Hayat Karartan Haberler ve Gazeteci Sorumluluğu

Ankara katliamı, 'Türkiye’nin en büyük gazetesi bu kesinlikle yazmışsa doğrudur' diye akıl yürütecek bir babayı, büyük bir ihtimalle ölmemiş oğlunun yasını tutmaya kışkırtan yanıyla çok bildik bir medya sorumsuzluğuna da işaret ediyor.

Hayat karartan haberler ve gazeteci sorumluluğu

Alper Görmüş / Al Jazeera

Dün Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Ankara katliamını gerçekleştiren canlı bombalardan birinin Yunus Emre Alagöz olduğunu doğruladı. Fakat basında günlerdir “ikinci canlı bomba” diye duyurulan, yetmeyip babasıyla “oğlunuz öldü, ne diyorsunuz?” söyleşileri yapılan Ömer Deniz Dündar’la ilgili iddiaları doğrulamadı.

Bu durum bizi bir kez daha cinayet gibi, terör gibi olaylarda birinin ölümünü ilân ederken ya da birini “katil” vb. sıfatlarla suçlarken, gazetecilerin ne büyük bir sorumluluk taşıdığı gerçeği üzerinde düşünmeye sevk ediyor. Tabii bu madalyonun öbür yüzünde de gazeteci-polis ilişkileri; gazetecilerin bütün haber kaynaklarıyla olduğu gibi polislerle de temas-mesafe dengesini iyi ayarlamaları gerektiği sorunu var. 

Yukarıda, üzerinde düşünmemiz gereken bu gazetecilik problemiyle ilgili olarak “bir kez daha” dedim... Evet, çünkü gazetecilik pratiğimiz bu türden örneklerle dolu ve ne yazık ki, “artık bundan sonra gazeteciler bu tür haberlerde kılı kırk yararlar; bin düşünüp bir yazarlar” dedirten hiçbir örnek, doğurması gereken sonucu doğurmuyor. 

Bu yazıda önce, taze örnek Ankara katliamının faillerini polisten alınan bilgilere dayanarak ilân edip, oğlu muhtemelen ölmemiş bir babaya “evlat acısı” tattıran... Bu arada büyük bir ihtimalle de polis içinden birilerinin dezenformasyonuna gelen habercilik serüveninin izini süreceğiz. Ardından da “bunlar da mı ders olmamış” dedirten birkaç kült örneği hatırlayıp hafıza tazeleyeceğiz.

İki gazete, üç özel haber

10 Ekim’de Ankara Garı’nın önünde 102 kişinin ölümüne neden olan canlı bombaların kimliğiyle ilgili ilk haberler 14 Ekim’de Milliyet ve Hürriyet gazetelerinde yer aldı. Milliyet’ten Tolga Şardan’ın özel haberinde (“Abi kamerada”), canlı bombalardan birinin Suruç katliamının faili Şeyh Abdurrahman Alagöz’ün ağabeyi Yunus Emre Alagöz olduğunun kesinleştiği bilgisi yer alıyor, haberde ikinci bombacıyla ilgili bir bilgiye yer verilmiyordu. Tıpkı dünkü savcılık açıklamasında olduğu gibi...

Fakat aynı gün Hürriyet’ten Arda Akın’ın özel haberinde (“İkinci bombacı da listeden”) ikinci canlı bombanın kimliğinin de kesinlik kazandığı belirtiliyordu:

“Ankara’da 97 kişinin hayatını kaybettiği saldırıyı gerçekleştiren canlı bombalardan birinin Yunus Emre Alagöz olduğunun tespitinin ardından ikinci canlı bombanın da arananlar listesindeki Ömer Deniz Dündar olduğu ortaya çıktı. İki canlı bombanın ayrı araçlarla Gaziantep’ten geldikleri, Y.Ş.’nin canlı bombalara keşif yaptırdığı tespit edildi. Araçların sahipleri ve Y.Ş. Gaziantep’te gözaltına alındı.”

