Türkiye, 21. yüzyıla büyük bir ekonomik krizle girdi. 28 Şubat darbesinin kamu bütçesine bindirdiği maliyet doğrudan 54 milyar dolar, dolaylı olarak ise 150 milyarın üzerindeydi.
1999 seçimlerinde her ne kadar 28 Şubat'ın etkisini azaltmak amacıyla seçmen DSP, MHP ve ANAP'ı iktidara getirdiyse de 2001'de merkez sağ ve merkez sol çökmüş durumdaydı. Tam bu sırada AK Parti'nin Milli Görüş'ten kopup ayrı bir siyasi varlık olarak ortaya çıkması tevafuken öngörülmüş bir gelişmeydi.
O günleri hatırlayalım: 11 Eylül'le Amerika Afganistan'a asker göndermiş, Irak'ı işgal etmek istemektedir. Bölgesel bir düzenleme söz konusudur. 20. yüzyılın ilk yıllarında döşenmiş taşlar tek tek yerinden sökülmektedir. Amerika ve AB'nin Türkiye'ye su ve hava kadar ihtiyaçları var. Türkiye, sonuçları küresel boyutlarda olan bölgesel düzenlemede aktif rol oynayacak. AK Parti, dış dünyaya 'hazır' olduğu yönünde yeşil ışık yakarak iktidar oldu. Amerika'nın liderliğinde Anglosakson ittifak 22 ülkeyi içine alan Ortadoğu'da yeni bir düzenleme yapacak, Türkiye de bir 'bölge ülkesi' olarak bu operasyonda rol üstlenecekti. Yine hatırlayalım, daha milletvekili değilken bile Bush, Erdoğan'la görüşüyor, AB ülkeleri tek tek sıraya girip Erdoğan'ı davet ediyorlar.
Sebebi gayet açık. Amerika ve AB ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, büyük bir bölge ülkesinin desteğini almadan burada düzenleme yapamazlar. Yapmaya kalkıştıklarında sonucu şimdiki durum olur. İran ve Mısır elverişsiz konumda olduklarına göre geriye yardımcı aktör olarak Türkiye kalıyor. Ancak Türkiye'nin kendine göre yapısal, ekonomik ve diplomatik sorunları var. 2003 yılında küresel sistemin AK Parti iktidarına söyledikleri şudur:
Benim bölgede ikinci bir Japonya'ya ihtiyacım var. Bölgenin Japonyası Türkiye olmalıdır. Türkiye hem ekonomik, hem askerî hem politik olarak güçlenmelidir. Ne istiyorsan vermeye hazırım: Para ise para, siyasi ve diplomatik destek ise siyasi ve diplomatik destek. Ancak senin bölgede bu rolü oynayabilmen için yapısal sorunlarını çözmen lazım. Bunlar senin için birer ayak bağı. En büyük sorunun Kürt meselesidir. Senden, Kuzey Irak'taki Kürt oluşumunu tanımanı, himayene almanı ve Türkiye'deki Kürtlerin demokratik taleplerini karşılamanı istiyorum. Alevilere cemevi açma fırsatını ver. Azınlıkların haklarına saygılı ol, cemaat vakıfları üzerindeki blokajı kaldır, 301 gibi maddeleri TCK'dan çıkar, din ve vicdan özgürlüğünü AB standartlarına yükselt. Ermenistan'la ilişkilerini iyileştir, Kıbrıs'ı enerjini tüketen bir sorun olmaktan çıkar. Komşularınla ihtilafını sıfır noktaya indir vs.
AK Parti, 2002 yılında bunların tümüne 'evet' dedi ve diplomasinin uygun diliyle bir tür taahhütlerde bulundu. IMF ve Dünya Bankası'nın cömert desteği, küresel sermayenin yönünü Türkiye'ye değiştirmesi, Annan Planı ve AB üyelik süreci bununla ilgiliydi. Bir anda GSMH'da büyük bir artış oldu -ancak gelir adaletinde hiçbir iyileşme olmadı-, ihracatta patlama yaşandı, "Medeniyetler İttifakı" çerçevesinde- Türkiye'ye Afrika kapıları açıldı, reform paketleri peş peşe sıraya girdi.
Ancak AK Parti'nin hesaba katmadığı iki önemli nokta vardı: Biri, Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana telaffuz edilmeyen bir 'milli' mutabakatın 1 Mart tezkeresinde bir duvar gibi yükselmesi; diğeri 1961 ve 82 anayasalarında kendini sağlama almış olan bürokratik merkezin, 1924 ruhuna dönülmedikçe karşı atağa geçmesinin sadece bir zamanlama ve konjonktür meselesi olduğunun hesaba katılmaması. AK Parti'nin yol haritasını çizen 'akıl' bu iki noktayı akledememişti. AK Parti, 'dış destek' ve adil bölüşümün umurunda olmadığı büyümeye fazlasıyla güvenerek ona hiç kimsenin bir şey yapamayacağı vehmine kapıldı; hem taahhütlerinin sınırlarını fazlaca geniş tuttu, hem o 2003 ve 2004 yıllarında asıl toplumsal merkezi idari merkeze karşı güçlendirecek, devlet ebed müddet inisiyatifini hikmet-i hükümet yapanların elinden alacak ve dolayısıyla rejimi normalleştirecek temel yasa değişikliklerini reform paketlerine dahil etmeyi aklından bile geçirmedi.
Zaman Gazetesi