Hükümet Sözcüsü Bekir Bozdağ PKK’ya yönelik operasyonlara ilişkin yaptığı son değerlendirmede “Kandil operasyonu dâhil bölgede her an her şey olabilir” şeklinde bir beyanat verdi. Zaten Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan da konuya dair yaptığı son konuşmalarında “bataklığın büyüğünü kurutacağız” vurgularıyla Afrin’den daha ziyade Kuzey Irak’a, özellikle Kandil ve Sincar’a dönük askeri operasyonların önem ve önceliğini ifade ediyor.
Türkiye bir taraftan Cumhurbaşkanlığı ve Meclis seçimleriyle gerilim dozu yüksek siyasal bir atmosferi yaşarken diğer taraftan Suriye ve Irak’ta yaşanan gelişmelerin aleyhine sonuçlanmaması için tetikte duruyor. CHP ve İYİ Parti’den gelen “operasyon seçimleri etkilemeye yönelik bir kampanya mahiyetinde davulla zurnayla gündeme taşınıyor” mealindeki eleştirileri şimdilik bir kenarda tutalım. Fakat meselenin seyrini hakkaniyetli bir biçimde değerlendirebilmek için iki kritik süreci muhakkak göz önünde tutmaya mecburuz: Bir, Irak’ta özellikle İran açısından epeyce sürprizlerle dolu sonuçlar doğuran seçimlerin sonuçlarını yok saymaya matuf bir dizi sabotaj faaliyetleri. İki, Rusya ve İsrail arasında geliştirilen diplomatik ve askeri ilişkilerin İran’ı Suriye’nin geleceğinden hızla uzaklaştırma, söküp kazıma yönündeki işaretler.
Tehdit ve Tehlike Nerden Geliyor?
Mukteda es-Sadr’ın lideri olduğu Sairun Koalisyonu Irak’taki seçimlerden galip çıkınca suikastlar, sabotajlar, katliamlar sarmalından bir türlü kurtulamayan Irak için zayıf da olsa bir umut ışığı belirdi. Çünkü Sadr yaşadığı hızlı iniş çıkışlara, bazen gerilimli bazen yumuşak ilişkilerine rağmen doğrudan İran’a sadakatle bağlı veya Irak’ı İran’ın bir peyki kılmaya çalışan Haşdi Şaabi lideri Hadi el-Amiri ve eski Başbakan Nuri el-Maliki siyasetinin karşısında duruyor. Bu karşıtlık önce seçim sandıklarına hile ve şaibe karıştırıldığı tartışmalarıyla ardından da seçim sandıklarının bulunduğu oy depolama merkezinin kundaklanmasıyla epeyce alevlendi. Bu kundaklamayı asla hafife almamak lazım. Çünkü İran’ın uluslararası askeri operasyonlarını yöneten General Kasım Süleymani seçim sürecinde Bağdat’taki askeri karargâhında partilere ve seçmene yönelik son derece sıkı bir abluka uygulamıştı. Ne var ki Süleymani’nin söz konusu sıkı ablukası Emiri ve Maliki’yi sandıklardan lider çıkarmaya iktifa edememişti.
