Halk ‘Bîtaraf’ Kalırsa, ‘Linç ve Sürü Psikolojisi’ne Teslim Olmak Kaçınılmazdır!
secakirgil@yahoo.com
B. Amerika’da linç etmek, 1935’lere kadar, adâlet duygusunun fişeklediği bir sosyal tepki olarak kabul ediliyordu. Ve, daha çok da zencilere ve fakir kesimlerden olanlara uygulanıyordu bu linç.. Topluma hâkim veya toplumu harekete geçirecek mekanizmalara sahib olan zengin ya da medyatik unsurların suçladığı kimseler öldürülüyor, ağaç dallarına asılarak, aşağıdan yükselen alevler içinde, diri-diri yakılıyorlar ve bunu yapanlar herhangi bir kanûnî takibata da uğramıyordu. Çünkü, o linç hadiseleri, o cinayetler toplum vicdanı adına oluşturulan adâlet anlayışına göre, suç sayılmıyordu.
Bu ‘anglo-sakson adâleti’nin artık vicdanlarda bir yara oluşturduğu anlaşılınca..
Bazı sosyo-psikolojik analizlere başvuruldu.. Daha sonra yasaklanan ve amma, önceleri bir ‘kanûnî hakk’ bu linç hadiselerine karışan kimselere, o sahneler tekrar seyrettirildiğinde.. O insanlar, dingin, sâkinleşmiş anlarında, ‘o yapılanların bir canavarlık olduğunu, kendilerinin o eylemlere nasıl olup da katıldıklarına hayret ettiklerini’ söylediler.
Nitekim, 8 Haz. tarihli Hürr. gazetesinde yayınlanan bir röportajda, yazıda da, ‘Taksim- Gezi gösterilerine ilk katılan 20 kişiden biri’ diye takdim olunan bir kişi de, ‘Takım elbiseyle toplantılara giren bir adamdım birden bire gerillaya dönüştüm..’ diyordu. ‘Türkiye’de kemalistler dindarları ezdi, dindarlar da geldi kemalistleri ve herkesi ezmeye kalktı. İkisinin de olmayacağını fark etti insanlar..’ şeklinde tartışılabilecek cümleler kuran bu kişinin ağzından aktarılan görüşler, konunun anlaşılması için faydalı olabilir.
‘TOMA’ların üzerine yürümeler, fışkırtılan tazyikli sulara göğsünü siper etmeler… Ne bu? ‘Cahil cesareti’ mi?’ sorusuna ise aynı kişi şöyle karşılık veriyordu:
‘-Yok hayır, bu nesil tuhaf bir şekilde bilinçli, ...herkes ne yapacağını çok iyi biliyordu. ...19-20 yaşındaki arkadaşlarımızın aklına, TOMA’lar çıkmasın diye, yola, yağ dökmek geldi mesela. Ben, bir hafta önce iş toplantısında, takım elbiseli bir adamken, aklıma, elime bahçe eldiveni takıp, gaz bombalarını geri atmak ya da suya atmak geldi. Yaptım da. Kaç gaz bombasını geri yolladığımı hatırlamıyorum bile. Stadın kenarında barikat kurulurken, “Biraz daha ileri kuralım, her iki yolu da kapatalım” dedim, herkes “Tamam” dedi ve öyle yaptık.’ ...sadece aklımızı kullandık.. (...) Kendi tecrübemden anlatayım: Elmadağ’a polis girdiği zaman panik içinde ofisten indim, ne yaptığımı bilmiyordum, koşuyordum, biri, “Gaz masken yok” dedi, gaz maskesi verdi. Bir başkası, “Sen öne gidiyorsun, gözlüğümü al” dedi, aldım. Ve ilerledim, insanlar kaçarken ben polislerin üzerine koştum. ...düşenler var, yaralananlar var. En azından onları kenara çekebilirim diye düşündüm. Çektim de. Sonra fark ettim ki, bu gaz mahvediyor onları. Oradaki bombaları aldım, birer birer uzaklara atmaya başladım. Ama bunları nasıl yaptım bilmiyorum, kendime de hayret ediyorum. Üç gün önce toplantılara takım elbiseyle giren bir adamdım, birden bire ‘gerilla’ya dönüştüm.
‘Korku sınırı’ ne zaman, nasıl aşılıyor?
