Hangi Kürtler, hangi Türkler?

Mümtazer Türköne

Bejan Matur, Kürt sorununu yakıcı bir "insanî sorun"a dönüştürebilen ve böylece kalın zırhlarımızı delip yüreğimize seslenebilen yazarlardan. Şairliğin, üstelik kadın olmanın gücüyle önyargılarımızı yerle bir ediyor.

İdeolojilerin, siyasî kavgaların, koca koca kavramların altında ezilip yok olan insanı, etnik kimliğinden sıyırıp bize hatırlatıyor. Geçtiğimiz hafta Abant Platformu'nda özlü müdahaleleri ile de bunu sık sık yaptı. Yine bu haftaki yazısında bu saygıdeğer insanî çabasında sadece etkilemediğini, etkilendiğini de gösterdi. Kendi adıma Bejan Matur ile birlikte bütün hakikatlerin peşine güven ve uyum içinde düşebileceğimi düşünüyorum "Hangi Kürtler, hangi Türkler?" sorusunun cevabını aramak gibi.

Bejan Matur, Abant toplantısını değerlendirdiği "Demokratik haklar ve Türkiye'nin süs bitkileri" başlıklı yazısında (Zaman, 8 Temmuz) bir ortak payda oluşturması gereken kritik bir ölçü koyuyor. "Kürtler ve Türkler dediğimiz şeyin homojen hakikatler olmadığını görmek ve korkmadan 'Hangi Kürtler, hangi Türkler?' diye sorabilmek zorundayız. Kürtlerin hak taleplerinin muhatabının Türkler değil, devletin kendisi olduğu gerçeğinden başlayabiliriz mesela. Hiyerarşiyi yok edecek olan bilinç ancak böyle kazanılır." Meselenin püf noktası tam da burası. Bir Türk olan ben, Kürtlerin hak taleplerinin muhatabı değilim. Bambaşka bir varlığım. Kürtlerin hak taleplerinin bir parçasıyım. Bu taleplerin mütemmim cüzüyüm. Anadili Türkçe olan, Türk etnosuna mensup olduğunun farkında olan bir birey olarak ben Kürtlerle birlikte onların vazgeçilmez insanî haklarının talibiyim. İki sebebim var. Birincisi ben bir insanım. Bir insan olarak bir başka bireyin anadiline saygı göstermeyi (Abant toplantısı sonuç bildirgesinde yer aldığı şekilde) "insana saygı" olarak görüyorum. Bir insanın anadilinden dolayı aşağılanmasını, anadilinin kullanılmasına sınırlamalar getirilmesini dayanılmaz buluyorum. Bu durumda "hangi Türk" oluyorum? İkinci gerekçem rasyonel bir siyasî muhakemeye dayanıyor. Vatandaşının anadiline sınırlar koyabilen ceberut bir devletin benim özgürlüklerim için de tehdit oluşturduğunu biliyorum. Vatandaşını, etnik kökenine göre dezavantajlı bir duruma getirebilen, böylece temel insan haklarına riayet etmeyen bir devletin hukuk sınırları içinde kalmayacağını tecrübelerimle görüyorum.

Türk ve Kürt olmanın diyalektiğinden değil, dikotomisinden bahsediyoruz. Bu dikotomiyi biz icat ediyoruz. Kürt sorunu etnik bir sorun mu? Evet. Ama bu sorun benimle Kürtler arasında değil bütün Türkler ve Kürtlerle devletin arasında. Kuzey İrlanda'da olduğu gibi birçok ülkede iki halk arasındadır; devlet de bu sorunu çözmeye çalışır. Bizde ise bu sorun vatandaşını tektipleştirmeye çalışan, bunun için kısır aklıyla yasaklar getiren, ceberutluğunu sürdürebilmek için bu sorunu istismar eden, şiddet üreterek kendine meşruiyet arayan bir devletle benim aramda. Kürt'ü benim konuştuğum dili konuşmaya zorlayan devlet, beni el üstünde mi tutmuş, bana bir paye mi vermiş oluyor? Tekrarlıyorum: Kürt sorunu Türklerle Kürtler arasında bir sorun değil. Bütün vatandaşlarla devlet arasında bir sorun. Çözümü de devletin demokratikleşmesi ve hukuk sınırları içine çekilmesi.

Kürtlerin hain olarak niteledikleri Kürtler bile, aslında Türklerin değil, devletin safına geçen Kürtler. Devlette görev alan Kürtler ile özel sektörde yer alan Kürt seçkinlerini karşılaştırınca durum daha kolay anlaşılacak. Kürt sorunu, ulus devlete dair bir sorun. Ama bu sorun ulus devletin ulusuyla değil, devletiyle alâkalı.

Leyla İpekçi'nin, hiyerarşiyi ortadan kaldırmak için çare olarak gösterdiği "anlamak" eylemine salim bir akılla girişmeliyiz. Hiyerarşi Kürtle Türk'ün arasında değil, devletle hepimizin arasında. Ben bir insan olarak Kürt olanın yaşadığı her şeyden acı duyabilirim. Ama devletin kendi başına duyguları yoktur. Benim o duyguları devlete hissettirmem gerekir; demokratikleşme denilen şey de tam bu yüzden insanî bir süreçtir.

ZAMAN