Tahmin edileceği üzere Pers/Fars ve Şii diplomasi tecrübesi Irak’ı Iraklılara bırakmayacak kadar sorumlu ve müşfik temellere dayanıyordu! Başbakan Haydar el-İbadi’nin oy depolama merkezine yönelik sabotajı “Irak halkına ve demokrasisine karşı bir komplo” olarak nitelemesi boşuna değildi. Ancak Mukteda es-Sadr olayın vahametini daha net cümlelerle teşhis ve teşhir ediyordu: “Irak artık tehlikede”. Irak esasen hep tehlikedeydi ve bunda Sadr başta olmak üzere kimi Amerika ile kimi İran ile kimisi de her ikisiyle beraber ittifaklar kuran mezhepçi şiddetin çok önemli bir rolü vardı. Yüzbinlerce ölü ve milyonlarca yaralı kadar yüzbinlerce yetim ve dul, ülke sathına yayılmış yoksulluk ve yoksunluk, Sünnilere yönelik ölümcül tehcir politikaları, viraneye dönmüş bir ülke üzerinde hiçbir şey yokmuş gibi Irak’ı daha sert bir biçimde İran’ın hegemonyasına sokma girişimleri sürüp gitti. Neticede geç de olsa, tutarsızlık da içerse Sadr kamuoyuna şöyle seslenmeye mecbur kaldı: “Dış müdahaleler, patlamalar, terör, çatışma ve suikastları sonlandırmanın zamanı artık gelmedi mi?” Irak maalesef daha derin ve kronik çatışmaların içerisine savrulmanın arifesindeyken Türkiye açısından da risk hızlıca büyüyüp daha yakın bir tehdide dönüşebilir.
Direniş Cephesi’nde İsrail Ayrışması
Diğer taraftan PKK-PYD varlığının Fırat’ın batısındaki en güçlü ileri karakoluna dönüştürülmek istenen Münbiç’ten (uzun vadeli ve kimi belirsizlikler içeriyor olsa da) Amerika ile varılan bir mutabakat sonucu çıkarılacak olması Türkiye adına önemli bir kazanımdır. Bu mutabakatın nasıl bir al-ver dengesine karşılık sağlandığını henüz bilemiyoruz. Fakat Suriye meselesine salt PKK-PYD tehdidi açısından bakmak miyopluktan şaşılığa orada körlük ve vicdansızlığa değin uzayıp giden bir hastalıktır.
Ne İran ve Esed taraftarları ne de Hükümeti destekleyen çevreler ses ediyor ama yoldaş Putin’in Rusya’sı Suriye’nin bugünü ve geleceği üzerinde İsrail’le birlikte ciddi adımlar atıyor. Tahmin edileceği üzere ilk adım yeterince yıkım ve katliam gerçekleştirmiş olan İran’ın Suriye’den def edilmesi yönünde atılacak. İran’ın döktüğü kan Müslüman halklar arasında giderilmesi imkânsız nefret ve düşmanlıklar ürettiği için hedefine ulaştı. Şu durumda fazlasına ihtiyaç yok. Beşşar Esed’e ve Baas rejiminin kurmay kadrosuna Rusya tarafından yapılan aşağılayıcı muameleler ise aşikâr biçimde bir cellattan, tetikçiden bekçi köpeğine yapılan muamelelere dönüşmüş durumda. Şam başta olmak üzere bütün önemli şehir merkezlerinde en kritik noktalarda artık daha yoğun bir biçimde Rus ordu birlikleri mevzileniyor ve devriye geziyor. Rejim askerleri, Şebbihalar, İran askerleri ve Şii milislerse stratejik bölgelerden uzaklaştırılıyor.
Suriye ve Irak’ta yaşanan gelişmeler sıkıntıların azalmak bir tarafa artacağını ima ediyor. Türkiye’nin bölgeye yönelik diplomatik ve askeri öncelikleri tabii ki makul gerekçelere dayanıyor. Ancak bu makul gerekçeler sınırları zorlayan hamasi söylemlerle, milliyetçi kimliği kışkırtan beyanlarla kirletilip itibarsızlaştırılmamalı. Toplumu, medya üzerinden işlenen mehter havalarıyla “Yedi düvelle savaşmaktan korkmayız” türü gazlamalara maruz bırakmak hiçbir fayda vermez ama çok zarar ziyan verir. Tam da bu esnada “Yunanistan’a askeri veya istihbari operasyonlar yapılması an meselesi”ymiş gibi kamuoyuna lanse edilen eskimiş soğuk savaş politikalarının bazı aklı evvellerin fantezisinden ibaret olduğu yetkililer tarafından ilan edilse hiç de fena olmaz.
Siyaset imkânlar ve riskler açısından da istikameti ve mantığı şaşırmamaktır.
Yeni Akit