secakirgil@yahoo.com
Pakistan’ın Peşaver şehrinde, 17 Aralık günü bin’den fazla öğrencinin bulunduğu bir okula, asker üniforması giymiş Tâlibân elemanlarınca yapılan baskında, yaşları 10 ilâ 14 arasında olan 140 kadar öğrenci vahşice öldürüldü.
Pakistan Tâlibânı’nın, Hükûmet’le girdiği korkunç silahlı boğuşmada iki taraftan onlarca-yüzlerce insanın öldürülmekte oluşu da bir ayrı konu.. Bu boğuşmada Pakistan’daki terör yuvalarını dağıtmak adı altında, Amerikan emperyalizmi de ‘insansız hava araçları’ (İHA) ile, ‘terör odağı’ diye nitelediği mekanları yıllardır bombardırman ederek rol alıyor ve bu bombardımanlarda bugüne kadar binlerce insan katledilmiş bulunuyor.
General Perviz Muşerref’in 1999’da yaptığı askerî darbeyle iktidardan uzaklaştırılan ve 14 yıl sonra, Mayıs-2013’de yapılan seçimleri kazanarak tekrar iktidara gelen M. Newaz Şerif, bu Amerikan bombardımanlarından rahatsız olduğunu Obama’yla görüşmesinde açıkça belirtmesine rağmen, Obama, ‘terör odaklarıyla mücadeleden asla el çekmiyeceğiz..’ şeklindeki, bilinen eski terâneyi okumakta ve dünya jandarmalığında devamlı olduğunu hissettirmekte ısrarlı..
Elbette ki, bu emperyalist saldırının bir türlü durdurulamaması da Tâlibân örgütünü daha bir hınçlandırıyor. Nitekim, son saldırıyı da Amerikan bombardımanlarında ve Hükûmet güçlerinin saldırılarında can veren kendi çocuklarının intikamını almak gibi gerekçelere dayandırmış bulunuyorlar. ‘Bizim çocuklarımız ve savunmasız sivil insanlar katlediliyor.. Biz de onların çocuklarını ldürerek aynı acıyı onlara taddıracağız’ demekteler; ilkel bir intikam duygusuyla ve reflektif bir hareketle..
Böylesine sbir cinayeti işleyenler müslümanlık iddiasıyla hareket ettiklerini açıklamasalardı, onları, kendi dünyalarındaki, fikriyât veya ideolojilerindeki eğri ölçüler açısından anlamaya çalışabilirdik.
Ancak işbu Tâlibân Hareketi ve örgütü İslam adına hareket ettiğini iddia etmekle kalmıyor; en sağlıklı İslamî anlayışı ancak kendilerinin temsil ettiklerini düşünerek kendilerinin dışındaki müslümanları yanlış yolda kimseler olarak niteliyorlar.
Ve sonra da, yüzlerce körpecik yavrucuğu, sırf ilkel ve çok zâlimâne bir intikam duygusuyla öldürmek çılgınlığını gösteriyorlar!
O yavrucukların günahı neydi?
İslam adına hareket ettiklerini söyleyen veya sanan kimseler, ana-babaların günahlarından çocuklarının veya çocuklarının gürahlarının anne-babalarının sorumlu tutulamıyacağına dair şer’î hükümleri de mi duymamışlardır?
Afganistan’daki Tâlibân örgütü, Pakistan Tâlibânı’nın gerçekleştirdiği bu saldırının kabullenilemez olduğunu açıkladıysa da, daha önce, sivil, savunmasız kitlelere karşı hunharca saldırılar tertib ettiklerini hatırlamazlıktan geldiler.
Fakirliğin tasavvur edilmez pençesinde, eğitimsizliğin, cehlin gayya kuyusunda yaşayan kitleler, en ilkel şartlar içinde olmalarına rağmen, en modern ve en gelişmiş silahlarla birbirlerini boğazlıyorlar. Başka zamanlarda, diğer teknolojik gelişmelere hiç de sıcak bakmayan bu kitleler, silahlara gelince, en ilerisini tercih etmekte birbirleriyle yarışmaktalar.