- Başkalarının paniğini görünce. Çünkü sen kendinden vazgeçip onları düşünmeye başlıyorsun. …Yaşadıklarımızın, insanların gerçekten hayatına mal olabileceğini işte o zaman anladım. Sonra, “Ne yapmamız gerekiyor?”a geliyorsun. Kilolarca limon alıyorsun, aç olanları doyuruyorsun, insanlara doktor buluyorsun ama yetmiyor… İnip savaşıyorsun!’
*
Evet, bir eylem veya mücadeleye karar verilip, insan o eylemini gerçekleştirmek için her şeyi mübah görmeye başlayınca, bu gibi tavır ve taktikleri herkes yapabilir. İletişim sahasında çalıştığı söylenen bu kişi de öyle yapmış..
*
1 Mayıs gösterilerinin yapıldığı ve bazı kalabalık kesimlerin de, ‘bir çatışma çıksa da, uzaktan seyretsek..’ diye hassas mekanlara yarı merak ve yarı tedirginlikle akın ettiği gün, Berlin’de, bir arkadaş, bu halet-i rûhiyeyi özetlerken kapitalist sisteme karşı koymak düşüncesine sahib işçilerin, nasıl bir itiraz geliştireceklerini kestiremeyince, kendi çalıştıkları fabrikalardaki ‘küçük’ eylemlerini anlatıyor ve ‘hiç bir şey yapamayanlar, çalıştırdıkları makineleri, sistemleri bozacak bir takım gizli eylemler sergiliyorlar. Bu, ilk planda önemsiz sayılabilir, ama, her anti-kapitalist, bulunduğu yerde böyle bir küçük, gizli ve mâsum eylem gerçekleştirse, bütünüyle bir sisteme nasıl zarar verileceğini tasavvur edin..’ diyordu. Bununla, hiçbir şey yapamamaktansa, karşı çıkılan bir sisteme en azından böyle bir zarar verilmiş olacağına inanılıyordu. Öyle ya, aynı düşüncedeki her işçi, böyle bir küçük ve gizli eylem gerçekleştirse, bir sistemin bütünüyle ağır bir gizli darbe yediği, sonuçta anlaşılmaz mı? İst.-Taksim’de başlayan ve ülkenin pek çok şehrinde de irili-ufaklı gösterilere dönüşen ve hattâ uluslararası alana bile taşırılan gösterilerde de aynı mantığın varlığından söz edilemez mi? (...)
*
Evet, bir toplumda umutsuzluk ve ufuksuzluk girdabına düşen bir kısım kimseler böyle bir eylemlere bir kez atıldılar mı, artık ondan sonrasının nasıl gelişeceği, akıl yoluyla kestirilemez hâle gelir..
Anlaşılacağı üzere, bu gibi durumlar, tıpkı bazı kesimlerin kendilerinde linç hakkı görmesi gibi bir ‘sürü psikolojisi’nin de sonucudur.
Hani, bazan, ‘Yüzlerce koyun intihar etti’ şeklindeki ilginç haberler medyaya da yansır ya..
İşte öyle bir şey..
Gerçekte ise, koyunlar intihar etmiyorlar.. Koyunlar, önden giden koçun arkasından, önlerini göremeksizin, sadece, yerde yiyecek bir şey var mı diyerek, başları önlerinde eğik vaziyette ilerlerken; öndeki koçun, ‘atlarım’ zannettiği bir uçurumun başından ve arkadan gelen sürü’nün baskısıyla artık geri dönüş imkanının da olmadığı o hassas anda, arkadan gelen bütün koyunlar da, aynı ‘sürü psikolojisi’nin etkisiyle, aşağıya uçarlar.
*
Dilerseniz, bu vesileyle şu mısraları okuyalım:
‘(...)
Bir de İstanbul’a geldim ki; bütün çarşı- pazar..
Nârâdan çalkanıyor! Öyle ya.. Hürriyet var!
Galeyâna geldi mi, mantık savuşurmuş.. Doğru:
Vardı aklından, o gün her kimi gördümse, zoru..
Kimse farkında değil, anlaşılan, yaptığının;
Kafalar tütsülü hülya ile, gözler kızgın..
Sanki zincirdekiler hep boşanıp zincirden,
Yıkıvermiş de tımarhaneyi, çıkmış birden..
