Hendek ve Kurayzaoğulları Savaşları, Sonuçları

Özgür-Der Başakşehir Temsilciliğinde gerçekleştirilen Siyer-i Nebi Sohbetleri program dizisinde Medine dönemi konuşulmaya devam ediyor.

Siyer-i Nebi Sohbetlerinde Medine Dönemini konuşmaya devam eden Başakşehir Özgür-Der’de bu ay Hendek Savaşı ve Kurayza Kuşatması konuları ele alındı. M. Furkan Gökçe’nin slayt gösterisi ile katkı sağladığı programda Bahattin Urlu sunumunu gerçekleştirdi.

Urlu konuşmasına, Hendek Savaşına giderken Mekke ve Medine’deki sosyal ve siyasal zemini değerlendirdi ve Savaşa giden süreci detaylı bir şekilde anlattı. Hendek Savaşının bir diğer adının Ahzap Savaşı olduğunu ve Ahzap suresi ayetlerinin bu savaşla ilgili bize birçok şey anlattığını ekledi.

Urlu’nun sunumundan kesitler şu şekilde;

“Hicretin 3. yılında (625) vuku bulan Uhud Gazvesi’nden sonra Müslümanların, hem Kureyşliler’le hem de Medine ve Hayber’de yaşayan Yahudilerle münasebetleri daha kötü bir hal almıştı. Kureyşliler Uhud’dan sonra, Suriye’ye giden kervanlarının güvenliğini sağlamak için Medine çevresini topraklarına katma arzusunu gerçekleştiremedikleri gibi Uhud’da elde ettikleri kısmî başarılarını da bir sonuca bağlayamamışlardı. Buna karşılık Müslümanlar kısa zamanda eski güçlerine kavuşmuş, Zâtürrikā ve Hicaz-Suriye kervan yolu üzerindeki Dûmetülcendel’e yaptıkları seferlerle Kureyş’in yalnız Mısır ve Suriye’ye değil Irak’a giden kervanlarına da yolları kapatmışlardı. Hicretin 4. yılında (625) Medine’den kuzeye Hayber ve çevresine sürülmüş olan Benî Nadîr Yahudileri, Müslümanlar için Suriye ticaret yolunun emniyeti bakımından tehdit oluşturmaya ve civar bölgelerde yaşayan halkı kışkırtmaya başladılar.

             Yahudilerden Kaynukâ ile Benî Nadîr, hicretten sonra Müslümanlarla gerçekleştirilen antlaşmayı kısa süre sonra bozup Mekke müşrikleriyle iş birliği içine girmişler ve daha da ileri giderek Hz. Peygamber’i öldürmeye teşebbüs etmişlerdir. Bunun üzerine önce Kaynukâ, daha sonra da Nadîr yahudileri, Medine’den çıkarılmışlar, bazıları Hayber’e sığınmışlardır.

            Hendek savaşı esnasında Medine de Yahudi kabilelerinden sadece Kurayza bulunuyordu. Hayber’e yerleşen Yahudilerden ve diğer İslâm karşıtlarından, içlerinde Huyey b.Ahtab ve Hristiyan Ebû Âmir’in de bulunduğu yirmiye yakın kişi Mekke’ye giderek Kureyş müşriklerini Müslümanlarla savaşa teşvik ettiler. Ebû Süfyan onların bu teşebbüsüne çok sevindi. Bu heyet, Kureyş’ten sonra Gatafân, Süleym, Esed, Fezâre, Mürre ve Eşca’ gibi müşrik Arap kabilelerini de çeşitli vaatlerle ayaklandırdı. Mesela, Gatafan kabilesine Hayber’in bir yıllık hurma mahsulünü vermeyi kabul ettiler.  Mekke çevresindeki Sakîf ve Kinâne kabileleri de Kureyş’e destek verdiler. Böylece Yahudiler, Kureyşliler ve diğer müşrik Arap kabileleri Müslümanlar aleyhinde birleşmiş oldu. Savaş sancağı Dârünnedve’de açıldı. Mekke den hareket eden dört bin kişilik orduya çevreden gelen birliklerin katılmasıyla müşrik ordusunun toplam asker sayısı Medine’ye varıldığında on bini geçti.

