Kürt sorununun çözümü yolunda cesur adımlar atmak isteyecek iktidar siyasetçileri “Türklerin milliyetçi tepkileri”nden korkmalı mıdır?
Daha önce de yazdığım gibi, bu sorunun cevabı “hayır”dır.
Bu sonuca, ilki 12 Eylül 2010 referandumunda olmak üzere Türklerin geçtiği bir dizi “test”te bakarak varıyorum. Burada sadece en dikkat çekici olan ikisinden söz edeceğim...
Sonuncu test MİT-PKK görüşmelerinin basına sızmasından sonra yaşandı: Görüşmelerde, Türklerin “sinir ucu”na dokunacak noktaların tartışmaya açıldığının ortaya çıkmasından sonra dahi halkta “ne yapıyorsunuz siz” türünden bir tepki oluşmadı. (Buna, PKK saldırılarından sonra gerçekleşen sivil ölümlerine Türklerin tepkisinin dorukta olduğu bir anda Başbakan Erdoğan’ın sarf ettiği “görüşmeler yeniden başlayabilir” sözlerini ve bu sözlerden sonra kıyametin kopmamasını da ekleyebiliriz.)
Aynı şey 12 Eylül 2010 Anayasa referandumunda da yaşanmıştı: Başbakan Erdoğan büyük bir tabuyu yıkarak devletle “İmralı”nın görüştüğünü açıklamasına rağmen referandum yüzde 58’lik bir çoğunlukla kabul edilmişti.
Diyeceğim şu ki, artık hiçbir siyasetçi Kürt sorununun çözümünde atamadığı cesur adımların bahanesi olarak “Türklerdeki sert milliyetçi tepki”yi gösteremez.
Peki, bu durum, “Kürt sorunundaki Türk sorunu”nun da bittiği anlamına gelir mi? Ya da şöyle sorayım: Türkler, kahir ekseriyetleriyle “Kürt sorunu”nun PKK’nın eylemleriyle birlikte 1983’te başladığına; PKK’lıların sırf “hain” ve “alçak” oldukları için dağa çıkıp insan öldürmeye başladıklarına inanmaya devam ediyorlar mı hâlâ?
Hiç şüpheniz olmasın ki bu sorunun cevabı kocaman bir “evet”tir.
“Kürt sorunundaki Türk sorunu”, geçmişe nazaran gerçekleşen kısmî bilgilenme çabalarına rağmen bugün de özünde bir bilgisizlik; bilgisizliğe bağlı bir duyarsızlık; duyarsızlığa bağlı bir kibir sorunudur.
Bu kibir nedeniyle, “Kürtler bu ülkede bakan olabiliyor, cumhurbaşkanı dahi olabiliyor, bunlar daha ne istiyor canım” mugalâtası, tartışma masalarının en sık başvurulan cümlesi olarak varlığını koruyabiliyor. (Ümit Fırat ne güzel cevap vermişti bu ikiyüzlülüğe: “Kürtler cumhurbaşkanı olabilirler ama Kürt olamazlar!”)
Tam bu noktada dikkatli okurların “yaklaşımınızda ciddi bir çelişki var” dediklerini duyar gibi oluyorum: “Hem Türklerin Kürtlerin mağduriyetini, haklılığını kabul etmediğini, edemediğini söylüyorsunuz hem de onların bir siyasi çözümün önünde engel teşkil etmeyecek bir pozisyon aldıklarını savunuyorsunuz, ikisi nasıl birarada olabiliyor?”
Böyle düşünen okurlara cevabım şöyle: Olabiliyor, çünkü Türkler, çeşitli “test”lerde iktidara “çözün şu sorunu da nasıl çözerseniz çözün” derken vicdani bir düzeyden çok pragmatik bir düzeyden konuşuyorlar.
Durum, maalesef böyle.
“Varsın vicdan boyutu eksik kalsın” diyebilir miyiz?
Peki, buna bakıp biz de pragmatik bir sonuca varabilir, “Önemli olan, Türklerin çözüm istemesidir, varsın vicdan boyutu eksik kalsın” diyebilir miyiz? Diyemeyiz. Çünkü böyle bir “çözüm” hiç şüpheniz olmasın “eksik” bir çözüm olacaktır. Haklılığına inanmadığımız bir baş belasıyla, bir zorbayla def-i bela kabilinden uzlaşmamız ne kadar sağlıklı bir çözüm olacaksa, bu da o kadar sağlıklı bir çözüm olacaktır.
Fiili durumun böyle oluşmasında, Kürt sorununu “vicdan” boyutuyla da kavrayan, Kürtlere bir yüzyıl boyunca reva görülen adaletsizliklerin, zulümlerin farkında olanların büyük bir sorumluluğu var.
24 Eylül 2010’da kaleme aldığım “Kürt sorunundaki Türk sorunu nasıl çözülür” başlıklı yazımda bu sorumluluğu şöyle dile getirmiştim:
“Bir şeye duyulan kuvvetli inanç ve ondan kaynaklanan güçlü haklılık duygusu; aynı inanca ve duyguya başkalarının da kolayca ulaşabileceğini (ahlaken ulaşması gerektiğini) düşündürttüğü ölçüde, o inancın-duygunun daha geniş çevreler tarafından benimsenmesinin önünde bir engel teşkil edebilir...
