Yuval Noah Harari, “Homo Deus: Yarının Kısa Bir Tarihi” adlı kitabında, tarih boyunca sürekli olarak dinlerin üretildiğini ve üretilmeye de devam edeceğini söylüyor. Örneğin 17. ile 19. yüzyıllar arasında, Avrupa kaynaklı ortaya çıkan “bireyciliği” bu dinlerden sadece birisi olarak kabul ediyor. Bu çağdaş dinin semavi dinlerden bile yaygın olduğunu ve en ufak bir gizleme gereği dahi duymadan “insanı tanrılaştırdığını” ifade ediyor. Yazar oldukça tartışmalı biri olsa da söylediklerinde haksız değil.
Bireycilik dini, her yeni din gibi önceki kutsaldan kurtulmak için alternatif bir kutsal buldu ve insanı Yaradan’ın yerine koydu. İnsan, dünyayı ve değişimlerini anlamanın referansı, yasamanın kaynağı ve ibadetgâhın kıblesiydi artık. Bireyciliğin her din gibi “peygamberleri” oldu. Rousseau, Voltaire, Nietzsche, Adam Smith ve Marx gibi laik “peygamberleri” vasıtasıyla yaygınlaştı. Tüm dinler gibi “dünyayı daha yaşanılır kılmak ve insanın durumunu iyileştirmek” için bir projesi de vardı.
İktisadi açıdan “Liberalizm” üretim ve tüketimin felsefesi, siyasi olarak “Demokrasi” yönetimle alakalı tüm meselelerin tek otoritesi, ideoloji olarak ise “İnsan hakları” projenin merkezinde yer aldı. Böylece ekonomide, yönetimde ve insanın ne olduğu, nelerin lehine ya da aleyhine olduğunu belirlemede tek referans kaynağı insan olmuştu.
Oysa insanın saygınlığı ve kutsallığı, insanın kendisinden menkul değildir. Allah’ın varlığına delil sorulan bir bedevinin: “Deve pisliği develerin varlığına, ayak izi yayanın geçtiğine delalet eder” meşhur cevabından hareketle; “Yaratılan da Yaradan’ına delalet eder.”
Buna mukabil insanı, kutsallığın tüm nitelikleri tezahür etmiş bir tanrı olarak gören bireyselliğin manifestosu olan, “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin” önsözünde: “İnsan haklarının tanınmaması ve hor görülmesi insanlık vicdanını isyana sevk eden vahşice eylemlere sebep olduğundan…” yazıyor. İyi de kim bu insan haklarını tanımayıp hor görüyor ve ona karşı vahşice eylemlerde bulunuyor? Örneğin sayın uluslararası kanun koyucu; şu sömürgeciler paralel evrenden gelen farklı yaratıklar mıdır?
Metne; “Tüm kusurları görmezden gelen rıza nazarıyla” bakmazsak;
Kim 2.maddedeki, “Irk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasi veya diğer herhangi bir akide, milli veya içtimai menşei, servet ve doğuma dayanan ayrımcılığı” uyguluyor?
Kim 3.maddedeki, “Her ferdin yaşama hakkına, hürriyetine ve kişi emniyetine” meydan okuyor?
Kim 4.maddedeki, “İnsanı kölelik veya kulluk altına alıyor ve insan kaçakçılığıyla” uğraşıyor?
Kim 5.maddedeki, “İnsanı işkenceye, zalimane, gayriinsani, haysiyet kırıcı cezalara veya muamelelere maruz” bırakıyor?
Kim 9.maddedeki, “Herhangi bir insanın keyfi olarak tutuklanmasına, alıkonmasına veya sürülmesine” izin veriyor?
Kim 19.maddedeki, “İnsanı düşünce ve ifade özgürlüğünü kullandığı, haberleri ve fikirleri aradığı, elde ettiği ve başkalarına yaydığı” için cezalandırıyor?
Kim 23.maddedeki, “İnsanın eşit iş karşılığında eşit ücret alma, kendisine ve ailesine insan haysiyetine uygun bir yaşayış sağlayan ve gerekirse her türlü sosyal koruma vasıtalarıyla da tamamlanan adil ve tatmin edici bir ücret alma” hakkını engelliyor?
