Hamza Türkmenle Suriye ve Ortadoğu Üzerine

Timetürk’ten Tuğçe Çirağ, Hamza Türkmen ile Ortadoğu üzerine kapsamlı bir ropörtaj gerçekleştirdi.

Hamza Türkmen’nin önümüzdeki günlerde yayınlanacak olan “Gelecek Tasavvurumuz ve Ortadoğu İntfadaları” kitabı üzerinden Ortadoğu’da yaşanan değişim sürecini Türkiye İslamcılığına yansımaları üzerinden bir söyleşi gerçekleştirdik. Ropörtajda Tunus, Mısır, Libya, Irak ve Suriye analizleri yapan Türkmen’le gerçekleştirdiğimiz söyleşinin ilk bölümünü siz okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz;

Röportaj: Tuğce Çirağ / Timetürk

Ortadoğu'da yaşanan halk ayaklanması sizce Emperyalist güçlerin koordine ettiği bir hareket midir yoksa uyanış mıdır?

Hamza Türkmen: Türkiye’deki İslami uyanış büyük ölçüde Ortadoğu İslami hareketlerinden etkilenmiştir. Bu hareketler bir asırdan beri modernizmin dayatmalarına direnerek ve gelenekçi yapının zaaflarını aşmaya çalışarak birçok mağduriyet ve trajik acılara rağmen bir inşa ve ıslah faaliyeti içinde olmuşlar; mücadele metodu konusunda birçok deneyimler yaşamışlardır.

Ortadoğu I. Dünya Savaşı sonrasında tamamen Avrupalı devletlerin işgali altındaydı. İslam’ın yaşayan gücünü ifade eden ıslah hareketleri ise, hem iç istibdat ve çözülmeye, hem işgal olgusuna karşı, geleneksel cemaatlerin tepkilerini de yönlendirerek karşı durmaya çalıştılar. Urvetu’l Vuska hareketinin 19. yüzyılın sonlarında mayalandırdığı direniş ve öze dönüş hareketlerinin oluşturduğu tohumlar Kuzey Afrika’dan Mısır’a, Suriye’den İran’a Hint Alt Kıtası’na kadar filiz verdi. İşgalciler halkın İslami değerlerini çözmeye, devşirilen veya sığınmacı elitlerle işbirlikçi yönetim mekanizmaları oluşturmaya çalışırken; İhvan, Ulema Cemaati, Cemat-i İslami, Hizbu’t-Tahrir gibi ıslah yönelimli hareketler ise halkın İslami duyarlılığını artırmaya ve bilinç seviyesini geliştirmeye çalışıyorlardı.

Ortadoğu hareketleri Türkiye İslamcılığından hem birikim hem pratik açısından oldukça ileridir. Ve İslami hareketler mücadele metodlarının bütün çeşitlerini deneyerek ve sınayarak sünnetullaha uygun harekat hattını kavramak konusunda oldukça tecrübe kazandılar. Ve Cezayir’de FIS’le başlayan alttan gelen dalga, bölgede çıkarları olan ABD ve işbirlikçilerini oldukça rahatsız ediyordu. Saddam Hüseyin bahane edilerek 2003 yılında Irak işgal edildi. ABD Suriye ve İran’a yönelecekti. Elinde Ortadoğu ülkelerindeki diktatörlük rejimlerini İslami hareketlere kaptırmamak için BOP planı vardı. BOP ile bu ülkelerde insan hakları, demokrasi, kadının özgürleştirilmesi hedefleri doğrultusunda seküler ve liberal reformlar planlanıyordu. Ama olmadı.

BOP üç alanda yara aldı. İlkin, Türkiye’de ABD’ye tam bağımlılığı ifade eden 1 Mart Tezkeresi TBMM’de reddedildi. İkincisi olarak, Irak İslami direnişi ABD’nin yayılma planlarını rafa kaldırdı. Üçüncü olarak, Filistin’deki genel seçimler umulanın aksine HAMAS ve Mısır’daki kısmi mahalli seçimler de Hüsnü Mübarek’e karşı İhvan-ı Müslimin taraftarlarınca kazanıldı. BOP’la hedeflenenin aksine bir gidişat olunca ABD ve işbirlikçileri tekrar yerel diktatörlere sarıldılar ve yerlerini tahkim etmeye çalıştılar.