“Kürtlere Cumhuriyet tarihi boyunca ve özellikle de 12 Eylül’den sonra büyük haksızlıklar, hukuksuzluklar, kötülükler yapıldığına inanan sınırlı sayıda Türk, tıpkı işgal edilmiş bir ülkedeki direnişçilerin haklılık duygusuna benzer bir duyguyla bu inançlarının herkes tarafından paylaşılmasını bekledi. Oysa onlar için bu kadar net olan durum, bütün Türkler için o kadar da net değildi. Düşünmüyorlardı ki, sahip oldukları duyarlılık, sahip oldukları bilgiden kaynaklanıyordu ve geniş Türk kesimler o bilgiden mahrumdu. Yapmaları gereken şey, o bilgiyi bıkmadan, usanmadan kendileri dışındaki Türklere de taşımaktı. Bunu yapmazlarsa, bilgisizliğin duyarsızlığa, duyarsızlığın kibre dönüşüp bir ‘Türk sorunu’ olarak karşılarına çıkacağını öngörememişlerdi.”
En önemli istisna: Hasan Cemal
Bu görev hiç kuşkusuz esas olarak gazetecilerin üzerindeydi ve ne yazık ki yerine getirilemedi. İstisnalar vardı tabii, fakat bunlar hiçbir zaman “kural”ı bozacak kadar çok olmadılar. Bana, bu istisnalar içinde en başta geleni kimdir diye sorarsanız, hiç düşünmeden Hasan Cemal’dir derim.
Hasan Cemal, hiç kaybetmediği muhabir ruhuyla “ora”da ne olup bittiğini bıkmadan usanmadan anlattı bize. Gerek gazete yazıları gerekse Kürt sorunu üzerine yazdığı iki kitap olmasaydı, soruna ilişkin kavrayışımız, hiç şüpheniz olmasın bugünkü seviyesinin çok altında olacaktı.
Cemal’in bu ay piyasaya çıkan kitabı Kürt Sorununa Yeni Bakış: Barışa Emanet Olun! (Everest Yayınları, Ekim 2011) tıpkı bu çerçevedeki ilk kitabı olan Kürtler gibi yalnız akılları değil vicdanları da harekete geçirebilecek bir güce sahip.
Kitapta anlatılan gerçek öykülerden beni en fazla etkileyenlerden biri şu oldu:
“Dengir Mir Fırat Adıyamanlı bir Kürt. 2011 genel seçimlerine kadar AK Parti Adana milletvekiliydi. Ayrıca uzun yıllar AK Parti’nin genel başkan yardımcısıydı.
“CNN Türk’teki Tecrübe Konuşuyor programında Dengir Bey’e de sormuştum 2009’un eylül ayında:
“– Kürtçeyi nasıl öğrendiniz?
“Yanıtı çok içtendi.
“Ankara Hukuk Fakültesi’ne başladığımda Kürtçe bilmiyordum. 1960’ların başlarıydı. Bir gün Cebeci’de eski konservatuarın bulunduğu Atatürk Öğrenci Yurdu’ndan çıkmış yürüyordum. Sanıyorum 27 Mayıs’tı. O tarihlerde bu darbe bayram olarak kutlanırdı. Dikimevi’nin önünde, on beş yirmi metrelik şöyle bir pankart asılmıştı.
“– Kürdüm diyenin yüzüne tükürün! Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel.
“Gerisin geriye yurda, arkadaşlarımın yanına döndüm, Kürtçe öğrenmek istediğimi söyledim.”
Hasan Cemal bunları aktardıktan sonra soruyor kitabında:
“Dengir Bey’in bu sözlerinden sonra şimdi kendi kendinize sorabilirsiniz, Kürt meselesi nedir, onu yüreğimde biraz olsun hissedebiliyor muyum diye...”
Keşke daha çok Hasan Cemal’imiz olsaydı...
O zaman daha çok bilgimiz, daha az kibrimiz olurdu.
***
AK Parti’nin imamı ve cemaati
Başbakan Tayyip Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığının ilk aylarında kendisinin İstanbul’un aynı zamanda “imamı” da olduğunu söylemiş, o nedenle başkalarının günahından da sorumlu olduğunu hatırlatarak bir belediye mülkündeki sergi kokteylinde konulan içki yasağını savunmuştu.
Başbakan, o noktadan, önce “aksırıncaya, tıksırıncaya kadar içiyorlar karışıyor muyuz”a; oradan da son zamları savunurken “daha az içsinler”e geldi...
Erdoğan’ın içki meselesine bugünkü yaklaşımının, belediye başkanlığındaki yaklaşımından daha “seküler” olduğunu söyleyebiliriz... Fakat dikkat edin, üsluptaki otoriter ton hiç değişmiyor.
Başbakan’ın Meclis’te başörtüsü serbestliği konusunda sarf ettiği cümleler ise, bu meseleyi laik bir devletin perspektifinden ziyade din içerikli bir yaklaşımla ele aldığını ima eder bir içerikteydi. Taraf, Nietzsche’nin Böyle buyurdu Zerdüşt’üne göndermeyle kurguladığı “Böyle buyurdu Erdoğan” sürmanşetinde pek güzel özetlemişti durumu:
“Başbakan Erdoğan, BDP’nin ‘başörtüsü’ önergesi için pek tuhaf konuştu: Dini Zerdüştlük olan bir anlayışın böyle bir derdi olabilir mi? Dert, istismar.”
Eh, imam böyle olunca cemaat da şu haberdeki gibi oluyor:
“Meclis’te siyaset yapan BDP’ye de uyarılarda bulunan AK Parti milletvekili Şamil Tayyar, ‘Meclis’teki dilleri beni son derece rahatsız ediyor. (...) Onların kıbleleri farklı. Vahim şeyler olabilir. Böyle giderse Meclis’in ortasında evire çevire dayak yerler. Çatışmacı dil karşılığını bulur.”
AK Parti içinde, “bu dille olmaz”, “çıkmaz bu yol bir yere” diyecek, diyebilecek birileri yok mu?
alpergormus@gmail.com
TARAF