Halimiz Kimliğimizi Yansıtıyor mu?

İnancımızla yaşantımız arasında yer yer uçuruma dönüşen bir mesafenin, ayrışmanın mevcudiyeti en temel gündemimiz olmalı ve bu çelişkiyi sonlandırmak için çokça gayret sarf etmeli ve nefsimizle hesaplaşmaktan kaçınmamalıyız.

RIDVAN KAYA / Haksöz Dergisi Sayı: 327 - Haziran 2018

Garip, şaşırtıcı bir dönemden geçiyoruz. Müslümanlar adına iyi bir sınav verildiğinin pek söylenemeyeceği, pek çok alanda zaaflı örnekliklerin, menfi temsillerin bolca arzı endam ettiği bir süreç bu! Sahih ölçülerle uyuşmayan, İslam ahlakıyla bağdaşmayan tutum ve eylemlere çokça şahitlik ediyoruz.

Siyasetçi güç elde etmek, işadamı ticaretini büyütmek, akademisyen unvanını yükseltmek, gazeteci köşesini korumak uğruna olmayacak hallere bürünebiliyor. Düne kadar savunduğu görüşlerden, bağlı olduğunu iddia ettiği ilkelerden kolaylıkla feragat edebilen, her durumda “Şartlar bunu gerektiriyor!” mazeretinin ardına sığınarak önceki söylemiyle, tutumuyla ve insanlar üzerinde bıraktığı imajla çelişen pozisyonlara sürüklenebilen insanların çokluğu karşısında şaşırmamak mümkün değil!

Tüm bu çelişik tutum ve davranışların kaynağı nedir? Sahibini tanınmaz hale getiren bu görüntüler nasıl ortaya çıkabiliyor?

Perspektif Kayması

Şüphesiz bu zaaflı hali besleyen pek çok etken mevcuttur ama ölçüler hususunda yaşanan muğlaklık ve inanıldığı, savunulduğu iddia edilen değerlerin gerçek manada içselleştirilmemiş olması en temel belirleyicidir. Bunun neticesinde hedeflerle, arzu edilen ve varılmak istenenlerle ilgili olarak bir karmaşa içerisine girilir. Ve devamında, hedeflenenlerle ilgili yaklaşımlarda ortaya çıkan bu belirsizlik, daha doğrusu ölçüsüzlük hali daha ileri şaşkınlıkların, sapmanın zeminini hazırlar.

Yaşanan durumu özetle araçların amaçlaştırılması, bidayette araç olarak görülen ve sonrasında da ancak bu şekilde görülmesi gerekenlerin amaç halini alması olarak tanımlamak mümkündür. Dünyevi bir amaca, hedefe illa da ulaşmak, ne pahasına olursa olsun ulaşmak tarzında bir yaklaşım öne çıktığında zaten buradan hayırlı, sağlıklı bir netice beklemek beyhudedir. Müslümanlar ilkeler temelinde bir hayat yaşamak, dava bilinci ile hayatlarına yön vermek zorundadırlar. Bunun yerine dünyevi hedefler, kaygılar veya arzular istikamet belirlemeye başlamışsa menzil her halükârda hüsran olacaktır.    

Bu tür bir yönelimin devamında sürecin nasıl ilerleyeceği ve sahibini nereye, nasıl yönlendireceği, sürükleyeceği az çok bellidir. İlk aşamada temel perspektifin yitirilmesi hali kendini belli eder. Eleştirilere, uyarılara kendini kapatmak; en yakınların gözden çıkarılması, bunların yerine niteliksiz ilişkilerin ve şahısların, çevrelerin ikame edilmesi ile süreç devam eder.