Türkiye ise muhaliflerin ve biz Müslümanların yaptığı basınç sonucu ve haysiyetli bazı mebusların risk üstlenmesi neticesinde BOP dayatmasından kurtuldu. 1 Mart Tezkeresi’nin iptali Hükümet’i dış politika konusunda gittikçe bağımsız bir çizgiye çekti ve Türkiye’nin işbirlikçi ilişkilerinde paradigma değişimi olmaya başladı.

Ortadoğu isyanı veya intifadası işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk, hukuksuzluk ve yönetimde keyfilik yanında; en fazla Gazze bombalanırken Ortadoğu halklarının sokağa çıkmasını tutuklamalarla ve şiddet kullanarak bastıran işbirlikçi rejimlere duyulan öfkenin patlaması ile ortaya çıktı. Bu başat sorunların her ülkede yaygın olarak var olması uyanışı son derece hızla yaygınlaştırdı ve kitleleştirdi. ABD’nin ve tüm işbirlikçilerin bu hız ve kitleleşme gücü karşısında sadece acziyetleri ortaya çıktı.

Ama ABD’yi kadir-i mutlak gören komplocu liberal, sol, anarşist ve sığınmacı anlayışlar halkın gücüne rağmen, CIA’nın, MOSSAD’ın yaydığı psikolojik harp bilgilerine ve uzantılarının Batılı medyada oluşturduğu spekülasyonlara inandılar. Bu konuda İran ve Hizbullah geç de olsa Eylül 2011 ayında Ortadoğu ayaklanmalarını “devrim” olarak selamladı ve bu kalkışmaların, emperyalizmin aleyhine halkın özgücüne dayandığını ifade ettiler. Ancak konu Suriye’deki ulusal ve mezhebi çıkarlara gelince İran da Hizbullah da çift kutuplu dünyadan kalma siyasi söylemin alışkanlıklarını terk edemediler ve Suriye halkının ve Müslümanlarının yanında yer alamadılar.

Ortadoğu İntifadası adında bir kitabınız çıkacak. Dış basında ve Türkiye’de Arap ülkelerindeki ayaklanmalar Arap Baharı olarak adlandırılıyor. Fakat siz “İntifada’’ kavramını kullanıyorsunuz. Bunun sebebi nedir?

H. Türkmen: Çıkmakta olan kitabın adı “Gelecek Tasavvurumuz ve Ortadoğu İntifadası”. Biz Ortadoğu ayaklanmalarına “intifa” demenin daha doğru olacağını düşünüyoruz. Zira devrim kavramını ıslah temelli bir değişim olarak kullandığımızda vakıayı karşılamıyor. Devrim batılı bir kavram olarak belki revolution’u hani ihtilali, hükümet darbesini ifade edebilir. “Ortadoğu Devrimleri” diktatörleri devirmek, ihtilal anlamında kullanılabilir.

Arap Devrimi veya Arap Baharı kullanımında, Arap ulusçuluğunu ön plana alan bir yaklaşım var. Arap Bahar terkibi ise, olaylar ilk başladığından Batılı ajanslar tarafından kullanıldı. Amaçlanan 1968 Çekoslavakya olaylarındaki liberalizme öykünen Prag Baharı’nı Ortadoğu’da yeniden estirebilmekti.

Arap Baharı kullanımı yerine, muhalif direniş güçlerin ittifakını temsil eden intifada ifadesi ise vakıaya daha uygun. Filistin intifadası, isyanı veya ayaklanması bu konuda önemli bir örneklik. Arzuladığımız küresel intifada, Ortadoğu intifadasına adım atmış durumda.

İntifada kımıldamak, silkinmek, her türlü kirden ve pislikten temizlenmek, düşmandan emin kılınmak, yolunu yitirmiş insanlara rehberlik yapmak gibi anlamlara gelmektedir. Bu konuda Filistin İntifadası örnek bir modeldir. Gasıplara, güvenliği yok edenlere karşı muhalif güçlerin veya bileşenlerin mücadele birliği yapmasıdır.

Diktatörleri yıkılan devletlerde demokrasilerin yerleşme süreci farklılık gösterir mi? Neye göre farklılık gösterir?

H. Türkmen: Tunus, Mısır, Libya için; kısmen Fas ve Yemen için intifada, özgürlük mücadelesinde muhalif bileşenlerle birlikte diktatörlere karşı verilen mücadelenin ilk aşaması idi. Hala Suriye’de intifada gündemdedir; Cezayir, Ürdün ve KİK ülkelerinde ise intifadaya duyulan özlem potansiyel biriktirmektedir.