*
Nijerya’da da, Boko Haram isimli ve kendi iddiasına göre, en tâvizsiz, net ve keskin İslamî hareket oldukları iddiasındaki bir örgütün kaçırdığı ve gayrimuslim ailelerin çocuğu olan ve yaşları 15’in altındaki 350 kadar kız aylardır bulunamıyor.
Boko Haram örgütü bazan bu kızların evlendirildiğini söylüyor, bazen satıldığını.. Bazan da bu kızların yayınlanan görüntülerinde, onların müslümanlığı seçtikleri, Kur’an okudukları ve ilahîler söyledikleri gösteriliyor.
Savaşan güçlerin birbirlerini öldürmesi veya esir alınması anlaşılabilir; ama, hele de çocuk yaşta olan çocukların esir veya rehine alınması ve onlara zorla başka bir dinin dayatılmasının İslam’la ne gibi bir ilgisi vardır, Allah aşkına? Hele de, bu din İslam olursa! O çocukların, İslam’ı kendi rızalarıyla seçtikleri şeklindeki iddiaların o şartlarda inandırıcılığına inanılabilir mi?
Din’in, velev ki İslam bile olsa, insanlara zorla dayatılamıyacağı, ‘la ikrahe fi’d-dîn’ (dinde zorlama yoktur..) âyetini, aklı başında, İslam’dan birazcık haberi olan her bir müslümanın bilmesi gerektiği açık iken.. Bu gibiler, İslam’a kazandırdıklarını zannettikleri çocukları kendi dar kafalılıklarıyla ‘müslüman’ yapmanın ya da savunmasız kadın-erkek yüzlerce çocuğu öldürmenin şer’î kılıfını da bulmuşlardır.. Nizâm-ı âlem (dünyanın düzeninin sağlanması) dâvâsı!. O dâva uğruna, padişahlarımız ve Şahlar, sultanlar nice mazlumları ve hattâ henüz beşikte olan kendi kardeşlerini bile öldürtmemişler midir?
Boko Haram daha iki hafta önce de, kuzeydeki Kano şehrinde, kendilerine karşı çıkan bir cemaatin devam ettiği bir camiye saldırarak, 140 kadar insanı katlettiler. Daha başka yerlerde de onlarca değil, yüzlerce insanın öldürüldüğü haberi o kadar sık sık tekrarlanıyor ki, bunlar vak’ay’ı âdiyyeden sayıldığı için, gündemde yer bile etmiyor.
Yığınla insanlar öyle bir öldürülüyorlar ki, sanki hiç yaşamamışlar; sanki tesadüfen yaratılmışlar ve yaşamışlar ve tesadüfen ölmüşler gibi bir tablo ortaya çıkıyor. Bu örgütün bazı şehirleri ele geçirdiği ve ordu mensublarıyla girişilen çatışmalarda da her iki taraftan hemen her gün 100’lerce silahlı elemanın can verdiği haberleri de bir gündem oluşturmuyor.
*
Suriye’de, Irak’dak ve Libya’da sergilenen tablolar da daha farklı değil.. Mısır diktatörü General A. Fettah Sisî ise, kendisine karşı çıkan müslümanlardan binleri katlettiği halde, emperyalist dünya tarafından sırtının sıvazlanacağının garantisi içinde hareket ediyor.
Ve bu arada, onlarca-yüzlerce müslüman da, bir takım âyet ve hadislere dayanarak, hattâ aynı âyetlerle mücadeleye atılan ötekilerin üzerine vahşice saldırıyor ve katlediyorlar birbirlerini..
Yemen de, aynı boğuşmanın eşiğinde..
Ve buralarda diktatörlük rejimleriyle müslüman direniş grupları arasındaki mücadeleler bir yana; bir de İslam adına mücadele ettiklerini söyleyen gruplar arasında da kıyasıya bir boğuşma var ki, zikredilmesi bile gönüle girân gelmekte..