           Diğer taraftan müşriklerin Medine üzerine yürüdüğünü Huzâa kabilesinden on günlük yolu dört gecede kat ederek gelen bir haberci vasıtasıyla öğrenen Hz. Peygamber, Medine’de kalıp savunma savaşı yapmak veya düşmanı şehir dışında karşılamak hususunda sahâbîlerin görüşlerine başvurdu. Müzâkerede savunma savaşı yapılmasına, savunma metodu olarak da Selmân-ı Fârisî’nin tavsiyesi üzerine şehrin hücuma açık kısımlarına hendek kazılmasına karar verildi. Medine’nin taşlık, ağaçlık ve dağlık kısımları zaten düşman ordusunun topluca şehre girişine yolların dar oluşu sebebiyle elverişli değildi. Hz. Peygamber bir grup sahabe ile birlikte keşfe çıkarak kazılacak yerleri belirledi. Kurayza Yahudilerinden de ödünç olarak kazı aletleri aldı. Hendeğin kazılmasında ve savunulmasında üç bin Müslüman görev aldı. Her on kişilik takıma kırk zirâ’lık (bir zirâ’ yaklaşık 52 cm.) yer ayırdı.

               Birkaç haftada tamamlanan hendek kazma işinden hemen sonra muhtemelen 10-12.000 kişiden oluşan düşman ordusu Medine’ye ulaştı ve karargâhını şehrin kuzeyinde Uhud Savaşı’nın yapıldığı alanda kurdu; müşriklerin sancağını Benî Abdüddâr’dan Osman b. Talha taşıyordu. Müslüman askerlerin sayısı ise 3000 kadardı ve muhacirlerin sancaktarı Zeyd b. Hârise, ensarınki de Sa‘d b. Ubâde idi. Resûlullah, kadınlarla çocukların, yiyecek ve içeceklerin, değerli eşyaların ve hayvanların şehirde bulunan en müstahkem binalarda toplanmasını ve ordunun Sel dağı eteklerinde karargâh kurmasını emretti. Kendisi de çadırını Zûbâb dağından bugün Fetih Mescidi’nin bulunduğu yere nakletti.

                Kur’ân-ı Kerîm, müttefik birliklerin gelişini ve bunun karşısında bazı Müslümanların nasıl endişeye kapıldıklarını şu âyetlerle tasvir eder: “Ey iman edenler! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın; hani size ordular saldırmıştı da biz onlara karşı bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah ne yaptığınızı çok iyi görmekteydi. Onlar hem yukarınızdan hem de aşağı tarafınızdan üzerinize yürüdükleri, gözler yıldığı, yürekler gırtlağa dayandığı ve siz Allah hakkında türlü türlü şeyler düşündüğünüz zaman, işte orada iman sahipleri imtihandan geçirilmiş ve şiddetli bir sarsıntıya uğramışlardı. O zaman münafıklarla kalplerinde hastalık bulunanlar, ‘Meğer Allah ve resulü bize sadece kuru vaadlerde bulunmuşlar’ diyorlardı” (el-Ahzâb 33/9-12); “Allah, o inkâr edenleri hiçbir fayda elde edemeden öfkeleriyle geri çevirdi. Allah’ın yardımı savaşta müminlere yetti. Allah güçlüdür, mutlak galiptir” (el-Ahzâb 33/25).”

Hz. Peygamber, kazı işine nezaret ettiği gibi bizzat çalıştı; toprak kazdı ve sırtında toprak taşıdı. Hendek, içine düşenin çıkamayacağı derinlikte ve karşıdan karşıya bir süvarinin atlayamayacağı genişlikte planlandı. Buna göre derinlik ve genişlik ölçüleri de tespit edildi. Hendeğin bugünkü ölçülerle yaklaşık 5500 m. uzunluğunda, 9 m. eninde ve 4,5 m. derinliğinde olduğu tahmin edilmektedir.

