Hatip Dicle olayının perde arkası

Markar Esayan

Ne zaman Kürt meselesi ile ilgili bir kriz yaşasak, ilk düşüncem “Acaba bu sefer kaç masum ölecek” oluyor. Bu sorudan utanıyorum ama, işin aslı bu. Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin YSK tarafından düşürülmesinden bahsediyorum. Dün sabah Hatip Dicle’nin avukatı Levent Kanat’ı aradım. Krizi bana özetlemesini ve yorumlamasını rica ettim. Kırmadı anlattı: Dicle’nin terör örgütü propagandasını yapmaktan yargılandığı davada, Yargıtay 9. Dairesi’nden 22 Mart 2011 tarihinde mahkûmiyet kararı çıkıyor. Bu karar “gecikmeyle” UYAP sistemine 14 Nisan 2011’de düşüyor. Dicle’nin avukatları, 15 nisanda karara hemen itiraz ediyorlar. Genellikle bu itirazların karara bağlanma süresi üç ayı bulurken, Dicle’nin kararı jet hızıyla 11 mayısta reddediliyor.

Reddin avukatlara tebliği tarihi ise ta 6 Haziran 2011.

Bu olayda tarihler bir sembolizm ifade ediyor sanki. Hatip Dicle adaylık başvurusunu kendi partisine 18 martta yapıyor ve adaylığı resmen 22 martta açıklanıyor. Yargıtay mahkûmiyet kararını da aynı gün, 22 martta veriyor. Tesadüfe bakar mısınız? Dicle’nin İl Seçim Kurulu’na adaylık başvurusu ise 11 nisanda yapılıyor. 22 martta alınan mahkûmiyet kararını avukatların öğrenmesi ise ancak 14 nisanda mümkün oluyor.

Sayın Kanat’a, “Böyle bir sorunun çıkacağını öngöremediniz mi” diye sordum. Kanat, mahkûmiyet kararına itirazlarının reddedildiğini ancak 6 haziranda öğrendiklerini, adaylıkların kesinleşmesi nedeniyle önlem olarak ise, cezanın KCK’dan yattığı günlerden mahsup edilmesi için dava açtıklarını söyledi. Kanat, mahsupta eksik günleri olduğu haberlerinin de yanlış olduğunu belirtti. Hatta üç gün de fazlaları varmış. YSK, hakların geri kazanılmasına dair üç yıllık süre geçmesi şartını ise, eski TCK’nın 765. maddesine göre yorumluyor, ki bu yasa 2005 yılında değişti. Yeni TCK’nın 53. maddesine göre ise, infaz bittiği anda başvurmaya gerek olmadan haklar iade olunmuş sayılıyor. Burada YSK ciddi anlamda çuvallamış durumda.

Kanat, YSK’nın Dicle’nin adaylığını kabul etmesi ile milletvekilliğinin iptal edilmesi arasında ciddi bir çelişki olduğunu ifade ediyor ki, çok doğru. YSK, vekilliğini iptal edeceği bir kişinin adaylığını niye kabul ediyor? Karar Adli Sicil’e kaydedilmemiş olduğundan YSK’nın mahkûmiyetten Hürriyet’te çıkan bir haberle geç haberdar olduğu söyleniyor. Lakin, adaylığı kesinleşen bir kişinin seçildikten sonra YSK’nın böyle bir tasarrufta bulunması özgürlükçü bir yorum değil. Üstelik YSK cezanın mahsup edilmesinin de yeterli olmadığını, Anayasa’nın 76. ve Milletvekilliği Seçilme Kanunu’nun 11. maddesine göre, sayılan suçları işleyen kişilerin her halükârda milletvekili olamayacağını savlıyor. Yeni bir tartışma başlamasın diye isimlerini saymayayım ama, bu durumda olup da vekil seçilen bir sürü örnek var.

Neden Hatip Dicle?

Hâsılı, 12 Eylül kurumları, Anayasası ve mantığını temizlemekte ağır kalan AK Parti, bu vesayet sistemini korumaya iman eden CHP, tabanına rağmen statüko bekçiliğine soyunan MHP, parti kapatmaları zorlaştıran Anayasa değişikliği maddesi oylanırken Meclis’e girmeyen BDP dâhil herkes sorumlu bu garabetten. Dolayısıyla sorunun çözümü hukuki değil, yine siyasi olmalı. Avukatlar bugün (dün) YSK’ya itiraz başvurusunda bulunacaklar. Hükümetin de bu konuda etkin tavır alması ve 80 bin oy alan bir vekilin hakkının teslim edilmesini sağlaması şart. Yoksa kamu vicdanı ciddi hasar görecek.


Haksızlıklarla mücadele ve BDP siyaseti

Ben tam bu satırları yazarken Aysel Tuğluk televizyonda konuşuyor. Dicle konusunda son derece haklı itirazlar dile getiriyor. Sonra belki de tam da bu manipülasyonları yapanların iştahını kabartacak zihniyet ortaya çıkıveriyor.

“Kürtlerin sabrını zorlamayın. Tahammülümüz kalmadı. Ahmet Türk’ün sözlerinin arkasındayız. Bir arkadaşımız bile engellenirse, bu Kürtlerin tamamına yapılmış bir hiçe saymadır. Alın Meclis’iniz sizin olsun deriz, halkın arasına karışırız.”

Üstelik bu sözleri, “Öcalan’ın ateşkesi uzatması bazılarının hoşuna gitmedi. O yüzden bu karar geldi. Biz kan dökülmesin diye Meclis’e gidiyoruz. Birileri bunu engellemeye çalışıyor” dedikten hemen sonra söylüyor.

Şimdi de DTK’nın Meclis’i boykot etme kararı aldığı düşüyor ajansa.

İyi ama, hem bunun tuzak olduğunu söyleyip, hem de o tuzağa düşmek neden? Sabır ve tahammül gibi kelimeleri siyasetin ağzına alması ayıp değil mi? Sabrın ve tahammülün bittiği yerde ne olacağını ima ediyorsunuz? Siyaset tam da bu sorunların çözüleceği en makul mekân değil mi? Meclis’i boykot etmek, şiddetin ve öfkenin önünü açmaz mı? Sizin tam da öfkeli tabanınızı sakinleştirip, siyasi çözümler üretmeniz gerekmiyor mu? İlk YSK krizinde İmralı’dan bu yüzden azar yemediniz mi “tabanın öfkesine oynamayın, siyaset yapın” diye?

BDP kanadı, mücadelenin başında olduklarını unutup, mücadele sonunda elde edecekleri kazanımların neden en başta kendilerine sunulmadığına öfkeleniyor. Anakronik bir savrulma! Siz zaten tam da bu haksızlıkları çözmek için seçimlere girmediniz mi? Sivil itaatsizlik denen şey bu değil. Sivil itaatsizlik sivil imkânların içine akıllı yöntemlerle sızmak, şiddeti tamamen reddetmek ve tüm kamuoyuna haklılığını anlatabilmektir.

“Kimse Kürtlerin sabrını sınamaya kalkmasın, gününüzü gösteririz” demek değil.


markaresayan@hotmail.com

TARAF