Bütün güzelliklerine rağmen içinde olduğumuz dünyayı yaşanmaz bir hale getirmek herhalde insandan başkasının yapamayacağı bir şeydir. Bugün insanoğlunun kendi elleriyle yaptıklarının bir sonucu olarak ortaya çıkan sorunların kucağında kendimizi bulmuş bir vaziyetteyiz. Bu insanın yeryüzünde mütemadiyen kurmuş olduğu, yücelttiği, vazgeçilmez sandığı, uğruna milyonların yok edildiği adaletsiz düzenin bize kesilen faturasıdır adeta. Buna rağmen insanlığın kendisiyle ciddi bir şekilde yüzleşmemesi, ıslaha yanaşmaması ve tutmuş olduğu bu batıl yoldan inatla gitmek istemesi de ayrıca endişelerimizi artıran bir durumdur.
Elbette bu sorunlar bir yönüyle bizim için bir sınanma vesilesi olarak değerlendirilebilir. Fakat unutmamak gerekir ki birileri bu gidişata dur demezse işin daha vahim sonuçlarıyla karşı karşıya kalmamız sürpriz olmayacaktır.
Bugün konuştuğumuz ve tartışma konusu ettiğimiz şey içinde yaşadığımız kapitalist küresel sistemin vahşiliği ve bu sistemden neşet eden insani krizlerdir. Hiçbir ahlaki kaygıyı gütmeyen ve sadece güce odaklanan bu sistem insanlığın baş belası olmuştur. Her şeyi tek tipleştiren farklılıklara tahammül etmeyen ve aynı zamanda her şeyi değersizleştiren ve bir meta haline getiren bu sistem yeryüzündeki sorunların temel kaynağıdır.
Neredeyse her şey bu sistemi elinde tutan egemen güçlerin isteklerine göre şekillenmekte, uygulanmakta ve sonuçlanmakta. Bu istek, icbar ve siyaset ise birileri tarafından bize hayatın gerçekliği olarak anlatılmaktadır. Oysaki bu bize yutturulan koca bir yalandan başka bir şey değildir. Bütün sorgulamalara, bütün itirazlara, bütün savaşımlara rağmen bu sistemin kurbanı olan koca bir insanlık âlemi ise çaresiz bir bekleyiş içerisinde.
Elbette bizler bu durumun bir kader olmadığını biliyoruz. Sahip olduğumuz inanç bize bunun değişebilme umudunu ve imkânını sağlıyor kuşkusuz. Fakat bizlerin bu yükü ve sorumluluğu algılamaya, taşımaya ve uygulamaya hazır olup olmadığımız boyutu ise ciddi bir sorgulamanın konusudur. Çünkü bizler hala bu gidişatı değiştirebilmenin temel gerekliliklerinden yoksun bir konumdayız. Eğer yeryüzündeki fitnenin kalkması ve ilahi hükmün bütün insanlığa adalet ve huzur taşıması konusunda gereği gibi bir inancı kuşanmamışsak bunun gerekleşmesi mümkün değildir. Ya da işin ciddiyetini algılama konusundaki zaaflarımızı görmemenin rahatlığı, umursamazlığı ve sorumsuzluğuyla davranmaya devam ettiğimiz müddetçe bizim bu boyunduruktan kurtulup özgür olmamız asla söz konusu olamaz. Kim bilir belki de çoktan bu gidişatı kanıksamış ve bir gerçeklik olarak kabul etmiş bir noktadayız. Öyle olmamış olsaydı şayet şimdi çoktan bu hal değişmiş olurdu.
İçine Düştüğümüz Tuzaklar
Müslümanlar olarak önce kendi fitnelerimizi ortadan kaldırmak zorundayız. Emin olabiliriz ki bizim kendi fitnelerimizi ortadan kaldırmamız birçok konuda önümüzü açacaktır. Burada muhal şeyleri konuşma gibi bir niyetimiz yok. Bizim kendi fitnelerimizden kastımız bellidir. İslam’ın doğru ve sahih ölçülerine uymayan ve bizi kısır bırakan bütün yaklaşımlar bizim fitnelerimizdir. Bu fitnelerin içinde en büyüğü olarak önümüzü kesen ve bizi ayartan şey ise gerçek anlamda kim olduğumuzu bilemeyişimizden kaynaklı idrak sorunudur. Bu idrak sorunu aynı zamanda yüklenilen sorumluluk vasfına(takva) sahip olmamayı ifade etmektedir. Bu vasfa sahip olmadığımız için de elimizdeki kitap bize yol gösterici olmamakta maalesef.
Müslümanların kendi konumunu hem birey olarak hem de ümmet olarak takdir edememesinden kaynaklı ciddi bir sorunla karşı karşıyayız. Hâlâ ilmen, itikaden, siyaseten, içtimaen nerede olduğunu, nasıl konumlanması gerektiğini bilmeyen ve fehmetmeyen birilerinin ne kendini ne de dünyayı değiştirmesi mümkün değildir. Şirkin bütün unsurlarını inancına, siyasetine ve toplumsallığına bulaştırmış insanların pratiklerinden doğru sonuçlar beklemek en büyük kandırmacadır.