Arda Akın’ın haberi iki gün sonra (16 Ekim) yine Hürriyet’te, Fevzi Kızılkoyun’un manşet haberiyle (“İhmalin son üç günü”) ayrıntılandırıldı:

“Patlama anına ve öncesine ait yapılan incelemede, ikisi de Adıyaman nüfusuna kayıtlı ve IŞİD bağlantılı olan Yunus Emre Alagöz ile Ömer Deniz Dündar görüntülerden de tespit edildi. Görüntü incelemesinde Alagöz ile Dündar’ın, özel bir araçla Gaziantep’ten Ankara’ya gelip Gölbaşı ilçesinde indikleri belirlendi. Yol kenarındaki duraktan bir taksiye binen canlı bombalar, miting alanına 10 dakika mesafede bulunan Balgat’taki bir kafeye gitti. İki canlı bomba, kahvaltı yaparak miting için toplanma saatini bekledi.”

Fark nereden kaynaklanıyor?

İki gazete dışındaki medya (özellikle de hükümet karşıtı medya) gelişmeleri Milliyet’in değil Hürriyet’in haberlerini esas alarak duyurdu okurlarına... Bunun iki nedeninin olduğunu düşünebiliriz. Birincisi: Hürriyet’in haberinde tablonun tamamı açıklanıyordu, Milliyet’inkinde yarısı... İkincisi: Hürriyet’in haberi siyasi açıdan daha kullanışlıydı. Çünkü ikinci bombacının da 21 kişilik aranan bombacılar listesinden çıkması, hükümetin katliamdaki sorumluluğunu daha da büyüten bir algı yaratacaktı. Nitekim yalnız Hürriyet değil, haberi onun üzerinden okurlarına aktaran gazeteler, başlık ve spotlarında hep bu temayı kullanmışlardı. (Hürriyet’in haberde kullandığı spot: “Ankara'daki terör saldırısında ikinci bombacı da 21 kişilik arananlar listesinden...”)

Tam bu noktada şu soruyu sormalıyız kendimize: Hürriyet ve Milliyet’e bilgi veren polis kaynakları farklı mıydı ki, haberler arasında bu kadar büyük bir fark oluştu?

Bu soruya mantıklı bir cevap vereceksek, cevabımız “evet” olmalıdır. O zaman da şu soruyla yüzyüze kalırız: İkinci canlı bombanın kimliği kesinleşmediği halde, Hürriyet’e bilgi veren polisler neden sanki kesinleşmiş gibi davrandı?

Üçüncü ve son soruyu da Hürriyet muhabirleri ve Hürriyet gazetesi kendi kendilerine sormalılar: “Kaynaklarımız bizi dezenformasyona mı uğrattı?”

Yabancı dizilerden, filmlerden, olgun demokrasilerde bile polisin kâh üzerindeki baskıyı azaltmak, kâh siyasi bir amacın parçası olarak gazetecileri yanılttığını hepimiz biliyoruz. Oralarda olan, buralarda olmaz mı hiç? İşte bu nedenle gazeteciler, polislerden aldıkları enformasyonu habere dönüştürürken bin defa düşünmeliler. Hele ki sütten ağızları defalarca yandıysa...

Sütten yanan ağız öyküleri

Şu satırları bundan 14 yıl önce, tam olarak 10 Aralık 2001’de yazmışım:

“Defalarca yaşadık, gazeteler defalarca mahçup oldu fakat olmuyor, olmuyor... Gazetelerimiz, polisin herhangi bir operasyonunu 'polisin yaptığı açıklamaya göre…' rezerviyle vermenin klasik bir gazetecilik standartı olduğunu; hele Türkiye'den söz ediyorsak bunun iki defa öyle olduğunu; gazetecinin bu tür haberlerde göstermesi gereken birinci refleksin 'kuşku' olması gerektiğini bir türlü kabullenemiyorlar… Oysa işte Umut Operasyonu var… Üzeyir Garih cinayetinde ilk gün ‘katil’ ilan edilen küçük çocuk örneği var… Arkadaşını öldürdüğünü ‘itiraf ettikten’ sonra mahkûm olup, hapishanedeki dördüncü yılında ‘gerçek katil’ ortaya çıkınca serbest bırakılan, adını şimdi hepimizin unuttuğu o bahtsız insan var. (...) Serbest bırakıldıktan sonra, gazetecilerin, ‘Her şeyi anladık da, dört yıl önceki tatbikatta kameralara bakarak, evet ben öldürdüm, diye bağırmanı hiç anlayamadık’ şaşkınlığını o bahtsız insanın nasıl karşıladığını hatırlıyor musunuz: ‘Kaval kemiğinizin matkapla delindiği bir yere yeniden dönmektense’ demişti, ‘evet, 15 yıl yatmayı göze aldım o zaman, şimdi de alırım…’" (Yeni Şafak, Kronik Medya sayfası).

