Geçen hafta bu sütunda, İslâm dünyasının üç asırlık asıl meselesinin iman meselesi olduğu üzerinde durulmaya çalışılmıştı. Maalesef bu, Müslümanların, özellikle Müslüman aydınların büyük çoğunluğu tarafından da anlaşılamayan bir meseledir.
Anlaşılamamasının en önemli sebebi de, imanın "cihad-ı ekber"le münasebeti, yani kişinin kendisini, nefsaniyetini aşma meselesi olmasıdır. Geçen hafta mealleri nakledilen âyetlerde de açıkça ifade edildiği üzere, Müslüman'ın onu mağlûp edebilecek en büyük düşmanı kendisidir; Müslüman, kendisini yendiği, İslâm imanı içinde yoğrulabildiği takdirde onu hiçbir güç yenemez. Ve Müslümanlar, üç asırdır bizzat kendilerinin mağlûbu oldukları için başkalarına da mağlûpturlar. Bu önemli gerçek sebebiyledir ki, bazı büyük rasûller bile, kendi seviye ve muhasebe ölçülerine göre hata gördükleri davranışları için yaptıkları tevbe ve istiğfarda "Hiç kuşkusuz ben, kendime zulmettim" diyerek inlemişlerdir.
Bediüzzaman, "Taklidî bir iman da makbuldür; böyleyken, neden bu kadar iman üzerine duruyorsun?" sorusuna özetle şu cevabı vermiştir: "İman, basit bir kabulden ibaret değildir. Nasıl güneşte, her bir cam parçası ve su kabarcığında yansıyan güneşçiklerden, bütün deniz yüzeyinde, yeryüzünde ve ayda yansıyan güneşlerden bizzat güneşin kendisine kadar mertebeler varsa, imanda da böyle mertebeler vardır. Hakikî imanı elde eden bir insan, bütün kâinata meydan okuyabilir." Evet, iman, bir bakıma İslâm'ın tamamıdır; İslâm'ın tamamını tahsil etmek, temelde imanı tahsil etmektir. Nihaî noktada iman ve İslâm birleşir, aynı olur. "Müslüman olarak ölebilme" emri ve duası, imanla ölebilme emri ve duasıdır.
Nasıl insan, sadece bedenden, sadece akıl veya zihinden, sadece kalb veya ruhtan ibaret değilse, iman da sadece aklî veya zihnî kabul, sadece kalbî ve ruhî teslim ve tecrübe, sadece bedenle tatbik değildir. İman, bunların hepsidir. O, vicdanın dört rüknü, ruhun dört fakültesinden zihin ile Allah marifetine ulaşmanın, irade ile Allah'a ibadetin, kalb veya lâtife-i Rabbaniye ile Allah'ı müşahedenin ve his ile Allah'ı sevmenin toplamıdır.
İman, sahibine apayrı, bütün ve bu bütün içindeki her parça birbiriyle tam uyum içinde apayrı bir dünya açar. O, sahibini kalbinden, ruhundan sır, hafî, ahfâ gibi iç fakültelerine, tahayyül, tasavvur, taakkul, tefekkür, iz'an, iltizam, tasdik, itikad gibi bütün zihnî meleke ve faaliyetlerine, bakma, görme, işitme, koklama, dokunma gibi bütün dış duyularına kadar bütünüyle yeniden inşa eder. İman, sahibini Cenab-ı Allah ile, diğer insanlarla, tabiî çevresi, yani bütün varlıklarla, dolayısıyla kendisi ile bambaşka ve birbirleriyle tam uyum içinde münasebet halkaları içine alır. Gerçek iman sahibi, geçici dünya hayatına ebedî hayat açısından bakar ve onu bu açıdan öyle tanzim eder ki, dünya hayatı ruhunda onun için Cennet'in izdüşümü olur. Belki o, Mevlânâ'nın neyi gibi aslî vatanından kopmuşluğun yangınını içinde duyar; aslî vatanından kopmuşların bunun farkında olamayışlarının ve dünyadaki hallerinin ateşleri içinde kavrulur. Ama bu, ona ihtimal Cennet hayatının hazzından öte haz verir. İman, Allah korkusu ile Allah sevgisini aynîleştirir, ikisini de sonsuz haz kaynağı haline getirir. İman, sahibine dünyada tam özgürlük kazandırır; iman sahibi, ancak Allah'ın önünde eğilir; sadece O'ndan korkar; gerçek sevgiyle sadece O'nu ve başka sevilecekleri de O'nun sevgisiyle sever. İman, sahibiyle diğer varlıklar arasında öyle bir bağ kurar ki, bir insan, kendisine yapılan, malına, mülküne yapılan haksızlık karşısında duyduğu infialin en azından aynısını başka mü'minlere, başka insanlara, mazlumlara, onların mallarına da yapılması karşısında duymuyor, duyamıyorsa imanın manâsını anlamamış demektir.
İman, mü'minin, Müslüman'ın en küçük cüzlerine kadar bütün bir hayat serüvenidir; hayatın içtimaî, iktisadî, siyasî başka bütün boyutları, imanla olan münasebetin sadece tezahüründen ibarettir.
ZAMAN