Süleyman Ateş’in “Haram Kavramına Çağdaş Yaklaşımlar” (Yeni Ufuklar Neşr., 2005) adlı eserini okudum. Ateş, haram kılınan yiyecekleri anlatırken, “De ki: Bana vahyolunanda, leş veya akıtılmış kan yahut domuz eti -ki pisliğin kendisidir- ya da günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka, yiyecek kimseye haram kılınmış birşey bulamıyorum.” (Enam, 6: 145) ayetiyle gayet uyumlu ve Buhari İ’itisâm, 3’ü kaynak göstererek şu hadisi aktarmakta: “Helal, Allah’ın Kitabında helal kıldığı şeyler, haram da Allah’ın Kitabında haram kıldığı şeylerdir.” Bu naklin ardından, “Ne yani şimdi eşek eti yiyebilir miyiz?” şeklinde bir sorunun gelmesi kuvvetle muhtemeldir. Cevap olarak şöyle diyeyim: “Eşek etinin yenilip yenmeyeceğine dair açık bir yasak yoktur, midesi kaldıran yesin. Bir şeyin haram olması ayrı, insanın yiyememesi ayrıdır. Olur ki başka bir ülkeye gideriz bir de bakarız ki eşek eti yiyenler var, bize düşen delil olmadığı halde ‘Haram yiyorsunuz.’ diye onları kınamak ve onların kendilerini tuhaf ev sahipleri hissetmesine neden olmak değil ‘Ben tavuk/inek eti alabilir miyim?’ demekle yetinip onları incitmemektir.”
Ateş, “De ki: Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin -sizin de onların da rızkını biz veririz-; kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve Allah'ın yasakladığı cana haksız yere kıymayın!” (Enam, 6: 151) ayetinde Allahu Teala’nın on yasağının sıralandığını ve son yasağın da “bölücülük yapmak” olduğunu ifade etmektedir. Bu çıkarım üzerine Ateş’in yeteri kadar düşünmediği söylenebilir. Bir açıdan bakınca da peygamberlerin gelişleriyle birlikte toplumları bölünmemiş midir? Zira İslam’ın temel hedefi milli birlik ve beraberlik değil, insanları tevhid ve adalet çerçevesinde bir araya getirmektir. Ayet metninde mevcut yasak haksız yere öldürmektir. Bunu bazen zorba devletler, bazen de zorba örgütler yapabilir. Sadece bölücülerin cana kıydığını ileri sürmek, devletlerin terörünü yok saymaktır.
Ateş eserinde, “Kadınların regl (âdet) hali normal bir özürdür. Kur'an onların o dönemde namaz kılamayacaklarından söz etmez. O, idrar tutamamak gibi bir özürdür. Nasıl cünüp kimse su bulamadığında teyemmüm yapıp namazını kılıyorsa âdetli kadın her namaz için abdest alarak namazını kılar. İbadete yasak yoktur. Kadın hasta halinde de namazını kılmalıdır. Kur'an-ı Kerim hayız (âdet) halindeki kadınla cinsel ilişki yapılamamasından söz ediyor da hayız halindeki kadının namaz kılamayacağını neden söylemiyor?” demektedir. Göründüğü kadarıyla yazar, mütevatir uygulamaya itiraz etmekle birlikte pek de içi rahat değildir. Zira ibadetin yasaklanamayacağından bahsetmekte ancak namazı terk etmekle milyonlarca namaz ehli hanımın “haram işlediğini” açıkça söylemekten geri durmaktadır. Sanki Ateş’in kanaati namazın âdet halinde onlara farz olduğu değil de mubah olduğudur.
Ateş, doktorlar ana rahmindeki bebeğin geri zekâlı, kendini yönetemeyecek derecede sakat ve kesinlikle spastik olacağına kara vermişlerse, ileride onun ve ailesinin yaşayacağı sıkıntı nazara alınarak aldırılmasının bir zorunluluk ve bu işin henüz organları tam teşekkül etmeden yapılmasının da caiz olduğunu söylemekte ve buna Kur'an’dan delil göstermektedir: “Erkek çocuğa gelince, onun ana-babası, mümin kimselerdi. Bunun onlara azgınlık ve küfür saracağından korktuk. Böylece istedik ki, Rableri onun yerine kendilerine, ondan daha temiz ve daha merhametlisini versin." (Kehf, 18: 80-81). Sözü söyleyen “Allahu Teala’nın katından bir ilim öğrettiği kimse” muhatabı da Hz. Musa’dır. Yazar, kitapta ayete verdiği mealde “…azgınlık ve küfür saracağından (onlara sıkıntı vereceğinden)…” parantez içi bilgisi vererek bu ayetten çocuk aldırmaya kendi anlayışına göre bir yol bulmaktadır. Halbuki vefat ettirilen çocuğun yerine Allahu Teala tarafından bahşedilen çocuğun “temiz ve merhametli” oluşundan anlaşılmaktadır ki, ilkinin sıkıntı verme gerekçesi “sağlık özrü” ile ilgili değildir.
En doğrusu Allahu Teala bilir.