“Suriye sorunu” boyutlanıp, büyürken kafa karışıklığı da tam gaz devam ediyor. Kürt milliyetçileri ve sol camianın, sürecin başından itibaren sergiledikleri adaletsiz ve tutarsız tutumlar Kobani hadisesiyle birlikte tavan yapmış durumda. Her vesileyle Müslümanları anti-emperyalizm testine tabi tutma işgüzarlığını elden bırakmayan bu çevreler iktidar kavgasında kaybetme riskiyle karşılaşınca bir anda herşeyi unutup emperyalizmin yedek askeri rolüne soyunma ilkesizliğine savrulabildiler. Şaşırtıcı olmadı elbette! Gayet iyi bildiğimiz ama muhataplarınca mahir bir tarzda saklanan, örtülen bir gerçeği dışa vurmuş oldular böyle yapmakla.
Şaşırtıcı olan, üzücü olan İslami camiada yaşanan kafa karışıklıkları, tutarsızlıklar!
Düne kadar ABD öncülüğünde oluşturulacak bir koalisyona doğal olarak mesafeli olunması gerektiğini yazan çizen, vurgulayanların bir kısmının Türkiye’nin önceki pozisyonundan çark etme sinyalleri vermesiyle birlikte süratle pozisyon değiştirmeye başladıkları görülüyor. Hükümete bitişik nizam faaliyet sürdürme uğraşısı içindeki basın yayın organlarının hali içler acısı! Esed vahşetine ilişkin olarak dahi bugüne kadar sergilenmemiş bir duyarlılığın şimdi IŞİD üzerinden köpürtülmeye çalışıldığını ibretle izliyoruz. Manşetler, köşe yazıları, haberler IŞİD heyulasına karşı acilen tedbir almanın farziyetini içeren mesajlarla, imalarla dolu.
Yazık, çok yazık! Adalet duygusu, bağımsızlık erdemi bu kadar örselenmemeli, iktidar sahipleriyle ilişkileri muhafaza kaygısı Allah korkusunun önüne geçmemeli!
Şüphesiz egemenler nezdinde akreditasyon endişesi merkeze alındığında bu tür yalpalamalar kaçınılmazdır. Kürdistan coğrafyasında faaliyet yürüten İslamilik iddiasındaki bazı kuruluşların yaptıkları da bundan farklı değil. ABD’nin vahşice İslami direniş mevzilerini vurduğu bir ortamda camiden çıkıp IŞİD’in Kobani’ye saldırısını lanetlemek ve üstelik de bunu yaparken ABD zulmüne dair tek kelime etmemek neyin göstergesi olabilir? Acaba bu eylem Alemlerin Rabbinin rızası için midir yoksa bölgede hakim güç PKK’ye ve belirleyici atmosfer olan Kürt milliyetçiliğine selam çakmak mıdır?
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!”
Müslümanlar tutarlı olmak zorundadırlar; haktan, adaletten yana tavır almak, kardeşlik hukukunu gözetmek zorundadırlar; birbirlerine karşı merhametli, kafirler güruhuna karşı ise izzetli durmak zorundadırlar! Tutarsızlığa düşmek, yalpalamak, zor karşısında haktan taviz vermek yakışmaz!
Suriye hadisesi başladığından beri maalesef İslami camia içinde çokça çelişkiye şahit olduk, yaralayıcı tutum alışlarla ya da tavırsızlıklarla karşılaştık. Bu olumsuzluklara susmadık, susamazdık. Bu yüzden pek çok dostumuzla münasebetlerimiz zayıfladı, hatta kesildi. Şüphesiz dostlarımızla yaşadığımız bu can sıkıcı durumlar üzücü oldu, yaralayıcı oldu. Mamafih gördüğümüz halde görmezden gelemezdik; “bize ne” deyip geçemezdik. Yanıbaşımızda “sadece Allah’a boyun eğeriz” dedikleri için kardeşlerimizin bunca bedel ödediğine inanıyorsak, bedel ödemekten kaçınamazdık! Şüphesiz dostlarımızla, kardeşlerimizle münasebetlerimizde ortaya çıkan bu olumsuzluk yaralayıcıydı ama “dilsiz şeytanlardan olmaktansa varsın yakınlarımızı kaybedelim” demekten başka çaremiz yoktu.