Sahih bir bakış açısıyla zenginleştirmek ve anlamlı, değerli ilişkilerle donatmak yerine hayat gelip-geçici olanla doldurulmaya kalkışıldığında ilerleyen zaman içinde kendisini daha derinden hissettiren bir boşluğa dönüşür. Bu boşluk birbirini besleyen, tetikleyen iki gelişmeyle büyür, çoğalır: Bir taraftan dünyevi beklenti ve arzuların öne çıkması ve buna paralel biçimde gelişen bir hal olarak toplumsal sorumluluk bilincinin ve cemaat aidiyetinin gerilemesi, zayıflaması. Çoğu zaman dünyevi arzu ve isteklerin tatminine yönelik çabalarla boşluk doldurulmaya çalışılır. Oysa bu yönelim sözü edilen boşluk hissinin giderilmesini değil, bilakis daha fazla derinleşmesini getirir.

Elbette güç elde etmek, siyasi, iktisadi, sosyal planda muktedir olmak, mutlu ve müreffeh bir hayat yaşamayı arzulamak doğal, anlaşılabilir isteklerdir. Fıtri olarak insan tüm bunları arzu eder. Ama bu duygular, özlemler hayata yön vermemeli, insanın hayat tarzını ve ilişkilerini belirleyen bir konum kazanmamalıdır. Tam tersine bu tür imkânlar ve araçlar, mevkiler ancak Rabbe daha iyi bir şekilde kulluk vazifesinin icra edilmesine hizmet etmelidir. 

Aynı şekilde dünyevi planda zorlukla, sıkıntıyla karşılaşıldığında veya arzulanan birtakım şeylere ulaşılamadığında, bunlardan mahrum kalındığında derin bir teessür içerisine girmek, karamsarlığa kapılmak, yeise düşmek vb. duygusallıklar, zaaflar da iman edenlere yakışmaz. Bakara Suresinin 216. ayetinde şöyle buyrulmuştur: “Savaş, hoşunuza gitmediği halde üzerinize yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz.”

Yani arzu ettiğimiz şeylerin illa da olması için ısrar etmek yerine, hakkımızda hayırlı ise gerçekleşmesi için dua etmeliyiz. Ve neyin bizim için hayırlı olduğu, neyin ise şer olduğu hususunda çok emin olmamalı, Rabbimizin emrine, takdirine boyun eğmeliyiz.

İşte bu temel ölçü, hassasiyet kaybedildiğinde asli olanla tali olanın yer değiştirmesi durumu ortaya çıkmaktadır. Devamında da alışma, kanıksama denilen felaket gelişir ve üzerinde düşünülmesi gereken, sorulması gereken sorular bir türlü gündeme gelmez, getirilmez.

Sorgulamamak Kanıksamaya, Kanıksamak Çürümeye Kapı Açar! 

Neden Rabbimizin rızasına bizi eriştirecek mahiyete sahip bulunan değerli, hayırlı ameller cümlesinden sayılmayacaklarını ve bizi yaşarken de daha izzetli kılmayacağını, yani nihai manada bir şey ifade etmediğini bildiğimiz halde birtakım dünyevi hedefleri gözümüzde çokça büyütüp, adeta bunlar için yaşıyormuş gibi bir tutuma sürükleniyoruz? Neden aslında içimize sinmeyen, bizi huzursuz eden, gönül rahatlığıyla savunamayacağımız birtakım hedefler peşinde kendimizi hiç durmadan koşmak zorunda bırakıyoruz?

Acaba tüm bu koşuşturmanın varacağı yerin neresi olduğu hususunda bir şüphemiz mi var? Hayır yok! Ama kendimizi, yapıp ettiklerimizi sorgulamıyor; kardeşlerimizin, başka Müslümanların bizi uyarmasına da fırsat vermiyoruz! Sonuçta sürekli olarak asli kimliğimizin bize yüklediği vazifeleri erteleyerek ve nefisimizin, cahilî alışkanlık ve geleneklerin ya da her şeyi tüketen modern hayat tarzının dayatmalarına boyun eğerek bizi asla sahil-i selamete çıkarmayacağını gayet iyi bildiğimiz bir güzergâhta yolculuğu sürdürüyoruz.