*
Gerçi yakın geçmişte Çeçenistan’da, Bosna’da yüzbinlerce, Keşmir ve Kosova’da sivil ve savunmasız onbinlerce müslüman katledildi; Filistin’de ise, 70 senedir olduğu gibi bugün de sivil, savunmasız onbinlerce müslüman katlediliyor; yüzbinler, milyonlar yerlerinden-yurtlarından oluyorlar, şehirleri virânelere döndürülüyor. Ama, o coğrafyalarda, en azından kaatiller, müslüman değil.. Ve müslümanlar da, kendileri dışındakilerden merhamet dilenecek değil..
Dünyada müslüman olmayan toplumlar arasında da, birbirini boğazlayan -sadece silahlı taraflar değil- halklar da mevcud..
Müslüman dikkat ve rikkati taşıyan insanlar elbette ki, bütün bu boğuşmalarda, insanların birbirlerini boğazlamalarından elem duyarlar, duymalıdırlar ve insanların birbirlerini boğazlamalarının önüne geçmek konusunda kendilerini vazifeli bilirler ve bilmelidirler.
*
Bunların olmayışı, oldurulamayışı bir yana..
Utandırıcı boyutlara varacak şekilde acı olanı, müslümanların kendi aralarındaki kanlı boğuşmalardan el çekememeleri ve dahası, bu boğuşmalar esnasında, çocuk, kadın, savunmasız sivil insanlar demeden, önlerine çıkan herkesi katletmekten zevk alıyormuş gibi bir tablo sergilemeleri ve işledikleri bunca cinayetleri İslam adına yaptıklarını iddia edebilmeleri ve bunları yaparken de, ‘Bizim çocuklarımız öldürülüyor, onlar da evlâd acısı çeksinler!’ diye yüzlerce-binlerce mâsum çocuğu katletmekten kendi mücüadeleleri lehine bir fayda ummaları..
Bu cinayetlerin, bu barbarlıkların İslam’la ne ilgisi var, Allah aşkına?
Ama, bu barbarlıkların hesabını, müslüman olmayanlar İslam’ın hesabına yazmaktan niçin kaçınsınlar?
Halbuki, hangi niyetle yapılmış olursa olsun, hiç bir mücadele, bir mâsum insanın, haksız yere öldürülen bir insanın hayatından daha aziz olamaz.
Ama, maşaallah, İslam için cihad ettiklerini sanan zavallı insanlar, ellerini mâsum ve mazlûm kanlarına buladıkları gibi, sergiledikleri barbarlıkla hepimizi de utandırıyorlar ve İslam’ı da, insanların birbirini boğazladığı, kanlı bir din gibi göstermekten ve müslümanların ilkel insanlar oldukları gibi bir kanaatin dünyaya yayılmasından başka bir işe yaramayan kanlı cinayetlerinden el çekmiyorlar.
Bu noktada, kendimizi teselli etmek için, genelde, başkalarının zulümlerini hatırlıyor ve hatırlatıyoruz.
Bu, kendi acı gerçeğimizden kaçıştan başka bir şey değildir. Başkalarının kötülükleri, ‘sui-misal, misal olmaz’ anlayışınca, bize örnek olamaz. Biz İslam Milleti olarak, taşıdığımız insanî değerler açısından diğer bütün insanlardan daha yüksek sıfatlara sahib olduğumuzu iddia etmekle beraber, kendi içimizdeki bir takım akılsızların işledikleri yüzünden, hepimizin yüzünün kara olduğunu ve beşeriyyet için bir kurtarıcı nefha ve nefes olduğuna inandığımız İslam’ın gül yüzüne leke düşürmek isteyenlerin ekmeğine yağ sürüldüğünü anlamak istemiyoruz.
*
Ciddî bir ahlâk mes’elemiz var, bu açık..