Zurnalar şehrin ahalisini takmış peşine;
Yedisinden tutarak, taa dayanın yetmişine!
Eli bayraklı alaylar yürüyor, dört keçeli;
En ağır başlısının bir zili eksik, belli..
Ötüyor her taşın üstünde birer dilli düdük,
Dinliyor kaplamış etrafını yüzlerce hödük..
Kim ne söylerse, hemen el vurup alkışlanacak..
-Yaşaşın!
- Kim yaşasın?
-Ömrü olan..
- Şak! Şak- Şak!..
(...)
Kör çıban, neşterin altında nasıl patlarsa,
Hep ağızlar deşilip, kimde ne cevher varsa..
Saçıyor ortaya, ister temiz, ister kirli;
Kalmıyor kimseciğin muzmeri (içindeki), artık gizli..
Dalkavuk devri değil, eski kasâid (kasideler) yerine..
Udebânız (edebiyatçılarınız, yazarlarınız) ana-avrat sövüyor birbirine!
Türlü adlarla çıkan nâmutenahî (sonsuz) gazete,
Ayrılık tohmunu bol bol atıyor memlekete..
İt yetiştirmek için toprağı gaayet münbit
Bularak, fuhş ekiyor salma gezen bir sürü it!
Yürüyor dîne, beş on maskara, alkışlanıyor,
Nesl-i hâzır, bunu ‘hürriyet-i vicdan’ sanıyor..’
Evet, bu mısralar Âkif’ten.. Bugünkü İstanbul’u değil, 101 yıl öncesini anlatıyor ve 15 Ramazan 1330 / 15 Ağustos 1328 / 1912 tarihini taşıyor. Değişen çok fazla bir şey yok diye avunabilir ya da hayıflanabilirsiniz.
*
Tayyîb’i yenmekten umutsuz ve ufuksuz olanlar, muhalefet partilerinin iktidara geleceğinden de umutsuzlar..
Bu tesbitlerden sonra, şu bir kaç noktaya kısaca değinmek gerekiyor:
1- Taksim -Gezi Parkı, bir bahanedir ve bir kısım çevrelerin patlamasına vesile olmuştur. Bir sigarayı ateşleyen çakmak alevi, bir cephaneliği de havaya uçurabilir. Tazyik olunan şeyin genişleyeceği şeklindeki fizik kanununun sosyal hadiseler için de geçerli olduğunu düşünemiyen Güvenlik güçlerinin, başlangıçta 100-200 kişiden ibaret olan göstericileri dağıtmak üzere biber gazı gibi kimyasal caydırıcılara başvurması da ve Başbakan’ın da, o projenin mutlaka gerçekleştirileceğini açıklarken ‘çatlasanız da-patlasanız da o yapılacak..’ gibi sözler söylemesi, hadiselerin tuzu-biberi oldu.. Bereket ki, protestocuların eline, cenaze verilmemesine son derece dikkat gösterildi, gösteriliyor.. Antakya’da ölen kişinin başına taş veya benzeri sert bir cismin isabet ederek ölümüne yol açtığı ortaya çıktı.. Bu da, büyük ihtimalle, kaldırım taşlarını söküp polis tarafında fırlatanların marifeti idi.. Adana’da hadiseler sırasında bir köprüden düşen veya itilerek ölümüne yol açılan bir polis komiserinin canı ise, bu göstericilerce hiç mi hiç kaale bile alınmadı.. Ama, halâ, diktatör olarak suçlanan, Erdoğan.. Halbuki, doğru bir tesbitle, ‘Eğer, Erdoğan diktatör olsaydı; Taksim, Dersim olurdu..’
2- Doğrudur ki, Başbakan Erdoğan’ın bazı söylemlerindeki ve siyasî arenadaki kişiler arasında yazık ki kaçınılmaz olarak öne çıkan ağır ifadelere karşı verdiği karşılıkların sertliği yanında; alkollü içkilere getirilen sınırlamaların, iki ayyâşın yaptığı kanun gibi nitelemelerde hedefin M. Kemal ve arkadaşları olduğu zannının hatırlanmasının, Başkanlık sistemine geçilmesi yolundaki tartışmaların, laik diktatörlüğün tehlikeye düşeceği gibi korkuların ve 3. Havaalanı, İstanbul Kanal Projesi, 3. Köprü gibi dev projelerin ve de Yeni Osmanlılık veya İkhwan Hilali oluşturulacağı vs. iddialarının mâlum kesimlere, bir tepki vermek için fırsatlar sunacağı gözönüne getirilmedi, herhalde.. Halbuki, daha önceki iki Boğaz Köprüsü’nün yapımı öncesinde de geliştirilen yaygın protestolar hatırlanmalıydı. Ki, ‘Emek Sineması’ gibi basit bir konuya bile bir laik kutsallık duygusuyla sarılmaya çalışan kesimlerin hassasiyeti bile ipucu verebilirdi.