Hendek savaşı ile ilgili Ahzap suresinin ayetlerine teker teker açıklama getirerek hendek savaşını anlatan Urlu daha sonra Kurayza kuşatması ve Kurayzaoğulları hakkındaki katliam iddaları üzerinde durdu. Kurayza kuşatması ile ilgili şu cümleleri kurdu;

“İslâm’ın doğuşunda Medine’de yaşayan üç büyük yahudi kabilesinden biridir. Diğer ikisi gibi (Benî Kaynukā‘, Benî Nadîr) Benî Kurayza da İbrânîce yazıyor, Arapça konuşuyor ve çocuklarına kendi isimlerinin yanında Arap isimleri de veriyordu. Şehrin güneydoğusundaki ovalık bölgede oturan kabile mensupları “utum” denilen çok katlı müstahkem evlerde yaşıyor ve geçimlerini tarım ve ticaretle sağlıyorlardı.

Kureyzalılar, Medine Sözleşmesi sırasında Hz. Peygamber ile birbirlerine karşı ihanette bulunmayacaklarına dair sözleşmede bulunmuşlardı. Medine sözleşmesine imza atan Kureyzalılar, bu sözleşmenin (bu günkü tasnife göre) 43 ve 44. Maddesini kabullenmişlerdi. Bu maddeler: “Ne Kureyşliler ne de onlara yardım edecek olanlar himaye altına alınmayacaklardır.Onlar (Müslümanlarla Yahudiler) arasında,  Yesrib’e  saldıran kimselere karşı yardımlaşma olacaktır.” şeklinde idi.

Bu sözleşme, Nadirliler’in kuşatılması sırasında Kureyzalılar tarafından bozulmuştu. Bunun üzerine Hz. Peygamber Nadirliler üzerindeki kuşatmayı kaldırıp, Kureyzalıları kuşatmış ve onları sözleşme yenilemeye mecbur bırakmıştı. Dolayısıyla bu sefer ikinci defa antlaşmaya ihanet ediyorlardı. Kureyzalılar böylece iki defa söz vermelerine karşın, Hendek Savaşı sırasında antlaşmayı bozup ihanet etmişler ve Müşriklere yol vermek istemişlerdi.”

Kurayza kuşatmasının detaylarını ilk olarak geleneksel rivayetler üzerinden anlattıktan sonra katliamın doğal bir şey olduğunu savunan müsteşriklerin görüşlerini sundu. Katliam iddaalarının neler olduğunu sıraladıktan sonra katliamın olmadığı ile ilgi bir dizi delil sundu. Müsteşriklerin görüşleri ve ilgili rivayetlerin bazılarını şu şekilde sıraladı.

  • Mevcut Rivayetler

Daha önce Hazrecliler’in, müttefikleri Benî Kaynukā  yahudileri için aracı olup onları ölüm cezasından kurtardıklarını dikkate alarak Evsliler de Resûlullah’a gelip ondan müttefikleri Benî Kurayza’ya iyi davranılmasını istediler. Bunun üzerine yahudiler hakkında hüküm vermesi için Evs’ten Sa‘d b. Muâz hakem tayin edildi. Sa‘d kendisinin vereceği hükme razı olacaklarına dair hem Evsliler’le Benî Kurayza’dan hem de Hz. Peygamber’den söz aldıktan sonra kararını açıkladı. Savaşabilecek yaşta bulunan erkekler öldürülecek, kadın ve çocuklara esir muamelesi yapılacak, mallar müslümanlar arasında paylaştırılacaktı. Resûl-i Ekrem’in de onayladığı bu kararın Tevrat’a uygun olduğu (Tesniye, XX/10-15), Kur’an’da da Allah ve resulüne savaş açan ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlara verilecek cezalar arasında böyle bir hükmün bulunduğu iddia edilmektedir. (el-Mâide 5/33-34)

