekâtı farz kıldığını bildir. Eğer, bunu kabul ederlerse, sakın mallarının en kıymetlilerini alma! Mazlumun duasından sakın! Çünkü bu dua ile Allah Teâlâ arasında bir perde yoktur." (Müsned, 1:233; Buharî, 3:73; Müslim, 1:150; Tirmizî, 3:21.)

Allah Rasülü’nün (sav) Muaz (ra)  ile beraberinde gönderdiği Ebû Musa el-Eşarî'yi uğurlarken de son tavsiyesi şu oldu: "Kolaylaştırınız! Zorlaştırmayınız! Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz! Birbirinizle anlaşın, iyi geçinin, ihtilâfa düşmeyin!" (Buhârî, 3:72)
Hangi toplumda yaşarsak yaşayalım Allah'ın fazlından, lütfu ve nimetinin büyüklüğünden, ihsanının bolluğundan, rahmetinin genişliğinden bahsederek hep müjdeleyici olmalı, tebşir edici şeyleri hiç zikretmeden sadece korkutucu ve tehdit edici şeylerden bahsederek ürkütmemeli, nefret ettirmemeli. İslam kapısını her zaman açık tutmaya çabalamalıyız.
Gençlerin maarife, tedrisata önem vermelerine ve maslahatları kavramalarına yardımcı olmalıyız!

‘’Gençlere dönük onları ibadet ve mükellefiyetlere tedricî olarak yavaş yavaş, azar azar alıştırmalıyız. Bir işte, idarede, hizmette vs. de müşterek vazife almış olanlar toplum içinde iyi geçinmeli, ihtilâftan kaçınmalıdırlar. Çünkü mühim, gayr-ı mühim bütün işler ittifak olursa başarılır ve netice alınır. İhtilâfın girdiği yerde maksat elden kaçar. Muaz ve Ebu Musa (ra) gibi sorumlu kişiler dahi olsalar aramızda hayır tavsiyelerde bulunmalıyız. "Öğüt, müminlere fayda verir." (Zâriyât 55).
"İnsanları inzâr ederken, mübalağa ederek onları korkutmayın, öyle ki, onlar günahlarının affedilemeyeceği düşüncesiyle Allah'ın rahmetinden ümitlerini kesmesinler." demektedir.
"Zorlaştırmayın" emri, kendilerine terettüp edenden fazlasını veya daha iyisini almak veya kusurlarını araştırmak suretiyle insanlara çıkarılacak zorluklardan yasaklanmış olmaktadır’’  (Davet / Hz. Peygamber’in Sünnetinde Terbiye- Prof. Dr. İbrahim Canan)

Marufu emir münkeri nehy görevinde davet yöntemi
‘’Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et; onlarla en güzel yöntemle tartış. Kuşkusuz senin rabbin, yolundan sapanların kim olduğunu en iyi bilendir; O, doğru yolda bulunanları da çok iyi bilir.’’(Nahl 125)

‘’Herhangi bir görüş ve inanca davet, sağlam delile (hüccet) dayanmalıdır. Bütün deliller genellikle üç başlık altında toplanır: a) Tartışmasız doğru bilgi ve inanç sağlayan kesin delil. Âyetteki “hikmet”le kastedilen bu delildir, bütün bilgi derecelerinin en yükseği de budur; b) Kesin bilgiye değil, zannî işaretlere ve ikna gücüne dayalı deliller. “Güzel öğüt”le de bu kastedilmiştir; c) Bir gerçeği kanıtlamaktan çok, rakibi susturup tartışmadan çekilmesini sağlayan deliller. Buna da cedel denir ve iki çeşidi vardır: Özünde doğruluğu kesin olmamakla birlikte yaygın kabul görmüş bilgiler. Âyetteki “en güzel yöntemle tartış” buyruğu bunu ifade eder. Cedelin ikinci kısmı asılsız öncüllerden oluşur ve buna ancak erdemsiz insanlar başvurur. Ayette “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et” buyurulmakla, davetin asıl metodunun bu iki delile dayanması gerektiği ortaya konmuştur. Cedel ise bir gerçeği kanıtlamaktan çok rakibi susturmayı hedef alan yöntemdir’’(Fahreddin er-Râzî XX, 138 vd. /Nahl 125 - Diyanet Tefsiri))