Halkın bilgilendirilmesi ve isimlendirmelerde daha hassas davranılmalı..
3- AK Parti’nin başarılı olduğu, üç seçimle de ortaya çıktı.. Ve AK Parti’nin Erdoğan’la aynîleştiği ve Erdoğan olmazsa, adetâ AK Parti’nin gücünün de olmayacağı gibi bir kanaat, toplumda giderek yerleşti.. Bu durum, normal bir siyasî bünyede ilk planda rahatsızlık vermeyebilirdi.. Ama, 90 yıldır sadece tek kişinin yüceltilmesi gibi bir resmî ideoloji söyleminin yetiştirdiği beyinlerde, bir tepki meydana getirdi..
Dahası, Erdoğan’ın gücünü kırmakta çaresiz olduklarını düşünen, umutlarını yitiren laik-kemalist, liberal, ulusalcı, solcu, sağcı, masonik çevreler, daha da önemlisi, mevcud muhalefet partilerinin de kendilerine bir umut vermediğinin hayal kırıklığıyla, ellerine geçen bir fırsatı değerlendirmekten meded umdular. Üzerinde durulması gereken önemli bir husus da, iktidarı ve Erdoğan’ı seçimler yoluyla, halk iradesi yoluyla bertaraf edemiyeceklerinin umutsuzluğuna kapılan kesimlere muhalefetin, bir umut verememesidir. Bu ağır darbeyi asıl, kanûnî muhalefet partileri düşünmeliler..
4- Gerçekte, bu gösterileri gerçekleştirenler, mevcud kemalist-laik rejimin kaymak tabakasını yiyen ve Şişli, Kadıköy, Beşiktaş, Nişantaşı gibi semtlerin M. Kemal’den başka bir lider tanımaya tahammülü olmayan, nekrofilist/ ölüsevici kesimler olduğu halde; 3.Köprü için, illâ da bir sultan ismi olması gerekmezken, Yavuz S. Selim isminin seçilmesi de, bu kesimlerin, Yavuz isminden aşırı rahatsızlık duyan ve ekonomik açıdan alt gelir kesiminde yer alan Sultan Gazi, Gazi Mahallesi gibi kesimlerdeki alevî kitlelerle temas kurmasına ve onlardan halk desteği almasının zeminine de hazırlamıştır.
(Hemen belirtilmeli ki, Tayyîb Bey, ‘Yavuz Sultan Selîm’i diğer padişahlardan ayrı bir yere koyarım. Çok önemli bulurum.. 8 yıla neleri sığdırdığı ortadadır. Mekke’nin fethi, kutsal emanetler... Dirayetli olmanın yanında haksızlığa tahammül edemeyen bir insandı.. Şah İsmail’le aralarında geçen meselelerin nedenleri var. Yavuz olayına böyle baktık. Bu, asla alevî vatandaşlarımıza yönelik bir tavır değildir.. Pir Sultan Abdal ve Hacı Bektaş-ı Velî isimlerini de elbette değerlendirebiliriz.’ dese de, fakîr, bunun hiç de münasib bir isimlendirme olmadığını düşünmektedir. Çünkü, esasen, sulta yoluyla, saltanat yoluyla iktidara gelinen bir sistemin temel yanlışını taşımanın ötesinde; Selîm, Sultan 2. Bayezid’in en küçük oğlu olması hasebiyle, iktidarın kendisine gelmiyeceğini düşünerek, önünde bulunan ağabeyleri Mustafa, Ahmed ve Korkut’u silahlı çatışmalarda yenip öldürtmüş ve sonunda da, yaman savaşçılığına hayran kalan yeniçerileri etrafına alıp babası 2. Bâyezid’e karşı da savaşmış, onu da tahtından indirerek iktidara gelmiş bir kimsedir. Darbeciliğe nasıl karşı çıktığı bilinen bir Tayyîb Erdoğan’ın, onu anlayışla karşılaması veya yüceltmesinin mantığı üzerinde de durulmalıdır. Bu yöntemleri ve iktidar ve cihangirlik hırsının enginliği bilinen Yavuz gibi bir ismin örnek alınmasının, sadece içerde değil, Ortadoğu halkları arasında da sempatiyle karşılanmıyacağı düşünülmeliydi..