        Bu rivayetlerde Peygamber (sav)’in bu esirleri Medine’ye getirdiği, Medine’deki evlerden birisinde onların hapsedildikleri, ertesi gün onları Medine pazarına götürdüğü, onların kendileri için hendek kazdıkları ve guruplar halinde öldürüldükleri belirtilmektedir. Buna göre erkeklerden silah taşıyacak durumda olan herkes öldürülmüştür. Baliğ olan tüm erkeklerin öldüğünün kaydının yanında sadece savaşa fiilen katılan muhariplerin öldürüldüğü de kaydedilmektedir. Onların çocuk ve kadınlarının da esir edildiği yine rivayetlerde belirtilir.

        Hz. Peygamber’in emri üzerine, ölüm cezasına çarptırılan bütün savaşçılara infazdan önce yiyecek ve içecek verilmiş, Tevrat okumalarına müsaade edilmiştir. Kuşatma sırasında İslâm’ı seçen dört savaşçı ise idamdan kurtulmuştur. Sayılarının 1000 civarında olduğu sanılan kadın ve çocuklardan bir kısmı serbest bırakılmış, sahâbîlere dağıtılanların dışında kalan humus satılarak cihad için at ve silâh temin edilmiştir. Bu arada Resûlullah, henüz bulûğ çağına ermemiş çocukların annelerinden ayrılmamasını ve öksüzlerin sadece müslümanlara satılmasını istemiş, kendisi de esirler arasında bulunan Reyhâne bint  Zeyd i safi olarak seçmiştir.”

  • Müsteşriklerin Görüşleri

Hz. Peygamber'in bu işe mecbur kaldığını ve dolayısıyla haklılığını savunan müsteşrikler de bulunmaktadır.

           Watt, “bazı batılı yazarların bu cezayı gaddarca bularak saldırdıklarını, hâlbuki o günkü örfe göre Arapların birbirlerine de böyle davranabildiklerini, bunda ayıplanacak bir durum olmadığını, esasen Hz. Peygamber'in Yahudilere yönelik özel bir tavrının olmadığını, bu olaydan sonra da birçok Yahudi’nin İslam toplumlarında rahatça yaşayabildiğini” belirtir.

          Armstrong, Yahudi  tarihinden örnekler vererek Kral Davud’un Filistinlilere yönelik katliamlarından bahsettikten sonra “Müslüman toplumun Hendek savaşı sırasında Kureyzalılar yüzünden katliamdan kıl payı kurtulduğunu, neredeyse hepsinin yok olmak üzere olduğunu, ayrıca bu Yahudi grubunun sağ bırakılıp izin verilmesi durumunda öncekiler gibi Hayber’e gidip düşmanlığa devam edeceklerini, dahası o dönem şartlarında toplu infazın düşmanları etkileyeceği ve bu haklı sebeplerle icra edildiğini, bunun suç sayılamayacağını, kaldı ki Yahudi düşmanlığının batı toplumlarına has olduğunu, Müslümanların son yüzyıla kadar devamlı Yahudileri kolladıklarını”   belirtir.

           Rodinson: "Kurayza'nın Medine'de kalması sürekli bir tehlike arz ediyordu. Medine'den gitmelerine izin vermekse, Hayber'deki İslâm karşıtı entrika yuvasını güçlendirmekten başka bir işe yaramayacaktı." demektedir.

          Wensinck, hangi ulus söz konusu olursa olsun, en uygar toplulukların bile, Beni Kurayzalıların durumunda aynı cezayı vereceklerini belirterek:  “Hz. Peygamber,  vaktiyle Beni Nadîrlere hoşgörüyle davranmış, ancak onlar buna korkunç Hendek kuşatmasıyla karşılık vermişlerdir. Aynı af ve hoşgörüyü şimdi Beni Kurayza’ya göstermek, çok büyük tehlikeleri göze almak anlamına gelecekti.” demektedir.

  • Katlim Yapılmadığına dair Deliller.