Bugün arkaik dönemlerden kalma usuller üzerinden kurmaya çalıştığımız ilmi müktesebat bizim için bir fitne olmuştur. Türklük, Kürtlük, Araplık, Farslılık üzerinden tarif etmeye çalıştığımız toplumsallığımız bizim için bir fitne olmuştur. Ulusal sınırlar üzerinden kabul ettirmeye çalıştığımız devlet, bayrak ve vatan mefkûremiz bizim için büyük bir fitne olmuştur. Şeyh-mürit ilişkileriyle kurduğumuz cemaatlerimiz bizim için bir fitne olmuştur. Ürettiği yolsuzluk, kayırmacılık, usulsüzlük ve haksızlıklara rağmen maslahatçılık uğruna savunusunu yaptığımız siyasal partiler bizim için birer fitne olmuştur. Ahlaki ilkeleri öteleyerek kategorik olarak paraya, mala, mülke, mevkiye, makama, mesleğe ve ahbaplığa indirgediğimiz bütün insani ilişkilerimiz bizim için birer fitne olmuştur…
Bu fitneleri benzer noktalar üzerinden tespit etmek ve çoğaltmamız mümkündür. Fakat amacımız bunları tek tek sıralamaktan öte bunlarla nasıl çepeçevre kuşatıldığımıza dikkatleri çekmektir. Bahse konu ettiğimiz bu hususların hepsi neredeyse bizim için resmi bir hüviyet ve davranış biçimlerine dönüşmüş ve her şeyi bunlar içinde aramanın ve bulmanın zehabına kapılmışız. Oysaki bütün bunlar bizim için birer tuzağa dönüşmüş vaziyette.
Kuşatma Ajanları ve Toplumsal Kaygılar
Aydın vasfına sahip olanların taşıması gereken en önemli duygu “kaygı duygusu” dur. Eğer biri ürettiği düşünsel ürünlerle insanlık adına bir endişe ve sorumluluk taşımıyorsa bu insanın aydın kategorisine dâhil edilmesi doğru değildir. O insan sadece kendi namına çalışıyor demektir. Bu da onu bencil ve sıradan bir insan olarak görmemiz gerektiği anlamına gelir. Oysaki bugün ortalıkta arz-ı endam edip kendini aydın olarak pazarlayan bir sürü ihanet çetesiyle karşı karşıyayız.
Bu ihanet çetelerinin yapmaya çalıştığı şey; namına çalıştıkları patronlarına hükmetme stratejilerini öğretmektir. Bunların kimileri sosyolog, kimileri tarihçi, kimileri ilahiyatçı, kimileri iktisatçı, kimileri hukukçu ve kimileri ise siyaset bilimcisi olarak kendini tanıtır. Ya da hepsine birden sosyal bilimci demek lazım. ( Yanlış anlamaya mahal vermemek adına; bu mesleği icra edenleri itham etmek gibi bir niyetimiz yok. Sadece bunlar arasında gerçeği gizleyen, ortaya çıkan haksızlıkları ve adaletsizliği görmemezlikten gelen ya da bunları çarpıtan zevatı kast ediyoruz) Bunlar adeta birer ajan olarak çalışırlar. Yapmaya çalıştıkları şey ise içinde yaşadıkları toplumu tanımak, anlamak ve kodlamaktır.
Bu tanıma faaliyetinin tek bir amacı vardır. O da toplumu daha iyi kontrol etmek için yönetsel yöntemler geliştirmektir. Toplumun nereye gitme eğiliminde olduğunu tespit etmek bunların görevidir. Bunların çalışma nesnesi insandır. Bunlar toplumun davranış haritalarını çözmek ve nihayetinde insan gerçekliği denilen şeyi ortaya çıkararak toplumsal bilgiyi egemen güçler hesabına üretme çabası içerisinde olurlar. Bizlerin edilgen bir pozisyonda kalması için bütün maharetlerini ortaya koyarlar. Yıllarını verirler. Zihinlerini yorarlar. Bu alanlarda enstitüler kurarlar. Kendi tezlerine bağlı zihinsel çabaları her yönden desteklerler. Fakat onlara itiraz edenleri, onların niyetlerini ifşa edenleri ise ihanetle suçlarlar.
Maalesef bu durum içinde bulunduğumuz modern sistemler zamanında daha fazla hissedilir bir noktaya gelmiştir. Özellikle medya denilen aygıt bunlar için tamamen bir fırsat alanına dönüşmüştür. Bu güce sahip olanlar eliyle ekranlara çıkartılan bu tipler topluma ayar verme vazifesini hakkıyla icra etmek için her türlü kılığa girmekteler. Dolayısıyla medya denilen mecra tam anlamıyla bir kontrol mekaniğine dönüşmüş vaziyette. Şu an yönetsel hiyerarşide medya denilen aygıt neredeyse birinci sıraya gelmiş durumda. Çünkü yönetmenin en öncelikli yolu önce algılara hükmetmektir. Zaten ondan sonrası kolaydır.
Unutmamamız gerekir ki bu vaziyet bizim için kabul edilebilir bir şey değildir. Etrafımıza örülen kuşatma mevzilerini fark etmek zorundayız. Onun için birileri tarafından kuşatma gücü olarak öne çıkartılan bu tipleri tanımak ve ortalıkta tekrar edilen söylemlerin arkasındaki hesapları bilmek ve farkında olmak zorundayız. Yoksa bizler de farkında olmadan birileri namına bu ucuz hesaplara alet olabiliriz.