Hayatta sözsahibi olmak isteyen, ‘Ben de varım..’ demek isteyen her fikrin, ideolojinin, inancın, gerektiğinde savaşmayı da göze alması kaçınılmazdır. Çünkü, savaşı hiç istemeyen bir görüş bile, savaşçı yöntemi benimseyenlerce tehlikeli görüldüğünden yok edilmek istenir ve o zaman da savaşa en karşı olup, ‘Savaşa hayır !’ diyenler bile, ‘Savaş isteyenlere ölüm!’ demek durumunda kalarak, savaşın aslî hedefi olan ‘karşı olanın yok edilmesi’ni hedef alan bir mânâyı tekrar ederek kendileriyle çelişen bir duruma düşebilirler.
Ancaak, her fikrin, ideolojinin, inancın bir de savaş ahlâkı vardır; ya da olmalıdır.
Arabçadaki ‘khulq / khalq’ kökünden gelen ahlâk kelimesi, insanın hulq’unun, yaratılışının ve yaşarken nasıl davranması gerektiğinin temel kriterlerini, ölçülerini veren ve insanı kendi içinden kontrol eden bir fıtrî güç olarak tarif edilebilir.
Merhûm Âkif, ‘Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır; / Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır.’ demiştir.
Ancak, bu mısradaki Allah korkusu farklı değerlendirmelerle karşılaşmıştır. Herşeydan önce, Âkif de ahlâk ile fazîlet’i ayırmaktadır. Ve ‘ahlâkın yüksekliğinin ancak fazîlet hissi ile olacağını’ ve ‘fazilet hissinin de Allah korkusu ile mümkün olabileceği’ni söylemektedir.
Ancak, ahlâk ile fazîlet’in ayrı mânâlarının olduğu genelde karıştırılabilir.
Ahlâk, nötr bir kelimedir, bu yüzden iyi ahlâklı, kötü ahlâklı gibi nitelemeler yapılabilir. Yani, yüklenen mânâya göre renk ve mahiyet değiştirir. Ama, fazîlet öyle değildir, o ancak iyi bir değer taşır.
Fazîlet hissinin Allah’a samimiyetle bağlanmaktan geçtiği elbette söylenebilir.
Ama, Allah inancı olmayan insanlarda bile bir takım ahlâkî değerler olabilir. Çünkü, ahlâk ve vicdan, Yüce Yaratıcı’nın her insanın yaratılışına yerleştirdiği fıtrî bir özelliktir ve fıtrî özellik ve melekelerini geliştirememiş veya cezaî ehliyetlerini yok edecek şekilde yitirmiş olanlar dışında, her insanın şu veya bu sebeble kendisini frenlediği bir takım ölçüler vardır ki, bunların sadece korku veya menfaatle izahı mümkün olamaz..
Ne var ki, Allah korkusu ile anlatılmak istenen nedir? Ve bu, nasıl bir korkudur? Allah’a inanan bir kimse, korktuğu için mi inanmaktadır, ya da inandığı için mi korkmaktadır?
Birinci ihtimal zâten anlaşılır değildir. İnandığı içinse, o zaman da korkudan, ilk planda anlaşılanın dışında bir mâna ortaya çıkmaz mı?
O halde..
‘Allah’dan korkmak’tan anlaşılması gereken nedir?
Bir müslüman, Allah inancını ve Allah’u Tealâ’yı bir korku kaynağı olarak algılayabilir mi?
Bir şeyden korkmak için, insanın onun hakkında bilgisinin olması gerekir.
Allah inancı ise, bir bakıma, sadece fikrî, mantıkî bir faaliyetin ve bilginin sonunda değil, bir inanma ihtiyacının da sevkıyle, kalbî bir kabul ile, imanla ulaşılan bir durumdur; yani, ‘Düşündüm, karar verdim’ değil, ‘kalben mumtain oldum, inandım..’ durumu..
Allah korkusu ibaresinden anlaşılması gereken, herhalde, bu inanca, deriiin bir aşkla, sevgiyle bağlanmak olmalıdır.
Aşkla bağlanan insan, bağlandığının gözünde itibarsız duruma düşmek gibi bir kaygı taşır ki, bu, korkmaktan ilk planda anlaşılandan başka bir durumdur.