İkinci aşamadaki en önemli sorun ülke yönetiminin nasıl olacağı ve Müslümanlar dahil farklı kimliklere sahip olan bileşenlerin kendilerini nasıl var kılabilecekleri, yönetimde ve tebliğde kendilerini ifade edip edemeyecekleridir. Bu konuda Müslümanlar saltanat sistemlerinden yeni kurtuldukları için ortak yönetim formu olarak şura sistemini sunma birikimine sahip değildirler. Bu ülkelerde şura denilince akla daha ziyade askeri şura gelmektedir. Bu nedenle de Mısır İhvan’ı demokrasiyi Batılı ve felsefik anlamıyla değil, ödünç bir kavram olarak seçimler boyutuyla kullandığını ifade etmektedir. Zaten en laik potansiyele sahip olan Tunus’un bile anayasasında İslam bir mihenk taşıdır. Örneğin Mısır Anayasası’nın ikinci maddesine göre sözde de kalsa hiçbir kanun maddesi şer’i kurallara aykırı olarak çıkamaz.

Her ne kadar liberal, sol ve ırkçı tipler ve akımlar bu ülkelerdeki demokrasiyi Batı paradigmasının bir parçası gibi okusalar da halk nezdinde itibarları bir ağırlık teşkil etmemektedir. O zaman ödünç bir kavram olarak ama çok kültürlülüğün siyasi yönetime katılmasını ifade eden demokrasinin veya seçimlerin, ne kadar serbest uygulanıp uygulanmadığı, ülkede vesayet sisteminin ne kadar geriletilip geriletilmediği sorularına göre farklılıkları olacaktır.

Suriye'deki olayların üzerinden 1 yıl geçmesine rağmen uluslararası kamuoyunun tavrını ve Baas rejiminin yaptığı katliamlarıyla ilgili neler söyleyebilirsiniz? Suriye'de akan kanın durması için neler yapılabilir?

H. Türkmen: Suriye, 1916 Sykes-Picot Antlaşması doğrultusunda 1921 yılında Churchil başkanlığında yapılan I. Kahire Konferansı’nda biçimlendirilmiş kolonyalist bir ülke.

Fransa 1944 yılı başında bu ülkeden çekilirken arkalarında kendi elleriyle eğittiği ve kurduğu sistemi ayakta tutacak bir bürokrat tabaka bıraktı. Bu bürokrat tabaka Fransız işgalcilerin de çeşitli oyunlarıyla bağımsızlık sonrasında ülke yönetimini ele aldılar. Ortadoğu İntifadası’nın yükseldiği Tunus’tan Ürdün’e kadar uzanan ülkelerdeki bu kolonyalist yapılanma biçimi pek farklı olmamıştır. Bağımsızlık sonrası Suriye bir darbeler ülkesi oldu.

1963’te General Hafiz el-Emin’in öncülüğünde gerçekleştirilen darbe Arap ırkçısı ve sosyalist Baas Partisi’nin iktidarı ele almasını sağladı. Savunma Bakanı olan Nusayri asıllı Hafız Esad ise 23 Kasım 1970’te gerçekleştirdiği darbeyle yönetimi ele geçirdi.

İhvan-ı Müslimin’in Mısır’dan sonra en büyük kitle tabanı oluşturduğu yer Suriye idi. Suriye’deki muhtemel İslami gelişmeyi engelleyebilmek için Esad iktidarı 1980’de çıkarttığı bir kanunla İhvan-ı Müslimin’i yasakladı ve önde gelenlerini idam etti. İhvan’ın tepkisi 1982’de halk ayaklanması şeklinde belirdi. Ancak aynı yıl Hama şehri Esad rejimi tarafından bombalandı, katliamda 30 bini aşkın insan öldürüldü, 20 bin kişi kaybedildi, on binlerce Müslüman tutsak edildi ve tam 800 bin kişi idam edilmemek veya müebbed hapis cezası almamak için ülkeyi terk etti. Bütün bu insanlık suçlarına karşı Batı ve Batılı insan hakları kuruluşları üç maymunu oynadı. Çünkü Suriye’de İslami bir yönetim olacağına, Arap ırkçısı ama laik ve Batıcı bir kadronun kolonyalist bir mantıkla iktidarda olması tercih edilmekteydi. Tek sorun Suriye’nin taktik gereği SSCB ve İran’ı müttefik edinmesiydi.