Bu cümleden olarak, Yavuz’un, bir diğer türk sultanı olan Şah İsmail’le girdiği iktidar ve saltanat yarıştırmasında elde ettiği Çaldıran Zaferi ve Tebriz’e kadar girmesi sırasında, Şah İsmail’in güçlü şiirlerinden ve ‘nefes’lerinden etkilenen Anadolu’daki halk kesimlerine karşı son derece haşin davrandığı ve o hadiselerin, 500 sene sonrasında bugün bile, Anadolu’daki azımsanmıyacak bir kesimin hafızâsında kin ve nefretle sarmallanarak yer ettiği de bilinmektedir. Ayrıca, İran’ın da, tarihlerindeki bu yenilgiyi taddıran ismin yeniden bu şekilde gündeme getirilmesini görmezlikten gelmiyeceği ve keza, bütün arab diyarlarındaki bugünkü yönetim kadrolarının ve ülkelerinin yağmalandığını, hırsızlandığını, 500 yıllık bir zaman dilimlerinin çalındığını düşünen kitlelerin karşı çıkacağı ve kabul görmeyecek problemli bir isim olduğu düşünülmeliydi, herhalde..)
Emperyalist güçler, içerdeki bu ufuksuz kesimler sâyesinde, hattâ askerî diktatörlükten bile meded umuyorlar!
5- Yurt içindeki muhalif unsurların çaresizlik ve umutsuzluk duygusuyla girdikleri bu çırpınışlardan ayrı olarak, yağmur sonu mantarları gibi, bir anda, dünyanın pekçok yerinde de, pek eşine rastlanmaz şekilde, Tayyîb Erdoğan’ı protesto gösterilerinin yapılması üzerinde düşünülmesi gereken bir durum değil midir? New York ve Washington’dan, Moskova, Viyana, Berlin, Köln, Paris, Londra, Roma’ya kadar ve hattâ Tayyîb Erdoğan Tûnus’dayken, orada bile bir avuççuk kişilerce de protesto gösterileri yapıldığına dair haber ve görüntüler
konunun nasıl bir uluslararası boyutları olduğunu ve bütün bunların, bir cumûdiyenin, buzdağının suyun üstünde gözüken kısmını teşkil ettiğini göstermiyor mu?
Çünkü, emperyalist dünya ve onların dünyanın her bir yanındaki uzantıları, Türkiye’nin son 10 yıl içinde tasavvur edilemiyecek derecede geliştiğini, güçlendiğini ve bu gücün kendileri için, ister istemez sıkıntı veren bir takım sonuçları olacağını düşünerek, onların, bu gelişmelerin mimarı olarak gördükleri Tayyîb Erdoğan’ın bu yolla devrilebileceği ya da en azından zayıflatılmasının mümkün olabileceği hayallerine kapılmalarında şaşılacak ne vardır? Onlar, karşılarında, kendilerinden para dilenen, ezilen-büzülen, ferman almaya hazır T.C. siyasetçilerine alışmışlardı; istiyorlar ki, aynı durum devam etsin.. Bunu göremedikleri için, bu hınçları..
Almanya’da alman öğretmenlerin, derslerinde, bugünlerde, Erdoğan’ın göstericileri asmak istediği gibi yalan haberlerin medyada sık sık yer almasını da fırsat bilerek, ‘Erdoğan’ın tıpkı Hitler gibi bir diktatör olduğunu’ söylediğine dair haberleri o sınıflarda bulunan Türkiye kökenli çocukların velilerinden öğreniyoruz.. Ama, bu öğrenciler, velilerinden, şikayette bulunmamalarını, aksi halde, geçer not alamıyacakları korkusunu dile getirmekteler.. Erdoğan’ın, Türkiye’li insanlar aracılığıyla alman iç siyasetini etkilemeye başlamasından endişeye kapıldığını defalarca hissettirmiş olan Alman şansölyesi Angela Merkel şimdi, Erdoğan’a nasihatta bulunmaya kalkışırken, okullarındaki körpecik çocuklarına, politik propagandalar yapan öğretmenlerine kadar, Türkiye’yi yönetmeye kalkışmasını nasıl izah edecektir?
