Hastalanma

Etyen Mahçupyan

Yüreğinde adalet duygusu olan her ahlaklı insan, kendi kavminden ve toplumundan defalarca utanmıştır. Tarih, bizlere utanma duygusu vermek için sayısız örneklerle dolu... Ama bazı olaylar kavimleri ve toplumları aşar. Doğrudan insanlığından utanmak durumunda bırakır insanı. İnsanlığından utanmayı ima eden eylemlerin ardında ise insanlığın unutulması yatar.

İnsanlık basit bir durumdur... Ölümlü olan, ölümden sonrasını bilmeyen, ölüme giden bir hayatın niçin yaşandığını hiçbir zaman anlamayacak olan ve bu büyük yükle yaşamak zorunda kalan bir varlığın sıradan kaygılar içinde sürüklenmesidir insanlık... Bu gerçeği idrak etmek ise insanlığı derinlikli kılar, ona ahlak ve vicdan aşılar. Kibri anlamsız ve acınası kıldığı ölçüde, haddini bilen ve insanlığı başka insanlarda arayan bir yolculuk haline getirir hayatı...

Ancak aynı  insanlık sözkonusu gerçeği idrak etmeye direnen, kendisini ölümsüzleştirmenin peşinde koşan bir yaşanmışlık üretmiştir. Tek tek kişilerin kaçınılmaz ölümü karşısında, zamanın yasalarına karşı çıkan, ölümsüz bütüncüllükler aramış ve hastalanılmıştır. Bugünün dünyası, miras aldığımız bu hastalığın belirtilerini ve sonuçlarını yaşamaya devam ediyor. Millet ve devlet gibi kavramlar bu yozlaşmanın izdüşümleri... Ulus-devlet ise tarihin kaydettiği en dip noktalardan biri.

Milliyetçilikle sarmalanmış, asimile edilmiş, ‘vatandaş’ kılınmış olan bizler, bu gerçeği kavramakta ve kabullenmekte zorlanabiliriz. İyi ve kötü ulus-devletlerin, iyi ve kötü milletlerin varlığını varsayarak kendimizi avutabiliriz. Ama bu son olay daha geniş bakmayı teşvik ediyor. Burada sorun Filistin meselesi, Gazze’nin muhasara altında olması değil. İsrail’in giderek bir haydut devlete dönüşmesi, müdanasızca ve insanlığı hiçe sayarak davranması da değil. Buradaki vahamet yaşananların, en katı ulus-devletçi rasyonalizasyonla bile ‘gereksiz’ olmasıdır...

Eğer isteseydi İsrail o gemilerin kendi karasularına girmesini bekleyebilir, sivil denetleyici gönderebilir ve hepsini enterne ederek yardım malzemesini kendisinin dağıtacağını söyleyebilirdi. Ancak İsrail böyle yapmadı... Özellikle gemiler karasularının dışında iken ve özellikle askerî tatbikatla onlara saldırdı. Birçokları bunun ‘siyasi’ anlamları üzerinde duracak, bunun Türkiye’ye bir ‘mesaj’ olduğundan veya Ortadoğu’daki güç kavgasının uzantısı olarak değerlendirilmesi gerektiğinden söz edecektir. Ne var ki ortada bile bile ve boş yere sebep olunmuş olan ölümler var. İnsanları bu koşullarda öldürebilmek, insanlığı bir yozlaşma olarak yaşamak demek. İnsanları bu koşullarda öldürebilmek, bizzat kendini ‘insani’ vasıflar açısından öldürmek ve bundan gocunmamak demek.

Bazı  insanların nasıl böylesine hastalanabildiklerini bugün bütün dünya biraz şaşkınlıkla izliyor. Çünkü eylemin ‘gereksizliği’  karşısında söyleyecek söz bulamıyorlar. Sorumluluk İsrail’in faşizan zihniyetli yöneticilerinde ve İsrail devletinin ideolojisinde aranıyor. Tarihsel ve siyasi bir analiz açısından bu bakışın bizlere söyleyebileceği şeyler var. Ama eğer ırkçı değilseniz, bugün İsrail’in düştüğü konuma geçmişte birçok devletin düştüğünü, birçok milletin bu düşkünlüğü yücelterek alkışladığını ve gelecekte de daha birçok devlet ve milletin, uygun koşulları yakaladığında benzer bir yaklaşıma hevesli olabileceğini gözden kaçırmamakta fayda var.

Bu son olay insanın insan tarafından bilerek ve isteyerek ‘sırf insan oldukları  için’ öldürülmeleridir. İşin özü de burada... İnsanın bizzat kendisini ötekileştirmesi, düşmanlaştırması ve yok etmesini ‘doğallaştıran’ bir dünya yaratmış durumdayız. İsrail devleti herkese sirayet etmiş olan bu hastalığın bir uç vakası sadece. Hastalığın gelişimi ötekinin içselleşmesi olarak yaşanıyor ve her adımda utanma duygusu daha da kaybediliyor. Son kerteye gelindiğinde ise, bugün olduğu gibi ve geçmişte örneklerini gördüğümüz üzere, cinayet planı yapılıyor, hayata geçiriliyor, yalan söyleniyor ve üste çıkılıyor.

İnsanlığın en büyük aptallığı, ahlaksızlığı ‘akıl’ kılmasıdır ve dünyamızda devlet mantığı bu çizginin hemen bir adım önünde seyreden bir serseri mayından farksız... Bugün İsrail’i kınamak, tavır almak, yalnızlaştırmak şart. Ancak bu çok da kolay bir yaklaşım, çünkü eksik... Söz konusu eksikliği tamamlamak ise kendimize dönmeyi ve bizlerin de bu ülkede birbirimize bakarken nasıl aynı hastalanma çizgisinin kenarında ‘hayat’ bulduğumuzu görmek gerekiyor.

   ***

Yıllar önce İstanbul Film Festivali’nde gösterilen bir film vardı... Çok sevilen genç bir İtalyan komutanın annesine yazdığı mektuplardan hareketle Fransız ordusunun Roma’ya yaklaşmasını ve ele geçirmesini anlatıyordu. Zaman modern dönemlerin hemen başlarıydı... Fransız ordusunun elinde bir adet top bulunmaktaydı ve bu yeni teknolojik buluş henüz o topraklarda sınanmamıştı. İki ordunun karşılaştığı noktada Fransızlar bir duvar ördüler ve topu onun ardına sakladılar. Karşı taraf yaklaştığında ise duvarı yıkıp top ateşi sayesinde İtalyan ordusunu çökerttiler. Genç İtalyan komutan top şarapnelinin bir parçasının dizine gelmesiyle yaralanıp, kangren sonucu hayatını kaybetti. Bu olayın toplumda yarattığı üzüntü ve yas, neredeyse savaşın kaybedilmesinin önüne geçmişti. Fransızlar da bu duruma duyarsız kalamadılar ve iki toplum bundan böyle aralarındaki çatışmalarda top kullanılmaması konusunda bir antlaşma imzaladı...

İnsanların ötekini hâlâ insan gördüğü, hastalığın henüz ilerlemediği zamanlardı...

emahcupyan@gmail.com

TARAF