2000 yıllında babasının yerine geçen Beşşar Esad ise ekonomide liberal bir kalkınma yolunu tercih ederken, hak ve özgürlükler konusunda hiçbir açılım yapmadı. Babası döneminden hapishanelerde bulunan 20 bini aşkın İhvan üyesinin şartlarında hiçbir iyileştirme olmadı. Üstelik sadece düşünce ve örgütlenme suçu dolayısıyla farklı kimliklerden 5 bina yakın kişi daha mahkum edildi. 2011 Mart’ında Tahrir Meydanı’nda taşınan pankartlardaki sloganları Der’a şehrinin duvarlarına yazan çocuklar tutuklanıp işkence ile öldürülünce, Ortadoğu İsyanı’nın dalgaları Suriye şehirlerinde de hissedilmeye başladı. Üç ay boyunca Suriye diktatörünü sivil protesto gösterileri sürdü. Sivil ve silahsız olan bu protestolarda her zaman 2-3-5 kişi öldürüldü. Ama muhalefet silaha el atmadı. Ama katliam 50’li 100’lü rakamlara ulaştığında, dağılmış elemanlarını yeni yeni toplayan İhvan başta olmak üzere Suriye İntifadası’nın bileşenleri korunmak amacıyla silaha sarıldılar.

Suriye’de bir yıl boyunca sistemin halka saldırısı söz konusuydu. Esad rejiminin askeri birliklerinden kaçan asker ve subayların öncülük ettiği Özgür Suriye Ordusu, tamamen spot piyasadan edindiği hafif silahlarla bir savunma cephesi oluşturmaya çalıştı. Kitlesel protestolara sahne olan cuma namazları Nisan 2012 ayında 600 noktada kılınırken, tüm katliamlara rağmen Mayıs 2012 ayında 700 noktaya ulaştı. Esad, özgürlük ve hukuk isteyen halkının üstüne Fransızlardan daha da vahşi bir şekilde tanklarını, uçaklarını, füzelerini sürdü. Durumun vahametine sadece Humus şehrini örnek verebiliriz. 750 bin kişilik Humus şehrinin üçte ikisi tahrip edilmiş durumda. Halkından 500 bin kişi Suriye kırsalında muhacir hayatı yaşıyor.

Nisan ayında İstanbul’da Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun gayretleriyle İstanbul’da toplanan ve 83 ülke temsilcileriyle yapılan Suriye’nin Dostları Toplantısı’ndan Türkiye’nin gayreti dışında zikre değer hiçbir olumlu adım atılmadı. Annan Planı, sadece Esad’a yapacağı katliamlar için 15 günlük daha süre tanımış oldu. ABD ve İsrail, Esad Rejimi’ni sevmese de; eğer yerine İslamcılar gelecek ise Esad’ın zayıflayarak da olsa iktidarda kalmasından yana bir tavırları var. İngiltere hariciyesi ise, Avrupa’nın Rusya’dan doğal gaz akışını riske atmamak için Rusya’nın üss olarak gördüğü Suriye’ye tavır almayacaklarını bildirdi.

Suriye’de öldürülen insan sayısı 15 bine yaklaştı. 70 bin işkence altında tutuklu var. 5 bir kişi kayıp. 200 bin kişi sınır dışına kaçmış durumda. Son Hula katliamı tüm dünya kamuoyunun gözleri önüne Suriye gerçeğini çıplak bir şekilde sergiledi. Suriye Bosna’dan farksız. Ama saldıran dış güçler değil, bizzat iktidardaki katil Esad yönetimi ve Es Es’ler gibi oluşturduğu Şebbiha katliam çeteleri. Suriye’deki katliamda bir akıl tutulmasını yaşayan, ümmetin maslahatı yerine çift kutuplu dünya söyleminden kalma bir tevilcilikle ulusal çıkarlarını hesaplayan İran ve güdümündeki Hizbullah, maalesef ki Esad’a verdikleri destekle Suriye’de akan kanın sorumluluğunu taşıyorlar. Ve bugünkü İran çözüme değil, kaosa ve Sünnileri mezhep kavgasına kışkırtmaya oynuyor. Bu hal İran İslam İnkılabı’nın değerlerinden bir sapma, bir inhiraf.