Ama, onlar, Sırbistan’dan Gürcistan’a ve arab ülkelerindeki diktatorial iktidar yapılarına kadar nice yönetimlerin, Meclis’lerine yapılan halk baskınlarıyla kalabalık kitlelerce nasıl uzaklaştırıldığını hatırlayarak, Türkiye’den de aynı şeyi bekliyorlar. Bu da tabiîdir.. Farz-ı muhal, Rusya’nın yerlerde süründüğü 20 yıl öncelerde onun haline dışardan üzülen var mıydı ve Putin zamanında Rusya’nın oldukça güçlü bir duruma gelmesi de dışardakileri herhalde sevindirmemiştir.
Mes’elenin dış boyutu böyle de değerlendirilmelidir. Yani, kısaca, bir başka 28 Şubat Zorbalığının, azgınlığının, içerde zayıf kalınca, dışardan gelen entrikalarla güçlendirilmesi operasyonuyla karşı karşıya bulunulmaktadır; bir uluslararası 28 Şubat zorbalığı denemesiyle..
Nitekim, hep Türkiye’nin ‘stratejik müttefiki’ diye nitelenen Amerikan Dışbakanı John Kerri’den, Avrupa Parlamentosu Başkanı’na veya AB’nin öteki yüksek yetkili isimlerine kadar nicelerinin ‘Şöyle yap, böyle yapma..’ diye, Erdoğan’a akıl vermeye kalkışmaları aynı mânâyı yansıtmıyor mu? Sanki, onların ülkelerinde benzer polisiye vak’alar olmuyor ve de onların üzerine güvenlik güçleri canavarlar gibi saldırmıyormuş gibi.. Ama, onlar, karşılarında, güdecekleri, talimat verecekleri ve 200 yıla yakın zamandır alışageldikleri türden, kendilerinin emirlerine göre hareket eden bir ülke ve yönetici tipi istiyorlar. Batı medyasında, hattâ, ‘Tayyîb Erdoğan’ın yerini Abdullah Gül veya bir başkasına devretmesi gerektiği’ne dair makaleleri yayınlayabilmeleri, onu istedikleri şekle sokamadıkları içindir..
‘Hayat tarzımıza karışılmamasını istiyoruz..’ nârâlarıyla ülkeyi karıştırmak isteyenler, hangi odakların oyuncağı olduklarını göremiyorlara, en azından Rusya’nın son 20 yılında ilginç bir siyasetçi olan Vladimir Jirinovsky’nin 4 Haziran günü medyaya yansıyan sözlerindeki mânâyı anlamalılar..
Rusya Liberal Demokrat Partisi Başkanı Vladimir Jirinovsky, Rusya medyasında yer alan beyanatında, ’Bir bakınız Türkiye'nin 48 kentindeki 90 eyleme. Amaç ne? Batı İslamlaşan bir Türkiye istemiyor. Ki, bu Türkiye sadece boş oturmayacak, aynı zamanda bütün Müslüman dünyasını birleştirecektir. Batı'ya bu lâzım değil! Batı'ya aynı zamanda yeni Osmanlı İmparatorluğu da lâzım değil. Bu, Rusya ve Çin'in de işine gelmez. Demokratların, sosyal demokratların, hatta askerlerin geri dönmesi işimize yarar. Erdoğan'ın geleceği yok.’ Diyor; ’protestoculara Rusya’nın da destek vermesi gerektiğini’ söylüyordu..
*
Evet, hadiseler karşısında soğukkanlılığını ve kendisine ve halk kitlelerine güvenini yitirmeden ve halk kitlelerinin beklediği dik duruştan asla vazgeçmeden; ve de, kan akıtılmaması için güvenlik güçlerini dikkatle kullanılmasını gerektiren bu hassas zaman diliminde, herkes, neyi, niçin istediğinin ve kime niçin karşı çıktığının şuûrunda olarak kendi safını açıkça ortaya koymalıdır.
Böyle büyük sosyal hadiseler esnasında bîtaraf (tarafsız) olan, bertaraf olur..
*