             Detaylarıen geniş şekilde nakleden, elimizde mevcut en erken çalışma; Peygamber'in yaşam öyküsünü konu alan, İbn İshak'ın Sire'sindeki anlatıdır.

           Kendisinden sonraki tarihçiler, bu rivayeti olduğu gibi nakletmişler, ancak, hikayenin detaylarını ve isnadında yer alan meçhul şahıslan (ravileri) göz ardı etmişlerdir.

             Hadis alimi  İbn Hacer, bu hikayeyi ve bununla ilintili olarak nakledilenleri "şaz hikaye" diyerek alenen itham ederken, hikayeyi çok daha kesin ibarelerle reddetmektedir; "Kureyza ve en-Nadir hikayelerinin aslı yoktur". Hiçbir şey; böyle bir reddi, bundan daha açık olarak ifade edemezdi.

             İbn İshak'ın çağdaşı olan fakih İmam Malik ise, onu kesin bir dille "kezzab" ve "deccal" diyerek cerh etmiş, rivayetlerinin çoğunun da yalan olduğunu beyan etmiştir. "hikayelerini  Yahudilerden nakletmektedir" diyerek tenkit etmektedir. Malik'in, İbn İshak'ı tenkit etme nedenlerinden biri de; onun, Resulullah'ın ve sahabelerinin hayat hikayelerini, Medine Yahudilerinin torunlarından araştırması ve almasıdır.

             Şurası unutulmamalıdır ki; tarihçiler ve siyer alimleri, nakillerinde, tenkit kaidelerini uygulama konusunda katı bir tutum sergilememişlerdir.(hz.zeyneb, garanik, büyü…)

             Rivayetlerinde, sened zincirinde kopukluk olmaması, ravilerinin sika-adalet,zabt- olması, haberi şeyhinden aracısız olarak işitmiş olması gibi şartları, her zaman aramamışlardır. Ancak bu müsamahalı tavır; Hz. Peygamber'in hadislerini veya fıkıhla ilgili sünnetlerini konu alan rivayetlerden ziyade, İslam'ın ilk dönemine ait olaylarda ve sirete dair rivayetlerde gösterilmiştir.

            Nitekim İbn İshak'ın, Medine muhasarası ve Beni Kureyza'nın mağlubiyeti haberinin, isnadında yer alan raviler arasında, sonradan Müslüman olmuş Kureyza Yahudilerinin soyundan gelen kimseler de bulunmaktadır.

           Kur'an'da, söz konusu hadiseden Ahzab suresi 26. ayette çok muhtasar bir şekilde bahsedilmektedir: "Allah, Ehl-i Kitap'tan, onlara (Kureyş 'e), yardım edenleri kalelerinden indirdi ve kalplerine korku düşürdü; bir kısmını öldürüyor, bir kısmını da esir alıyordunuz." Görüleceği üzere burada sayılardan bahsedilmemektedir.

           İslam'ın cezalandırma prensibi; sadece isyana kışkırtmaktan sorumlu olanları kapsar. Bu kadar çok sayıda insanın öldürülmesi, Kur'an tarafından sağlam bir şekilde yerleştirilen İslami adalet anlayışının, temel prensiplerine tamamen aykırıdır. Özellikle de "Kimse başkasının günahını çekmez" ayeti ile, bu anlatılanlar taban tabana zıttır. Bilhassa da, hikaye de sorumlu liderlerin sayıları ve isimleri belirtilmiş olduğu halde.

           Aynı şekilde bu hikaye, Kur'an'ın, savaş esirleri konusunda vaz'ettiği hukuki kurallarla da çelişki içerisindedir. Bu kurallar; ya onlara özgürlüklerini bahşetmek, ya da fidye karşılığında serbest kalmalarına izin vermektir.

