Gökhan Özcan / Yeni Şafak
Dahili bellekler
Bazı şeylerin hafızasında tuttuğu yerin büyüklüğü şaşırtıyor insanı. Neden böyle olduğuna dair mantıklı bir cevabımız yok çoğu zaman. Belli ki o şeyleri belleğimiz derinliğinde korumaya alan her ne ise, mantıkla bağlamıyor kendini. Daha içerilerde, daha derunî, bilincimizin yüzeyinde kendini göstermeyen, daha derinlerde hayat süren bir şeyler var ve onların uzantıları uç veriyor, tomurcuklanıyor belleğimizde kendi kendine.
“Bazı şeyler var, olur olmaz hatırıma geliyor. Onları neden böyle sebepsizce hatırlıyorum, neden unutmuyorum, doğrusu hiç bilmiyorum” dedi yanındakine, “Sanki içimde benim kolayca gözden çıkarabileceğim şeyleri bana inat gözden çıkarmayan bir başka ben daha var”
Furûğ Ferruhzad, o hep kederli şiirlerinden birinde şöyle diyor: “ah/ bana düşen budur/ bana düşen budur/ bana düşen/ asılan bir perdenin benden aldığı gökyüzüdür/ bana düşen terk edilmiş bir merdivenden aşağı inmek/ ve yalnızlık içinde çürüyen bir şeye ulaşmaktır/ bana düşen hatıralar bahçesinde hüzne dalıp dolaşmak/ ve ‘ellerini seviyorum diyen sesin kederinde can vermektir/ ellerimi ekiyorum bahçeye biliyorum yeşereceğim biliyorum/ ve kırlangıçlar/ mürekkepli parmaklarımın arasına bırakacaklar yumurtalarını.”
İnsan seneler önce eşyalarını toplayıp terk ettiği bir evin duvarlarını neden hatırlar? Duvardaki çatlakların şekillerini, belli belirsiz izlerin yerlerini, tavan kontrplağındaki rutubet lekelerini... Ömründe bir kere, sadece bir gece misafir olduğu bir köy evinin kokusunu neden unutmaz? Bir daha gitmediğimiz ve muhtemelen hiç gitmeyeceğimiz bir küçük sahil kasabasının sokaklarını, hem de bütün renkleri, kıvrımları ve ayrıntılarıyla, neden çıkarıp atmayız hafızamızdan? Bazı sesleri, bazı sözleri, bazı isimsiz yüzleri, suretleri... Eski elmaların, armutların, üzümlerin, hünnap ve muşmulaların kokusunu neden saklarız mesela içimizde? Vaktiyle bir gece boyu yakamızı bırakmayan bir endişe, yıllar sonra bir başka geceyi daha nasıl olur da kendisiyle doldurur? Neden bırakmaz yakamızı, her şey değişmiş başkalaşmışken hayatımızda, neden bizi bırakıp yoluna gitmez bütün o duygular, düşünceler? Zihnimizde peydahlanan kimi düşünceleri neden tutup çıkaramayız saklandıkları deliklerden, onları tetikleyen hadiseleri neredeyse hiç hatırlamazken? Neden bütün bütün terk edemeyiz hiçbir zaman böyle şeyleri? Ne işimize yararlar? Ne için hatırlarız olur olmaz zamanlarda, , orada olmalarına anlam veremediğimiz bütün bu ayrıntılara, izlere ne için dönüp dururuz ikide bir?
“Eskiden bildiğimiz yerler, kendilerini kolaylık olsun diye yerleştirdiğimiz mekanlar alemine ait değildirler sadece. O zamanki hayatımızı oluşturan, birbirine bitişik izlenimlerin ince bir dilimidirler; belirli bir görüntünün hatırası, belirli bir anın özleminden ibarettir ve evler, yollar, caddeler de, heyhat, seneler gibi uçup gider” diyor Marcel Proust, ‘Swan’ların Tarafı’ kitabında.
Her şeyi rahatça unutabilen insanları kıskandığım zamanlar oluyor. Kum torbalarının teker teker aşağıya atıldığı balonlar gibi hafifleyip yükseliyorlarmış gibi geliyor öyleleri. İçten içe biliyorum öyle olmadığını; bu kadar basit değil hayatla ilgili hiçbir mevzu. İnsan, içinde her şeyden geriye kalanlarla insan oluyor. Ne kadar sıksa da içlerinde biriken şeyler, ne kadar canlarını acıtsa da, ne kadar ağırlık yapsa ve hafiflemelerine engel olsa da, bu böyle. Unutamıyor oluşumuz, aslında hatıralarımızın ne kadar ayrılmaz parçamız olduğunun da göstergesi... İstesek de unutamıyoruz bazı şeyleri, istesek de setler çekemiyoruz onlarla aramıza... Hatırlamanın anlamlı gelmediği şeyler için bile böyle bu... Bizim bile çözemediğimiz sırlarımız var bizi tamamlayan.
“Belki asıl olan biz değiliz, yaşadıklarımızdır” diye düşündü kitabından bir an için kafasını kaldırarak beyaz saçlı adam, “belki bizler, hayatın anlam taşıyan parçalarını içimizde koruyup saklamak üzere yaşayan yüksek kapasiteli bellekleriz!”