Şimdi bir kere daha “İslami camia” imtihanda. “IŞİD bahane” sözü sloganik bir ifade değil sadece! Gerçekten IŞİD üzerinden taşlar bir kere daha yerine oturtulmaya çalışılıyor. Yerimizin neresi olacağı hususunda çetin bir imtihan bekliyor hepimizi.
Şaşırtıcı tavır alışlara, tepkilere şahit oluyoruz. Hilal Kaplan’ın Yeni Şafak’taki köşesinde yayınlanan “Öcalan, PYD ve çözüm süreci” başlıklı (29 Eylül) yazısındaki bir cümle dikkatimizi çekiyor mesela. PYD/PKK’nın Suriye devrimine karşı başından itibaren takındığı ikircikli tutumu ve bilhassa da Türkiye’ye karşı sergilediği tutarsız yaklaşımı net bir şekilde tahlil ettiği yazısında yer alan şu cümle sizce bir Müslümanın rahatlıkla sarf edebileceği bir cümleye benziyor mu? “…PYD'nin IŞİD'e karşı desteklenmesini arzu eden birisi olarak soruyorum…”
IŞİD’e ilişkin söylenebilecek şeyler fazlasıyla söylendi, tekrar etmeye gerek yok. Bismillahla başlar gibi her söze IŞİD’den teberri faslıyla başlamak mecburiyeti hissetmiyorum. IŞİD’i temize çıkartmak, savunmak, ilerleyen safhalarda tabi olmak gibi bir niyetimizin olmadığını bir nakarat gibi tekrarlamaya lüzum duymuyorum. Mamafih IŞİD’e karşı duyulan öfke ve karşıtlığın IŞİD üzerinden yansıyan çelişkilerle yüzleşme zorunluluğunu örtemeyeceğinin de altını çiziyorum.
Nereden nereye?
MAZLUMDER Genel Başkanı Ahmet Faruk Ünsal kardeşimin “ Işid'i durdurma bahanesiyle kurulan koalisyon ve bu koalisyona Türkiye'nin katılımına dair” yaptığı basın açıklaması var önümde. “IŞİD’i Önlemenin Yolu, ABD Öncülüğündeki Şiddet Koalisyonuna Katılmak Değildir!” başlıklı bu açıklamada Türkiye’nin ABD öncülüğündeki bu oluşuma katılmaması gerektiği çok net biçimde vurgulanmış. Kendisinden Allah razı olsun! Coğrafyamızdan örneklerle bu emperyalist zalimlerin Müslüman halklar için asla olumlu bir adım atmayacaklarını ve Türkiye’nin böylesi bir oluşuma dahil olmasının zulüm olacağını hatırlatmış.
Ne var ki, basın açıklaması sadece emperyalist ikiyüzlülüğe dikkat çekmekle ve buna alet olunmaması gerektiğiyle bitmemiş. Keşke bu kadarıyla yetinseydi! Basın açıklamasında şöyle bir kısa paragraf da yer alıyor:
“…Türkiye, kendi kadim ülkelerinde istedikleri gibi yaşamak isteyen Rojava halkına, “ya tabi olmaya ya da ülkelerini terke” mecbur bırakan işgalci IŞİD unsurlarına karşı korunmaları için her türlü yardımı yapmalıdır. Daha önce Suriye Türkmen’lerine kendilerini korumaları için gerek duydukları yardımı gönderen Türkiye’nin aynısını Rojava için de yapması hem tutarlılığın hem de Çözüm Süreci’nin bir gereğidir.”
Yani özetle PKK sözcü ve uzantılarının günledir hiç yüzleri kızarmadan dillendirdikleri “silah yardımı” talebi dolaylı bir ifadeyle tekrar edilmiş oluyor.
IŞİD ile PKK savaşında PKK’dan yana taraf olma ve bu tercihi de “Kürt halkının kadim ülkesinde istediği gibi yaşama iradesi” gerekçesiyle savunma yanlışını geçiyorum. Aynı şekilde PKK’nın silahlandırılması çağrısının Rojava halkının savunulması adı altında biraz mahcup, biraz örtük bir tarzda dillendirilmesinin içerdiği garabeti de!
