Özlem Albayrak’ın Yeni Şafak’taki köşesinde yayımlanan yazısı (26 Ekim 2018) şöyle:
Andımız
Milli Eğitim Bakanlığı yönetmeliğiyle kaldırılmasının üzerinden beş yıl geçtikten sonra Danıştay’ın iptal kararıyla yeniden hortlatılan “Andımız” tartışılmaya devam ediyor.
Hortlatılan diyorum; zira üstünden 5 yıl değil de, 55 yıl geçmiş gibi; o kadar eski, o derece köhne bir konu. “Bunun tartışılacak nesi var ki” diye düşündüğünden, insanın içinden hakkında yazmak gelmiyor.
Ama tuhaftır ki, “Andımız” tartışması günlerdir de bitmek bilmiyor.
Aslında tuhaf değil; Andımız da tıpkı 10. Yıl Marşı gibi, tıpkı Taksim’deki AKM (Atatürk Kültür Merkezi) gibi Kemalizm ideolojisinin maddi simgelerinden birisi. Oysa, kullanılmaya başlandığı yıldan bu yana, halk arasında ne bayrağımız gibi bir konsensus duygusu sağlayabildi, ne de İstiklal Marşı gibi ortak payda olabildi. Çünkü son ikisi bir milletin topyekün verdiği kurtuluş mücadelesini, bağımsızlık savaşını, varoluş biçimini simgelerken, Andımız’ın halkta bir karşılığı olmadı. Çünkü Andımız’la asıl murad edilen, çerçevesini Kemalist sistemin çizdiği “ulus” tanımını pekiştirmek ve yerleştirmekti ki, o da “Ne Mutlu Türküm Diyene” cümlesinde kristalleşiyordu.
Kemalizm’in kurduğu ulus tanımına ve aslında tam olarak bu tanımı simgeleyen Andımız’a döneceğim. Ama ondan önce bilinmesi gereken şudur ki; dönemin Avrupa’sındaki Mussolini İtalyası ve Hitler Almanyasındaki faşizm dalgasına değinmeden Kemalizm anlaşılamaz. Savaş patlak vermeden hemen önce otoriter, radikal milliyetçi ideolojiler olarak Avrupa’da beliren faşist yönetimler; elbette yeni kurulmuş ve milliyetçilik ilkesini, milliyetçiliğin doğum yeri olan Avrupa’ya bakarak düzenlemeye çalışan genç Türkiye’yi etkileyecekti. Kemalizm’in üstenci üslubu, İstiklal Mahkemeleri, vesayet sistemi, ordunun darbe geleneği, Dersim Operasyonu, Andımız gibi uygulamalar ve metinler, sözünü ettiğim etkilenme sonucunda ortaya çıkan görüntülerdi.
Bu etkilenme, gayet normaldi. Bugün nasıl ki insan hakları ve demokrasi gibi konular; merkez devletlerden çevreye örneklik etme mahiyetinde genişliyorsa; imparatorlukların ardından ortaya çıkan milliyetçilik ideolojisine aşırı derecede sarılan Avrupa’nın henüz kurulan bebek Türkiye Cumhuriyeti’ni etkilememesi de düşünülemezdi. Mesele şu ki, 2. Dünya Savaşı, Avrupa’nın aklını başına getirdi. Faşizm ideolojisinin ve tek bir ırkın üstünlüğüne dayalı militer devlet biçimlerinin; ortaya birliktelik değil ancak ayrılık, mutluluk değil ancak mutsuzluk çıkaracağı anlaşılınca, Avrupa hatasından döndü.
Velhasıl savaş sonrası Avrupa faşizmi reddetti, ama faşizmin Kemalizm’deki nüveleri Türkiye’de hep sürdü. Dünyanın da, ilkelerin de, yönetim sistemlerinin de, ortak iyinin de çoktan değiştiğini; yıllar sonra bile anlayamamakla malul bir aydın türü ortaya çıktı. Bu noktada Kemalizm ilkelerinin faşizmle aynı olmadığını ileri sürenler olacaktır, onlara ilke olarak değil ama anlayış olarak faşizmden sözettiğimi söylemeliyim.
Nitekim, Alman ırkından olmayanları dışlamakla, “Ne Mutlu Türküm Diyene” cümlesiyle Türk olan olmayan herkesi Türk olmaya davet etmek arasında elbette fark var; ama kabul edelim ki birincisi ne kadar kıyıcı ve yok ediciyse, ikincisi de o kadar zorlayıcı. “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözünü pozitif tahlil edenler arasında cümlede sözü edilen Türklüğün bir etnisite ya da ırkı temsil etmediğini; bir üst kimlik olarak “ulus” bağını temsil ettiğini söyleyenler var. Ama Türklük her ne kadar üst kimlik olarak kullanılsa da, sonuçta bir ırkın, etnisitenin adı. Bu durumda, Kürt olan ve ırk kimliğini önemseyen birinin Türk başlığı altında ulusa katılmama hakkı ve inadı -devletin onları bu yola iten uygulamalarını da hesaba katarsak- ortaya çıkabilir. Çıktı da…
Sonuç itibariyle toplumu birleştirmesi gereken tanımlar, metinler, söylemler toplumu ayrıştırmaya, sınıflandırmaya yaradı. Geldiğimiz noktada “Andımız”ın bu derece tartışılıyor olmasının sebebi de bu. Irkçı olması. Andımız’ı okuyan biri kendine “Ne yani Türk olmayanlar doğru ve çalışkan değil mi” sorusunu sorabilir; yeterince militarist olmayan birisi de “neden varlığımın Türk varlığına armağan olması gerekiyor ki” diye düşünebilir. Bugün Andımız’ı okurken bu hislere dalmamızın nedeni de, Andımız’ın yazıldığı tarihte belki moda olan ırkçılık ve militarizmin günümüzde geçerliliğini yitirmesi, en azından açıktan savunulamayacak düşünceler haline gelmesidir.
Sözün özü, Türkiye’nin, çocuklarına her gün askeri düzende okutulması gereken bir metne ihtiyacı yok. Bu topraklarda yaşayanların millet olabilmesi için de “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözüyle belirtildiği şekilde “Türküm” demeye gerek yok.
Acı olansa bugün hala bunları yazmak zorunda kalmak. Danıştay 8. Daire sağ olsun.