Âdemoğlu'nun durumu bundan önceki iki yazımızda da işaret ettiğimiz gibi tam bir felaket. Bu felaketin derecesini, yaşadığımız döneme insanlığın önderliğini yapanların bile "Kaos Çağı" demesi, yeterince ortaya koyuyor. Bu hal tam da rabbimizin "Allah'a yönelen, ona ortak koşmayan kimseler (olun). Kim Allah'a ortak koşarsa, sanki gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgâr onu uzak bir yere sürüklüyor gibidir." (22/31) dediği durumu ifade ediyor. Zira kendisini müstağni görerek azan ve bu azgınlıkla vahye sırtını dönüp şirk koşan insan, kendisini soruların/sorunların girdabında boğulmaya mecbur bırakmıştır. Sayısız kuşlar/şeytanlar tarafından bilincinin, aklının, ruhunun paramparça edilmesine, didilmesine imkân tanımıştır. Seçtiği hedonistçe bir yaşam tarzıyla kendisine intiharın dışında bir seçenek bırakmayarak; cahilliğin, umutsuzluğun, amaçsızlığın, zindanlarında çile çekmeye mahkûm olmuştur.
Şirk rüzgârının, insanı sürükleyip savurduğu bu yerlerin en bariz vasfı zulûmatlarla dolu labirentler olmalarıdır. Öyle ki bu karanlık labirentlerde bırakın kişinin yolunu bulmasını önünü görmesi dahi mümkün değildir. "Yahut (müşriklerin küfür içindeki halleri) derin bir denizdeki karanlıklar gibidir. (Bir deniz ki) onu dalga üstüne dalga kaplıyor, üstünde de bulutlar var. Karanlıklar üstüne karanlıklar. İnsan, elini çıkarsa neredeyse onu bile göremez. Kime Allah nur vermezse, onun için nur diye bir şey yoktur." (24/40)
Bu kötü durum insanoğlu kendi tercihini değiştirmedikçe, değişmemeye devam edecektir. Zira yüce Allah bir fert ya da topluluk kendi halini düzeltmedikçe, onların hallerini zorla düzeltmeyeceğini beyan buyurarak sünnetinin ne şekilde işleyeceğini açıkça ifade etmiştir. Bu sünnete göre; göklerin ve yerin nuru olan o yüce zat, kullarından kendisine bir adım yönelene, on adım atarak karşılık verecek, onları nurlandıracak ama kendisine doğru bir adım bile atmayan müstağnileri ise, içinde bulundukları karanlıklarla baş başa bırakacaktır. Artık onlar tıpkı bugünkü şaşkın post-modernist rölâtivistler gibi, nura/hakikate ulaşamamanın verdiği bir körlük içinde, nurun/hakikatin olmadığını, ya da nura/hakikate ulaşmanın mümkün olmadığı hezeyanını savunacaklardır. Onlar kapkaranlık fırtınalı denizlerde, huzursuz ruhlarının dalgalarında boğulacak ama asla korkularından kendilerini kurtaracak güvenli bir liman bulamayacaklardır. O şaşkınlar, çöllerde seraplara su diye yönelecek, kalplerinin susuzluğunu gideren bir kaynak bulamadan, gerçek Huda'dan/vahiyden mahrum olmanın bedelini, kendilerini, ailelerini, dostlarını ve tabilerini vahşi hayvanlara/ideolojilere ve rehberlerinin hezeyanlarına yem ederek ödeyeceklerdir.
Öyleyse Âdemoğlu, içine düştüğü durumunu tekrar düşünmek ve daha önceki tercihini gözden geçirerek kendisini hesaba çekmek durumundadır. Çünkü insanoğlunun önünde imtihan gereği sadece iki seçenek vardır: Ya kendisini arındırarak dünya ve ahirette mutluluğa ulaştırmak isteyen sahibine yönelecek ya da kendisini günahların içinde kaybettirip, helake sürüklemek isteyen baş düşmanı lanetli şeytana…
Şeytan ve dostlarının, insanlara yaşattığı bu günkü büyük trajediden sonra, insanlığın, Rablerinin çağrısına/vahyine teslim olmaktan başka bir çaresi kalmış mıdır acaba? Eğer yegâne dostları olan Allah'tan uzaklaşmanın bedelini, mutlak bir yalnızlığa düşerek, hakikati kaybederek, kendilerine yabancılaşıp "kurtlaşarak" ödemekten bıkmamışlarsa, şeytanların uyuşturucu ve lanetli seslerinin takipçisi olmaya devam edebilirler. Ama var olan durumdan şikâyetçilerse, şeytanların/tağutların kulluklarından vazgeçtikleri an, en müşfik sesiyle Rablerinin kendilerine şöyle seslendiğini hissedecek, işitecek ve göreceklerdir. "Ey insanlar, şüphesiz elçi size Rabbinizden hakla geldi. O halde, kendi iyiliğiniz için iman edin…" (4/170); "Ey iman edenler hep birlikte silme/barışa girin." (2/208); "Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah'a ve Resulü'ne icabet edin. Ve bilin ki muhakkak Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten O'na götürülüp toplanacaksınız." (8/24)
İnsanlık bu çağrıya kör ve sağır kesilmeyi bırakmak zorundadır. Çünkü insanlık düştüğü uçurumların dibinden ancak bu iple kurtulabilir. Kendisini helake sürükleyen hastalıklara bu şifayla çare bulabilir. Karanlıklarını bu nurla aydınlatabilir. Düştüğü sayısız ruhi ve akli çelişkilerini/ıstıraplarını bu ilim ve sekineyle dindirebilir. Çünkü âlemlerin efendisi, nasıl suyla yeri ve tüm canlıları diriltmeyi hedeflemişse, bu vahiy/rahmet yağmuruyla da dileyenleri, gerçek bir dirilmeyle diriltmeyi hedeflemiştir. Nitekim bu hedef, şu ayetlerle net bir şekilde beyan buyrulur. "Ey insanlar, Rabbinizden size bir öğüt, göğüslerde olana bir şifa ve müminler için bir hidayet ve rahmet geldi."(10/57); "Benden size bir hidayet/rehber geldiği zaman(da), kim benim rehberime uyarsa, o ne yolunu şaşırır, nede sıkıntıya/zorluğa girer"(20/123); "Şüphesiz ki bu Kur'an yolun en doğrusuna iletir."(17/9)
Evet, bunca acı veren tecrübeden sonra, insanlığın önünde, bu kutlu çağrıya lebbeyk/buyur Allah'ım emrine hazırım, lebbeyk/buyur Allah'ım itaatine hazırım diyerek cevap vermesinden, esas duruşa geçip, secdelere kapanmasından başka bir yol yoktur. Öyleyse vakit geçirmeden haydi silme ve barışa, haydi felaha ve kurtuluşa…