Tabi ki insan! Yine de hep yanılgıların peşinde koşmaya devam ettiğimiz gerçeği ortadayken insan haklarına olan inancımızı yitirecek değiliz. İtirazımız, haklar ve özgürlüklere saygıyı güçlendirmeye değil, beyannamenin iddiasının aksine, bütün halklar ve milletler için ulaşılacak “ortak bir ideal” olarak ilan edilip, dayatılmasınadır.
İnsan tarih boyunca zalim ve mazlum ilişkisine maruz kaldı. Cellatta insandı, kurbanda. Bu yüzden “İnsanı insanın kurdu” yapan tezlere muhatap oldu. Öldürülme, aşağılanma, haksızlık, ayrımcılık, zulüm, zorbalık, sömürü… Kimse Yaratıcıya iftira atmasın bunların hepsini “bireyciliğin tanrısı” insan yaptı!
Dolayısıyla “cellât-insana” tek bir kelime bile etmeden, “kurban-insanın” maruz kaldığı insan hakları ihlallerini saymayı bırakalım. Öyle ki bu cellât; hasımlarına işkence etme, fikir ve inanç hürriyetini engelleme, onları davar gibi satma ve ırklarını sömürme gibi her türlü hakkı kendinde buluyorken…
İnsanın insana yaptığının yanında, sayısız canlı türüne de yaptıkları ortadayken, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi vb. hümanist araçlar, Allah’ın mülkünde en tehlikeli canlı olan bu varlığı yüceltiyor ve kutsallaştırıyor.
Oysa insanoğlunu yeryüzünde halife kılan Allah; insandan sorumluluğa layık olmasını, işleri yerli yerine koymasını ve mülkünü korumasını istiyor. Çok geç olmadan teoride ve pratikte kendimizi gözden geçirmemiz gerekiyor.
Bunun başlangıç noktası ise insana, özgür ve sorumlu varlık olarak yaşama imkânının sağlanmasıdır. Özgürlük ve sorumluluğun, birbirine düşman değil birbirini tamamlayan imkânlar olduklarını kabul ederek. İnsanı sınıf, toplum, devlet gibi üst birimlerde yok eden tavırlarla, onu yaşadığı hayatta hiçbir karşılığı olmayan şekilde bir birey olarak mutlaklaştırmak, insanı kandıran ve umutlarını tüketen bir yalandan ibarettir.
Belirli bir insan grubunu değil, insanı esas alan hak söylemini esas almak zorundayız. Özgürler arasındaki ilişkinin aynı zamanda sorumluluklar da içerdiğini; bir grubun özgürlüğünü sağlamak adına sorumluluğu ortadan kaldıran eylemlerin, özgürlükleri ortadan kaldıran eylemler olduğunun farkına varmalıyız.
Es-Serahsī şöyle diyor: “Allah insanı emaneti yüklenmesi için yarattığında ona akıl ve zimmet verdi ki, Allah’ın hakları kendisini bağlayıcı olabilsin. Sonra ona varlığını devam ettirebilmesi için ismet (dokunulmazlık), hürriyet ve malikiyet (mülkiyet hakkı) sağladı. Böylece o kendisine verilen emaneti ifa etme kudretini elde etmiş oldu.”
Yeryüzünde Allah’ın halifesi olan insan, yaratılmışların en şereflisi, “eşref-i mahlûkat” olarak nitelendirilmiştir. Allah “vekili” olan insana, bu vekâleti taşıyabilmesi için akıl, özgürlük ve mülkiyet vermiştir. Bu üç özellik sorumluluğu da içerdiği için gerçek anlamını emanet kavramı üzerinden kazanır. Dolayısıyla insan, kendi başına başıboş bırakılmış, varoluşunun anlamı olmayan, “aşağıların aşağısı” bir varlık değil, sorumluluk sahibi izzetli bir varlıktır. Ona, haddini bilip kulluğunu hatırlamak ve türdeşlerine karşı kurt olmak değil yurt olmak yakışır.