‘’Davet, Allah yoluna yapılan bir çağrıdır. Hikmet ile davet etmek: Muhatapların durumlarını ve şartlarını göz önünde bulundurmayı, her defasında ne kadar anlatılmasının uygun geleceğine, ağır gelmeyeceğine dikkat etmeyi, insanların durumları gözetilmeden onlara yükümlülükler yağdırmamayı şartlara ve durumlara göre hitap yöntemlerini ve yollarını çoğaltmayı gerektirir. Davet çabası acelecilik, duygusallık ve tepkisellikle işi zora koşup hikmetin sınırlarını aşmamayı gerektirir. Güzel öğütle davet etmek: Yumuşak şekilde kalplere girmeye, tatlılıkla, duyguların derinliklerine inmeyi gerektirir. Gereksizce azarlama ve zorlamaya başvurmamayı icap ettirir. Bilgisizlikten veya iyi niyetten kaynaklanmış olabilecek hataları açık etmemeyi zorunlu kılar. Zira öğüt vermedeki yumuşaklık, çoğu zaman katı kalpleri bile doğru yola iletir ve nefret eden gönülleri kaynaştırır. Güzel bir şekilde tartışma: Muhatabın üzerine yüklenmek horlamak yok. Muhatap, davetçinin amacının tartışmada üstün gelmek olmadığına kesin kanaat getirmeli ve bunu hissettirmelidir. Tek amacının gerçeğe ulaşmak olduğunu anlamalıdır. Kişi, Allah için bu gerçeğe iletmekten başka amacı olmadığını, kendi kişiliğini güçlendirmek, görüşünü sağlamlaştırmak ve muhatabının görüşünü çürütmek için çalışmadığını gözler önüne serer!’’ (Nahl 125 Tefsiri Fizilalil Kuran)

‘’Biz Rasullerden her birini ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik. Onlar kendi nefislerine zulmettiklerinde şayet sana gelip Allah'tan bağışlama dileselerdi ve Rasul de onlar için bağışlama dileseydi, elbette Allah'ı tevbeleri kabul eden, esirgeyen olarak bulurlardı’’(Nisa 64)

 ‘’Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir ümmet olsun. İşte kurtuluşa erenler bunlardır’’ (Ali İmran 104)

Allah’ın yeryüzündeki metodu sadece vaaz ve açıklamalardan ibaret değildir. Meselenin bir yönü budur. Diğer yönü ise yeryüzünde ıslahı, marufu yaymayı, münkeri def etmeyi görev bilen hayırlı bir toplumun ve güçlü bir iradenin sistemleşmesi olduğunu unutmamalıyız. Rasuller buna örneklik ettiler. Hakka tabi olan fert ve toplum inşası için çabaladılar. Dönüşümün, ıslah aşamalarının yoluna öncülük ettiler ve istikameti öğrettiler. Zira dünyada mutluluk ve ahirette gerçek felah ancak bu gayretlerle gerçekleşecektir.

Kur’an-ı Mübin, yüce Allah’ın kimlerin kendi yolundan saptığını ve kimlerin de doğru yolda yürüdüğünü daha iyi bildiğine işaret etmektedir. Tartışmaya girmeye gerek yoktur. Usule, üsluba dikkat edilerek ve fedakârlıktan kaçınmadan sabırla hakka davet etmek Kuranın önerdiği ve Rasulullah (sav) in davet ve ıslah yöntemidir. Çabalarımızda karalılık göstererek üslubunca ve yumuşak bir dille açıklamak yeterlidir. Bundan sonraki evre Allah’a kalmıştır.