Dışarda, İran ve Rusya Katil Esad Rejimi’nin arkasında duruyor. İsrail ve ABD, Esad’ın Suriyeli Müslümanlarca devrilmesine sıcak bakmıyorlar. Türkiye ise katil iktidarın değil, hak ve özgürlük arayışı içinde olan mazlum Suriye halkının yanında duruyor. Muhalefetin ise bunca bedel ödendikten sonra ve bunca da bedel ödemeye hazır bir motivasyonu var iken iki taraf arasında bir uzlaşmanın olması mümkün görünmüyor. Esad ve rejimi mutlaka gidecek. Kısa vadede veya uzun vadede.

Suriye muhalefeti ABD veya AB ülkelerinin müdahalesini istemiyorlar. İstedikleri sadece Ortadoğu ülkelerinden kendileri için Müslüman halkın ve cemaatlerin temin ettiği silahların kendilerine ulaştırılması. Türkiye ise uluslarası ilişkileri gözettiği için bunu engelliyor. Artık Suriye’de kan akmasının önlenmesinin tek yolu, Esad rejiminin yıkılması ve muhalefetin başta İhvan ve selefiler olmak üzere Türkmen, muhalif Kürtler ve Durzi bileşenlerin desteklenmesidir. İki taraf Sünni veya Şii değildir. Bir taraf ağırlıklı olarak Müslümanlardan, Sünnilerden, milli dindarlardan, kısmen de Dürzi kesimden oluşuyor. Öteki taraf ise tamamen Batıcı, laik, ırkçı ve çoğunluğu panteist olan azınlık Nusayrilerden oluşan Baasçılar. Hıristiyanlar ve tüccar kesiminin önemli bir kesimi ise olayların seyrini izliyor. Baasçılar Şii olmadığı için Suriye’de bir Şii ve Sünni hesaplaşması yok; açıkça zalimler ile Müslümanların ve insanlığın bir savaşı söz konusu.

Bu konu Sezai Karakoç Bey’in dediği gibi masa başında kalemle halledilecek bir konu olmaktan çıkmıştır. Kimse Çiçek Çocukları’nın edebiyatını yapmamalıdır. Bu konunun edebiyatla değil, Hz. Muhammed ve arkadaşlarının Bedir’de saldırganlara karşı aldığı tedbir ve savunma savaşı ile ciddi bir ilgisi vardır. Suriye’de kanın durması, aynı Bosna’da olduğu gibi Suriye Müslümanlarının ve muhalefetinin arkasında durmamıza bağlıdır.

Ortadoğu İntifadası 'nın baş gösterdiği Tunus'ta Zeynel Abidin’in yönetimi bırakması, ülkenin seçim sürecine girmesi ve seçim sonrası dönem diğer ülkelere nazaran daha düzenli oldu. (En azından bize öyle yansılıtıldı) Tunuslular bunu neye borçlu?

H. Türkmen: Tunus'da 1956 yılı itibariyle Fransızların kolonyalist bir ülkesi olarak var oldu. Batı’nın Tunus’taki işbirlikçisi de Habib Burgiba idi. Burgiba, Batılılaşma çabalarında Atatürk’ü örnek almıştı. Zeynel Abidin Bin Ali ise 1988 tarihinde, İslam düşmanı ve Batıcı Burgiba misyonunun bir devamı olarak iktidarı ele aldı.

Tunus’da Urvetu’l Vuska – Şeyh Abdülhamid Bin Badis çizgisinin devamı olan, 1969 yılında kurulan hareket İslami Yöneliş idi. Bu hareket ve devamı olan Nahda, rejimden büyük darbeler aldı; lideri Raşid Gannuşi Avrupa’ya kaçmak zorunda kaldı. Ama bu çizgi illegal irtibatlar ağına çekilse de silinemedi.

