Bazı arkadaşlar eski İslamcıların savrulmalarını soruyor.
Muhalefet dilini önce liberallerle, sonra sol ve Kürtçü nasyonal-sosyalist akımla birleştirenleri mesela...
Hele reel siyaset alanını şirk ile eş tutanların, nasıl olup da KCK’nin uzantısı laikçi HDP’nin saflarında yer alabildiklerini soruyorlar.
Diyelim ki HDP de AK Parti gibi siyasi bir güç. Ama PKK’sinden, PYD’sine kadar İslami kimliğe savaş açmamış, Müslümanları yerlerinden sürmeye niyet etmemiş değiller ki (60/9).
Türkiye’deki İslami uyanış sürecinin en canlı ve üretici olduğu yıllar 1985-1995 yılları arasındaydı. Çorak toprağımız yeniden yeşeriyordu.
Ancak hayatın içinde dokunulacak ıslah önderliğinin mahrumluğu vardı. El yordamıyla kazanılan menzillerde cevaplanması gereken birçok sorular birikiyordu.
Demokrasi ya da devrim yoluyla hedeflenen dönüşüm veya inkılâp düşleri, yerel ve küresel dünya gerçekleriyle karşılaştıkça bu sorular artıyordu.
Romantik hedefler üretirken haddini bilmeyenlerin, muhasebemiz için sabır, donanım ve müzakere sürecine de tahammülleri yoktu.
Savrulmalar önce post-modern ve izafiyetçi kimliklere, sonra da güçlü olan karşıtlarına sığınmaya kadar uzandı.
‘Medine Vesikası’ ile gündemleşen RP politikalarını uyumlulaştırmayı, devrimci ruhlu Müslümanları da şeytanlaştırmayı nedefleyen Protestanlaşma eğiliminin ve daha sonra da içselleştirilmeye çalışılan Batılı-reformist ‘sivil toplum’ söylemlerinin Kur’an merkezli ne usûli ne de kavramsal özgünlüğü vardı.
Muhkem ayetlere ve aslı Kur’an-ı Kerim’de olan Resulullah’ın mütevatir/yakîn ifade eden uygulamalı sünnetine dayanan uyarılar karşısında sığınılan, oryantalistlerin ürettiği Kur’an tarihselciliği demagojisi oldu.
Müslümanların ve tüm mazlumların haklarını Müslümanca savunmak için kurulan Mazlumder’i ele alalım mesela.
Doğal hukuktan kaynaklanan ama normatif planda egemenlerin kullanışlı bir aracı haline getirilen Batı kaynaklı ‘insan hakları’ söyleminin doğrusunu-yanlışını fıtratla, Rabbimizin bildirimleriyle zaruret-i hamse bağlamında ayıklamasını yapmadan Mazlumder ideolojisi onlara benzedi.
Usulu’d-din ve şura temelli vahye tanıklık yapma bilincini yeşertemeyenler kendilerini, BM patronlarınca belirlenen, çoğu zaman da emperyalizmin bir türü olarak kullanılan ‘evrensel insan hakları’ ritüellerine kaptırdılar.
Yani imkânlara kavuşuldukça hasbilik ve tahkik bilinci yerine; pragmatizm, görünülürlük ve ikbal rantı sağlayan ‘sivil toplumculuk’ öne çıktı.
Devrimci olarak veya demokratik alanda toplumun değişimini-dönüşümünü tasarlayanların, daha kendi iç değişimlerini olgunlaştıramadıklarıydı söz konusu olan.
İslami uyanış hedefiyle paralelleşen şiir, hikâye, roman veya müzik türleriyle duygusal kazanımlara da yönelinmişti.
Gelenekçi asabiyeden, resmi ideolojinin kirlerinden ve küresel ayartmalardan koparken sağlanan duygusal ve şifahi aidiyetler bir başlangıçtı. Ama bu başlangıç ‘milli dindarlık’ kalıpları ve modernitenin zihni yönlendirmeleri aşılıp vahyi bilinç ve tanıklıkla kuşatılmalıydı.
Ama İslami uyanış sürecimiz kitabi olmaktan ziyade şifahi alanda kaldı. İlmi ve kimlikli olmaktan ziyade duygusal olanlar genellikle öne fırladı.
Ciddi imtihan süreçlerinde duyguyla gelenler, zor şartların akabeleri karşısında aktüel rüzgârlarla gittiler.
28 Şubat’ta sünnetullah’ın yolunu kavramadan çözülenler tabii ki acımız. Özeleştiri bahanesiyle İslamcı çizgiden kaçıp kimlik erozyonu yaşayanları yeniden ıslah etmek; yeniden imana davet etmek (4/136) tabii ki görevimiz.
Ve tabii ki eriyenler sadece HDP’ye akanlar değil.