          Hayber, Müslümanlar tarafından fethedildiğinde, bölgenin mukimleri arasında bulunan bir kabilenin ileri gelen fertleri, kendi aralarında Peygamber'e küfretmişler, onun hakkında yakışıksız sözler sarf etmişlerdi. Peygamber'in onlara tepkisi sadece; "Ey, Ebu Hukeyk'in çocuklan, sizin Allah 'a ve onun Elçisine olan düşmanlığınızın büyüklüğünü biliyorum, sizlere, din kardeşlerinize davrandığım gibi davranmaktan, beni alıkoyamazsınız." sözleri ile azarlamak olmuştur.

               Şayet, yüzlerce insan öldürüldü ve bunun için pazar yerinde hendekler yapıldı ise, bu yer hakkında, kaynaklarda iz, işaret, söz gibi, her ne surette olursa olsun, az da olsa bir belirtinin, alametin bulunmaması oldukça ilginçtir.

              Bu kadar çok insanın öldürüldüğü bir olay, başka olayların anlatımının öncesi ve sonrası olarak bahse konu olmalıydı. (fil vakıası gibi)

              Bu sayıda bir insan topluluğunun hiç direnmeden, karşısındakine zarar vermeden, ölümü tercih etmesi düşündürücü değil mi? (Tevrat’ın ölüm hükmüne rağmen)

            Rivayetlerde 20 kadar Yahudi kabilesinden bahsedilmektedir bu kadar insan yarın bende öldürülürüm diyerek Medine’de kalabilir miydi? Ki Resulullah’ın vefatında zırhı bir Yahudi de rehindi.

        Bu kadar insanın şahit olduğu bir olay mütavatir bir bilgiye dayanmalıdır. Müslümanların arasında  katliamın bu kadar yaygın yer almasına şaşıran kardeşlerimize hatırlatalım ki;        Harun (as) İçlerinde bulunduğu toplum 40 gün de sapabilmiştir.

Ayrıca Bedir esirlerini örnek olarak verebiliriz.

         Ebu Ubeyd b. Sellam Kitabu'l-Emval'in de çok önemli bir olay nakletmektedir. Burada, onun eserinin, siyer veya biyografi kitabı olmayıp, bir fıkıh kitabı olduğunu kaydetmek gerekir. Onun bize anlattığına göre; imam Evzai'nin zamanında Lübnan'da Abdullah b. Ali vali iken, ehl-i kitaba mensup bir grup tarafından isyan çıkartılır. Vali, devlete karşı· olan bu isyanı bastırır ve isyancılarla beraber hareket ettiklerini zannettiği bir grup halkı başka bir yere sürer. Evzai bulunduğu konumunda verdiği yetki ile hemen buna karşı çıkar. Onun görüşüne göre; bu hadise, toplumun ortak mutabakatı  ile gerçekleşmiş değildir. O; "Kesin olarak bildiğime göre, azın hatası ile çoğu cezalandırmak Allah'ın yasası değildir, bilakis O, çoğunluk hatasına karşı azı (liderleri) cezalandırmıştır" diyerek görüşüne delil getirmiştir.

        Şimdi, İmam Evzai Beni Kureyza katliamını kabul etmiş olsaydı, bunu bir sünnet olarak görecek ve Abdullah b. Ali şahsında temsil edilen otoriteye, karşı delil getirmeyecekti. Bu arada Evzai'nin, İbn İshak'ın daha genç bir çağdaşı olduğu da hatırdan çıkarılmamalıdır.

          Kureyza hikayesinde, öldürülen çok az şahsın ismi verilir, sadece düşmanlıkları ile tanınmış bazılarının isimleri vardır. Bu da bizi, devlete karşı ayaklanmış olan bütün kabilenin değil de, yalnızca kışkırtıcılık yapanların cezalandırıldığı gibi makul bir sonuca götürmektedir.

         İbn İshak, “Bulundukları yerden inmeleri istendi. Daha sonra onları Peygamber (sav), Medine’de Neccaroğulları kabilesinden bir kadın olan Binti Haris’in tek bir evinde hapsetti.” demektedir. Özellikle o günün şartlarında hangi ev bu kadar insanı içine alabilir?