Başörtüsü yasaklarıyla birlikte kamusal alanda İslami olan her şeyin sesi kısıldığı bir süreçte, baskı altında da olsalar sosyalist ve liberal akımlar Avrupalı güçlerden destek alarak var olabildiler. Tunus’taki diktatörlük rejiminin muhalefetin ortak kararlılığı ile devrilmesi ve Bin Ali sonrası sürecin daha düzenli görülmesi, Raşid Gannuşi ve arkadaşlarının İslami kimliklerini gizlemeden gerçekleştirdikleri isyanın intifa fıkhına dayanmasını daha açık-seçik okumaları nedeniyledir. Gannuşi, ötekilerle birlikte yaşamanın Hz. Ömer Dönemi’nde örneklendirilen Kudüs yönetim modelini iyi çözümlemiş durumda. Ayrıca alternatif bir İslami iktidar modeli ve kapitalist ekonomik modelden ayrışacak alternatif yeni bir üretim-tüketim modeli oluşturabilmek için oldukça nitelikli kadrolara, kitlelerin eğitilmesine ve iman birlikteliğine; bütün bunlar için de zamana ve merhaleci bir mücadele bilincine ihtiyaç vardır. Kanaatimiz odur ki sünnetullaha uygun olan bu istikameti Gannuşi ve arkadaşları istişari planda oldukça tutarlı okuyabilmektedirler.

Yeni çıkacak kitabınız hakkında bilgi verebilir misiniz?

H. Türkmen: “Gelecek Tasavvurumuz ve Ortadoğu İntifadası” kitabım, aslında Türkiye’de veya tüm Ortadoğu ülkelerinde olsun, Müslümanların içine düştükleri acz ve çürüme halinden nasıl arınabilecekleri; bu konuda sünnetullaha uygun bir hat ve istikameti nasıl yakalayabilecekleri ve öncelikli hedeflerinin ne olması gerektiği hakkında kaleme alındı. Aralık 2010’dan itibaren yaygınlaşan Ortadoğu ayaklanmaları veya intifadaları da bu tasarımı veya soruları işlemek ve örneklendirmek açısından ciddi bir tevafuk oluşturdu. Aslında bu çerçeveyi, kitabın arka kapak yazısı da şu şekilde özetliyor:

“İç zaaflarımızdan ve sömürgecilerden kaynaklanan tüm acılara, imkânsızlıklara, zulüm, sömürü ve katliamlara rağmen coğrafyamızda yaşatılan fıtrat ve Kur’anî hayat çizgisi, İslam’ın yaşayan gücüydü. Ve nihayet 21. yüzyılın başında uyanış baharının kitlesel kokusu hissedildi. Sömürgeciler tarafından tanımlanan Ortadoğu’da yasak ve ifsad barajları aşılmaya; işbirlikçi diktatörlerin koltukları sallanmaya başlandı.

Artık Arap, Berberi, Kürt, Türk-Türkmen, Siyah derili, Fars vd. Müslümanların gelecek ümitleri birbirine bağlı. Önceki asırlardan devralınan ataletin kirleri de, Batılıların zihinlerimize ve topraklarımıza çizdiği sınırların zilleti de aşılma eşiğinde. Çorak toprak yeşeriyor. Sünnetullah’la bütünleşecek “alttan gelen dalga” özlemi, ilk defa kitlesel ve tutarlı bir karşılık buluyor. Ortadoğu İntifadası öze dönüş ve ıslah çabalarına yeni kapılar açıyor.

Ortadoğu İsyanı’yla korku duvarları yıkılıyor. Bu süreçte oluşturulmaya çalışılan imkânlar, aslında Rasul (s) ve Rasul’le birlikte olanların Habeşistan ve Yesrib hicretleriyle aradıkları daha güvenli ortamları çağrıştırıyor.

Gelecek tasarımlarımızın omurgası, Ortadoğu’ya yayılan direniş, ıslah ve inşa faaliyetlerinden ayrı değil. Geleceğimizi güvenli kılmak için bu faaliyetleri Kur’ani ölçülerle çoğaltabilmeli, bilinç ve kararlılığımızı yükseltebilmeli, İslami şahsiyetlerle istişâri mekanizmalarımızı kurumlaştırabilmeliyiz.”

Ayrıca kitabın ikinci bölümünde sırasıyla Tunus, Mısır, Libya, Yemen, Bahreyn, Fas, Cezayir, Ürdün, KİK ve Suriye ülkeleri ve halkın aktivitesi Ortadoğu İntifadası bağlamında Mayıs 2012 ayının ilk haftasına kadar işleniyor ve tartışılıyor.

Röportaj Haberleri

Suudi Arabistan'da İslam, sekülerleşme ve Bin Selman reformları
“Filistin özgürleşmediği sürece, bu travma asla geçmeyecek”
Netflix abonelerine yalnızca eğlence değil "politik görüşlerini" de satıyor
Nazmul İslam: Bangladeş’te devrim bir süreç esas mesele şimdi başlıyor!
"Sinvar’ın yolunu sürdüreceğiz"