Bu bakımdan Allah korkusunun, basit korku değil, Allah’ın emrine uygun olmayan bir hayat yaşanması halinde, O’nun nezdinde itibarsız hale gelineceğinden, nitelikli ve bir değere lâyık olamamaktan duyulan endişe ve kaygı şeklinde anlaşılması gerekir, herhalde..
*
Dünya toplumlarının hemen her kesiminde, hattâ inanç bakımından en zayıf kabul edilebilecek kesimlerinde bile, insanı dehşete düşürücü bir cinayetle, katliâmla karşılaşıldığı zaman, ilk tepkiler genel olarak, ‘Yahu, bunlarda hiç mi Allah / tanrı korkusu yok?’ şeklinde oluyor.
Müslüman halkın arasından çıkan ve İslam adına mücadele ettiklerini söyleyen niceleri ise,
cinayet işlemeye, kan dökmeye doyamıyorlarmışcasına, bu gibi korkunç zulümlere bile kılıflar uydurmaya çalışıyorlar.
10 yıl önce, Rusya’nın Güney Osetya mıntıkasındaki Beslan şehrinde, bir kısım ‘müslüman’ savaşçılar da bir okulu basıp, yüzlerce çocuğu rehine almışlar ve onları birer canlı siper olarak kullanmak sûretiyle kendilerini korumaya çalışmış ve her tarafa patlayıcılar yerleştirmiş ve bir operasyon sonunda ise, o patlayıcılar da patlamaya başlayınca, yarıdan fazlası küçücük yavrucuklar ve diğerleri de genelde onların anne-babaları olmak üzere, 350 civarında insan korkunç şekilde can vermişti.. Ki, sadece o yavrucukların o yakıcı yaz sıcağı günlerinde susuz ve aç olarak çektikleri korkuyu hatırlayanlar bugün de o acıyı yüreklerinin derinliklerinde duyabilirler.
Beslan’daki o korkunç hadiseye Rusya’nın sebebiyet verdiği iddia olunduysa da, o çocukların rehine alınması doğrudan doğrudan Rusya’nın işi değildi.. O zaman bu cinayeti, bu korkunç katliâmı lanetlediğim ve faillerini suçladığım zaman dünya kadar tepki almış ve masa başından ahkâm kesmekte olduğumu ileri süren e-mail mesajları yağmış ve nicelerini de ikna edememiştim.
*
Unutmayalım, bu cinayetler, bu katliâmlar asla ve kat’â, bizim dinimizin emri olmadığı gibi, bu gibi yöntemlere cevaz da vermez, İslam.. Ayrıca yine hatırlanmalı ki, Allah’u Tealâ, nice hayvanlara bile, başka cinsten hayvanların yavrularını bile yememek özelliği vermiştir ki, herhalde bunun hikmetlerinden birisi de hayatın devamını sağlamak olsa gerek..
Ve yine unutmayalım ki, kendimizi müslüman olarak nitelediğimiz müddetçe, yüzde yüz kendi şahsî hatalarımızdan kaynaklanan yanlışlarımız, hata veya suçlarımız, sadece şahıslarımızın değil, bütün müslümanların, bütün İslam Milleti’nin ve İslam’ın hesabına yazılacaktır. Halbuki, benim dinim olan İslam, bu gibi cinayetlerin işlemesine asla izin vermez.
İslam bize savaşlarda takib edilecek yol haritasını veriyor, savaş ahlâkının kurallarını veriyor. Çocuklara, kadınlara, yaşlılara, savunmasız insanlara ve mâbedlere saldırılamıyacağını; savaş olduğu zaman saldırgandan daha şiddetli mukabelede bulunulmaması, barış istendiğinde savaşın sürdürülmemesi gerektiğini bildiriyor.
Ancak bu net gerçeği, bu eli kanlı, gözü dönmüş ve amma, dillerinden Allah lafzını düşürmeyen kimselere nasıl anlatmalı ki, yüzlerce yavrucuğu bile gözlerini kırpmadan, ilkel bir intikam duygusuyla delik-deşik edebiliyorlar?