          Rivayetlerde öldürülenlerin sayısı 400 ile 900 arasında değişmektedir. Benî Kureyza’dan bu kadar kişinin gerek şehirde emniyetlerinin sağlanması gerekse öldürülmeleri uzun süreyi gerektirecektir. Askerî ve güvenlik açısından bu kadar sayıdaki kişinin güvenliğinin sağlanması nasıl mümkün olmuştur?

        Benî Kureyza esirleri, Hendek savaşı sebebiyle açılan hendeklerde niye katledilmemişlerdir?

        Bazı rivayetler Ali b. Ebî Tâlib ve Zübeyr b. Avvâm’ın bu keserek öldürme görevini yerine getirdiklerine işaret etmektedir. İki kişinin 400 ile 900 arasında değişen sayıdaki kişiyi katletmesi hem fiziki açıdan hem de psikolojik açıdan olumsuz bir durumla karşılaşmaksızın nasıl mümkündür? İnsan tabiatının böyle bir katli yapmaya tahammül etmesi mümkün değildir. Burada, savaş meydanındaki öldürme hadisesiyle esirlerin bu şekilde bir ceza neticesinde öldürülmesinin tamamen farklı olduğunu belirtmek gerekir. Teslim olan kişinin öldürülmesinin aksine savaş meydanında kişinin düşmanını nefsi müdafaa kapsamında öldürmesi doğaldır.

         Yahudiler, kendi dinlerinden/kavimlerinden insanların bu şekilde gözlerinin önünde katledilmesinden sonra Müslümanlarla nasıl birlikte yaşamaya devam etmişlerdir? Nitekim Benî Kureyza savaşından sonra da Medine’de [gerek Benî Kureyza’dan kimselerle, Benî Ureyd gibi bazı Yahudi kabilelerinin] yaşamaya devam ettiği bilinmektedir.

       Yahudiler tarih boyunca yaşadıkları olumsuzlukları tafsilatlı bir şekilde kaydetmektedirler. Bu hadise ise Yahudi tarihinde bilinmemekte, ilk dönem Yahudi tarihçiler bu hadiseyi kaydetmemektedirler. Günümüzde bu hadiseyi nakleden Yahudiler ise İbn İshak’ın naklettiği rivayetlere dayanmaktadırlar. Bu durum da, iddia edildiği gibi bunun tarihi olarak gerçek bir hadise olmadığını güçlendirmektedir

          Ayrıca Mekkenin fethinden sonra Cezime kabilesinin esirlerini Halid bin Velid in öldürmesine karşılık:

           Haber Medine’ye ulaşınca Hz. Peygamber çok üzüldü; “Allahım, ben Hâlid’in yaptıklarından berîyim!” diyerek onun bu davranışını tasvip etmediğini belirtti. Ayrıca Hz. Ali’yi Cezîme kabilesine gönderip öldürülenlerin diyetlerini ödetti ve uğradıkları zararı fazlasıyla tazmin etti.

        “Anlaşma yaptığın kimseler, sonucundan sakınmayarak anlaşmalarını her defasında bozarlar. Savaşta onları yakalarsan, arkalarındakilere ibret olacak şekilde, darmadağın et. Eğer bir topluluğun anlaşmaya hıyanet etmesinden korkarsan, sen de onlara karşı anlaşmayı bozarak aynı şekilde davran. Doğrusu Allah hainleri sevmez.”enfal 57-58

     “Eğer anlaştıktan sonra antlarını bozarlar ve dininize dil uzatırlarsa küfrün elebaşlarıyla o zaman savaşın. Çünkü verdikleri antlar artık bitmiş olur. Böyle yapın, belki vazgeçerler.” (Tevbe, 9-12)

          Ayrıca bu olaydan sonra Medine’de hala Yahudilerin yaşaması hatta Hayber savaşı sırasında hoşnutsuzluk içinde olmaları, Medine’nin tamamen Yahudilerden temizlenmediğinin göstergelerindendir. Medine’de yaşayan Yahudilerden bazıları Hz. Peygamber'le birlikte savaşlara katılıyorlardı. Bunlardan 10 tanesi Hayber fethine katılmış ve kendilerine ganimetten pay ayrılmıştı. Bu gerçeklikler, cezalandırılanların aktarıldığı kadar olmadığının ve bir takım abartıların karışmış olabileceğinin işaretlerindendir.