... Ve ‘Ümraniye sapığı’

2000’deki Umut Operasyonu’nda polisin “İşte Uğur Mumcu cinayetinin failleri” diye duyurduğu ve ikisi hariç bütün gazetelerin “işte katiller” diye manşet atmalarından iki gün sonra, suçlananlardan birinin aynı gün (24 Ocak 1993) İstanbul’da düğününün olduğu ortaya çıktı. Soruşturmanın sonraki aşamalarında, bombayı Mumcu’nun arabasının altına “İranlı ajanlar”ın koyduğu öne sürülecekti.

Ünlü işadamı Üzeyir Garih’in 25 Ağustos 2001’de İstanbul Eyüp’teki bir mezarlıkta bıçaklanarak öldürülmesinin ardından, polis, çevresinde Deli Fuat olarak tanınan 14 yaşındaki Fuat N.'yi cinayeti işlemekle suçladı. Gazeteler polisin bu açıklamasını sorgulamadan haberleştirdiler ve günlerce Fuat N.’nin cinayeti nasıl işlediğinin ayrıntılarını okurlarına duyurdular. Polis, neden sonra Fuat N.’nin cinayetle hiçbir ilişkisinin olmadığını açıkladı.

Hiç kuşkusuz ki “Sütten yanan ağız öyküleri”nin en korkunçlarından biri, basın tarafından “Ümraniye sapığı” olarak damgalanan Bilal Akyıldız’ın başına gelmişti.

Akyıldız, 2001’de, 1999’dan beri Ümraniye’de küçük kız çocuklarına karşı işlenen seri tecavüz ve cinayetlerin zanlısı olarak gözaltına alınmış, derhal “katil”liği ilan edilmiş, basın da her zamanki gibi üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirmişti.

Akyıldız’ın gerçek suçu, polisin çizip dağıttığı "robot resim"e benzemekti. İşte bu nedenle polis tarafından gözaltına alınmış, avukatıyla ve ailesiyle görüştürülmeden günlerce sorguda kalmış, savcının tutuklama kararı vermesiyle de Kartal Cezaevi'ne konulmuştu. Cezaevinde “sapık”ları nasıl bir âkıbetin beklediğini bilen biri olarak orada geçirdiği 24 gün onun için tam bir cehennem hayatı olmuştu:

"Her gece tek kişilik hücremde ayaklarımı kapıya doğru yaslayarak yattım. Beni linç etmeye geldiklerinde uyanık kalmak istiyordum."

O içerdeyken yayınlar da sürüyordu, ta ki onun cecaevindeki 24. gününde gerçek fail yakalanana kadar... Tabii medya bu sefer “gerçek Ümraniye sapığı”na döndü ve Bilal Akyıldız’ı unuttu... Bırakın özür dilemeyi, ondan bir daha söz etmedi bile.

Liste çok kabarık ama, dediğim gibi ben “kült” örneklerle sınırladım kendimi.

Taze örnekle bitirelim... Radikal gazetesi, Hürriyet’in ilk “kesin” haberinden hemen sonra, 14 Ekim’de Ömer Deniz Dündar’ın babasına oğluyla ilgili haberleri nasıl değerlendirdiğini sordu. Baba M. D. şöyle dedi:

“Ömer Deniz evliydi. Ömer Deniz’in bir çocuğu vardı. Ömer Deniz’le sekiz aydır hiç konuşmuyorduk. Şimdi ben ne yapacağım? Oğlumun böyle bir saldırı yaptığına dair emniyetten bana bir bilgi verilmedi.”

Babanın cevabı, özellikle de “Emniyet’ten bana bir bilgi verilmedi” sözleri, “kesin” haberlere rağmen kederini seyreltecek bir yol bulabildiğini gösteriyor. Fakat öyle haberler karşısında kaç baba bunu becerebilir?

Tarihinde yukarıdaki “kült” örnekleri yaşamış bir medyanın, bir babaya “çocuğunuz öldü” haberini vermeden önce göstereceği performans bu mu olmalıydı?

Yorum Analiz Haberleri

Yapay zeka statükocu mu?: ChatGPT'de cevaplar neye göre değişiyor?
Devrim ile derinleşen kardeşlik: Suriye & Türkiye
Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm