Halkı kapatan korku siyaseti

Akif Emre

Yeni bir parti kapatma davası ile karşı karşıyayız. Ancak bu davanın daha öncekilerden farkı ise, meselenin 'halkı kapatma' boyutlarına varmış olmasıdır. Şu andan itibaren mesele, AKP'nin icraatlarından, oy vermiş olmanızdan ya da azimli bir muhalif olmanızdan bağımsız tarafı tüm memleketi, halkı kapatmayı göze alarak bu sürecin başlatılmış olmasıdır.

Her şeyin ve hiçbir şeyin uzmanı ülkenin entellektüel birikimini yansıtan medyatik kanaat önderleri o müthiş fikirleriyle “aydınlatmanın vaktidir” diyerek ekranlarda boy gösterecekler. Tıpkı deprem uzmanlarının ekran maceralarını hatırlatan eda ile korku salmaya başlayacaklar.

Türkiye'de 'iktidar ve partisinin' demokratik süreç dışında siyasetten uzaklaştırılması, yasaklanması sadece iç dinamiklerle açıklanamaz. Modern ve postmodern darbelerin tümüne baktığımızda ya dış destek alınarak gerçekleştirilmiş ya da doğrudan malum yöntemler ile bu ülkenin iç dinamiklerine dışardan müdahale edilerek gerçekleştirilmiştir. Bu da yeni ve bilinmedik bir tespit değildir. Türkiye'de sistemin yapısı, küresel aktörlerle girdiği ilişki ve sistemin zaafları bu tür müdahaleleri ya davet ediyor ya da mümkün kılıyor.

Bu durumda, halkı kapatmak adına 'iktidar ve partisini' siyaset dışına itme girişiminin sadece iç dinamiklerin ortaya çıkardığı bir girişim mi yoksa küresel aktörlerin desteği, onayı alınarak başlatılmış bir süreç mi olduğu sorusunun sürecin sonucu açısından belirleyici olduğunu bir kenara not etmek gerekir. Belki de süreç başlatıldıktan sonra dış dinamiklerin harekete geçirilmesi, onayının alınması hesaplanmış olabilir.

Bölgesel ve dünya şartlarında böylesi bir desteğin pek şansı yok gibi görünmektedir. Daha doğrusu Ak Partiyi gözden çıkarmalarını gerektirecek ilişkilerde önemli bir kırılma yaşanmadığı söylenebilir. Eğer küresel aktörlerin gizli onayı ile başlatılan bir süreç ise, bu, yeni bir 28 Şubat kaosunun kapıda olduğu anlamına gelir. Bunun bedelini de ekonomik ve toplumsal anlamda, Türkiye'nin hadım edilmesi anlamında neye mal olduğunu belirtmeye gerek yok. Yaşadığımız süreçte bunun bedelini millet olarak ödedik.

Bunlardan bağımsız olarak Türkiye'de sistemi oluşturan dinamikleri ayakta tutan yapılar, söylemler iyi okunduğu takdirde memleketi karartacak kapatmaya iten hali anlamak kolaylaşacak.

Son zamanlarda, kendilerini tanımlamak için 'aydınlanma'yı yakıştıranların beslendiği ulusalcı söylemin arkaplanında duran korku siyaseti, seçkinler zümresinin refleksleri okuma anlamında hayli açıklayıcı ipuçları verebilir.

Kendini devlet gören, halka yabancı ve buyurgan seçkin ve bürokratik yapı gücünü korkularından almaktadır. Korkudan beslenen bu güç korkuyu toplumsallaştırdığı oranda meşrulaştığını düşünmektedir. Korku siyaseti yeni argümanlarla yeniden üretilmelidir ki seçkinlerin sınıf hem statüsü ve çıkarları zedelenmesin.

İşin ilginç yanı halkı kapatmaya giden bu sürecin şimdiden mağduru durumunda olan kesim de korkudan almaktadır gücünü… Bir daha postmodern darbeye muhatap olmamak için iktidara oy verdi. Sanal muhtıranın ima ettiği sürecin korkusuyla yüzde 50'ye varan oy topladı iktidar. Cumhurbaşkanlığı seçimindeki yaşanan oy garabetinin gösterdiği tehlikeden korktuğu için iktidarı büyük kitleler destekledi.

Benzer biçimde, halka rağmen devlet siyasetini güdenler; evhamlarının kurbanı ettikleri bir kitleyi harekete geçirerek muhayyel karanlığa karşı akıl dışı eylemlerle sokaklara dökmeyi başardılar. Elbise dolabından dışarı çıkamayan aydınlanmacılıkları, batıcılıkları sadece bir korku edebiyatından ibaret kaldı. Ne düşüncede ne sanatta hiçbir değer üretmeyen, varlığını tehdit algılamasına borçlu bir zümreden ibaret kaldılar. Ne ülkeye ne insanlığın yarınları için ölümsüz bir eser, bir cümle bile üretmezlerdi; çünkü, korku düşünceyi, aklı selimi bastırır, köreltir.

İktidar ve partisinin yanılsaması bu korkunun derinliğini ve nerelere kadar indiğini görememesi oldu. “Bu tür müdahalelerin devri geçti” diyenler, korku siyasetinin gücünü hafife alanlardır.

Yeni Şafak Gazetesi