        Bu katı muameleyi Yahudilerin gerek hıyanetleri gerekse yapılan anlaşmayı bozmaları sebebiyle hak ettikleri de söylenebilir. Fakat Yahudilerin yaptıkları hıyanet ve akitleri bozmaları Peygamber (sav)’ın hayatında ilk defa karşılaşılmış değildir. Nitekim Hudeybiye anlaşmasından sonra Kureyş kabilesi de aynı şeyi yapmıştı. Peygamber (sav) ve ashabı Mekke’yi fethedince Mekke ehlini affettikleri ve onlara iyi davrandıkları bilinmektedir. Peygamber (sav)’in aynı hâdise karşısında birbirine taban tabana zıt iki farklı tavır göstermesi söz konusu olabilir mi? Elbette ki olamaz.

               Hz. Muhammed'(as)ın  ana prensibi asgari can kaybıyla amacına ulaşmak idi. Ve her seferde, askerî karşılaşmalardan kaçınmak için özel tedbirler aldı ve anlaşmazlığı çarpışma olmadan gidermek için elinden geleni yaptı,ancak bütün diğer alternatifler başarısız kalınca savaşa girişti. Ve hatta savaşta bile adamlarına yalnızca kendilerine karşı aktif olarak çarpışanları öldürmelerini emretti. Savaş alanında direnmekten vazgeçenler, öldürülmeyip savaş esiri olarak alındılar.

           Bütün  sefer ve savaşlar Hz. Muhammed (as)tarafından büyük bir ustalıkla ve en az can ve mal kaybıyla gerçekleştirilmişti. Bu suretle Rasulullah ve kâfirler arasındaki sekiz yıllık savaşlarda her iki tarafın toplam kaybı 1.015 (256 müslüman ve 759 düşman) kişi olmuştu. Başka bir deyişle, tarihte ilk defa tüm Arap Yarımadası'nda barış ve düzen 1015 can kaybıyla sağlanmış oluyordu.

Urlu sözlerini bitirirken anlattığı hadiseleri güncel hadiseler ile ilişkilendirdi ve Bize düşen diyerek şunları söyledi ve konuşmamasını bitirdi.

  • BİZE DÜŞEN
    • Yaptığımız anlaşmalara riayet etme,
    • İstihbaratı güçlendirme,
    • Münafıklara karşı teyakkuzda bulunma,
    • Tedbir ve tevekkül anlayışımızı muhkem kılma,
    • Tebliğin yalnız söz ile olmadığı, salih bir amel ile muhkem kılmanın zorunluluğu,
    • Gaybi yardım için, yapılması gereken her şeyin yapılmış olması,
    • Dayanışma olmadan zaferin olmayacağı,
    • Öncü olanların fedakarlığının elzem oluşu,
    • Allah dilemedikçe bizim dileyemeyeceğimiz,
    • Bizi bağlayıcı kılanın rivayetlerin meşhurluğu değil, Kur’an’ın muhkem hükümleri olduğu,

Program soru/cevap ve katkı kısmıyla sona erdi.

 

Haber: M. Furkan Gökçe

Etkinlik-Eylem Haberleri

Bursa’da Suriye devrimi ve Gazze konuşuldu
"Sürünün İçinde Dijital Dünyaya Bakışlar"
Başakşehir’den Gazze direnişine bin selam!
Adana Özgür-Der’de “Emperyalizm ve Siyonizm İlişkisi” konferansı düzenlendi
Özgür-Der Gençliği “İslami Perspektiften Psikoloji” kitabını değerlendirdi