Ama şunu geçmiyor, geçemiyorum ve soruyorum: Ahmet Faruk kardeşim, bugüne kadar zalim Esed vahşetine karşı Suriye halkının kendini savunabilmesi için bir şey talep etmiş miydiniz?
Suriye Kürdistanı’nda biri kanton, diğeri devlet olma iddiasındaki iki örgüt savaşıyor. Öyle iddia edildiği gibi sivillere yönelik bir katliam falan da yok. Halbuki Suriye’nin muhtelif şehirlerinde Esed rejimin on binlerce insanı katlettiği ve katletmeye de devam ettiği biliniyor.
Bugün “IŞİD canavarına karşı kendisini savunabilmesi için Rojava halkına yardım edilmesi” gerektiğini söyleyen siz, Esed rejimine karşı direnen güçlerin silahlandırılmasını hep büyük bir tehlike ve hatta suç olarak nitelememiş miydiniz? İslami direniş örgütlerinin sürdürdüğü var oluş mücadelesini Körfez monarşileri tarafından silahlandırılarak yoldan çıkmakla ve vekalet savaşı ile itham etmemiş miydiniz?
Geçtiğimiz yıl zalim Esed rejiminin Doğu Guta’da gerçekleştirdiği kimyasal katliam sonrası yükselen sahte müdahale gündeminde bile duruşunuzu değiştirmemiş ve 29 Ağustos 2013 tarihinde yayınladığınız basın açıklamasında Suriye’de derhal barış görüşmelerine geçilmesi gerektiğini belirterek “savaşın sürmesini istemek bir insanlık suçudur” ifadesine yer vermiştiniz.
Yine siz dahil pek çok “İslamcı” aydının da imzasıyla yayınlanan “Bir Üçüncü Yol Mümkün” başlıklı bir bildiriyle savaşan taraflara müzakere, diyalog çağrıları yapmıştınız. “Henüz kim tarafından gerçekleştirildiği bile kesin olarak ortaya çıkarılamamış olan kimyasal silah kullanılması gerekçe gösterilerek …” diye başlayan cümleler ihtiva eden o meşhur bildiride “Suriye’deki ateşi daha büyük ateşler söndüremez; Esad rejiminin belini bükecek sınırlı bir müdahale de, Esad’ı devirecek bir işgal de çözüm değildir. İhtiyaç duyulan derhal ateşkes ve barış görüşmeleridir” gibi cümlelerin altına imza atmıştınız.
Nereden nereye geldiniz! Dün Esed zalimi karşısında direnen İslami güçleri mezhepçilikle, vekalet savaşı vermekle, şiddet sarmalına düşmekle mahkum ediyordunuz. Bugünse mazlum Kürt halkına destek olma adı altında PKK/PYD’nin egemenlik alanı oluşturma stratejisinin silahlı savunuculuğuna çağrı yapıyorsunuz.
O İslami direniş ki, inanılmaz zulümlere, vahşete rağmen yeryüzünde Allah’tan başka yardımcı bulamamıştı kendine ama sizler nezdinde “mezhepçilik” suçundan bir türlü beraat edemedi! Ne hikmetse, tipik bir cahiliye tutumu olan etnik milliyetçilikse size o kadar da yabancı, pek de sevimsiz görünmüyor!
Bu çelişkili görüntü karşısında üzülmemek mümkün değil! Unutmayın, kimin yanında durduğumuz, sadece kimin yanında durduğumuzu değil, kim olmaya karar verdiğimizi de belirler. Kürt halkını nesiller boyu sürecek bir esarete, cahili bir şekillendirmeye tabi tutmaya çalışan bir gücü, şirki temel ideoloji benimsemiş bir yapılanmayı şu veya bu yolla meşrulaştırmaya yönelik sözlerin, tutumların vebal olacağını hatırlatıyor, Rabbimizin kitabında Lokman’ın ağzından hatırlattığı hakikate dikkat çekiyoruz:
“Hani Lokmân, oğluna öğüt vererek şöyle demişti: Yavrum! Allah’a şirk koşma! Çünkü şirk elbette büyük bir zulümdür.” [31/13]