Oysa alışkanlıklarla, dayatmalarla değil, vahyin kılavuzluğunda salim bir akılla hareket etmekle mükellef olduğumuzu gayet iyi biliyoruz. Ve sorunun çözümünün de eksik bıraktığımız, ihmal ettiğimiz sorumluluğumuzu sabit gündemimiz kılmaktan, yani yapıp-etmelerimizle ilgili olarak sürekli biçimde muhasebeye, sorgulamaya, nefsimizi arındırmaya açık olmaktan geçtiği açıktır. Öyleyse boş teselliler aramak, aslında pek içimize de sinmeyen, mutmain olamadığımız birtakım gerekçelerle kendimizi avutmak yerine zihnimizde biriken ve kalbimizde huzursuzluğa, sıkıntıya yol açan sorulara net, sahih cevaplar vermeye odaklanmalıyız.

Ahmed İbni Hanbel’in Müsned adlı eserinde yer verdiği bir hadiste Resulullah’ın (s) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “…Fetvayı kalbine sor! İyilik, vicdanın tasvip edip kalbin mutmain olduğu şeydir. Günah ise vicdanda sıkıntı ve tereddüt hâsıl eden şeydir. Her ne kadar insanlar sana fetva verseler ve tasvip etseler bile bu böyledir.”

Halimiz Kimliğimizi Yansıtıyor mu?

İnancımızla yaşantımız arasında yer yer uçuruma dönüşen bir mesafenin, ayrışmanın mevcudiyeti en temel gündemimiz olmalı ve bu çelişkiyi sonlandırmak için çokça gayret sarf etmeli ve nefsimizle hesaplaşmaktan kaçınmamalıyız. Bir şeylerin yanlış gittiğini, yolculuğumuzun olması gereken güzergâhtan sapıp, farklı bir güzergâha yöneldiğini, en azından zaman zaman tali yollarda vakit kaybettiğimizi müşahede ediyorsak erteleyen, geçiştiren bir yaklaşımla değil, hassasiyet ve sorumluluk sahibi bir tutumla kendimizi ve eylemlerimizi sorgulayabilmeliyiz. 

Gerçekten de üzerinde ciddiyetle düşünmek ve sormak durumundayız: Hayatımızı yönlendiren, şekillendiren, vaktimizi büyük ölçüde ayırdığımız, gerçekleşmesi için çokça çaba sarf ettiğimiz şeyler gerçek manada öncelememiz, yoğunlaşmamız gereken hedefler midir? Meşgul olduğumuz işler ve ilişkiler şu yaşadığımız dünyada ve içinde bulunduğumuz zaman diliminde öncelikle mücadelesini vermekle mükellef olduğumuz temel vazifemizi, sorumluluğumuzu yansıtan çabalar mıdır? Ve tüm bu yöneldiğimiz uğraşlar bizi Rabbimize yakınlaştıran, daha izzetli ve muttaki bir hayat yaşamaya sevk eden ameller kategorisinden midir?

Bu sorulara gönül rahatlığıyla evet diyemiyorsak ciddi manada bir sorunla yüz yüzeyiz demektir. Kendi ürettiğimiz sorunlar içinde boğulmaktan kurtulmak içinse mutlaka mazeretlerden, alışkanlıklardan ve etrafımızdaki insanların beklentilerinden örülmüş duvarlara mahkûmiyet halinden kendimizi kurtarmalıyız. Hayatımızda öncelikle inşa etmekle vazifeli olduğumuz kimliğimiz ve gerçekleştirmemiz gereken sorumluluğumuzla çelişen ya da bunları gölgeleyen hiçbir şeyi hedef haline getirmemeliyiz.

“Ne pahasına olursa olsun kâr elde edeceğim, işimi büyüteceğim!” diyen tüccar da “Ne pahasına olursa olsun bu okula girmeli ve şuradan mezun olmalıyım!” diyen öğrenci de her ne pahasına olursa olsun siyaset zemininde etkili olmayı planlayan politikacı da nihai tahlilde mutlaka kaybeder. “İlla da şu kişiyle evlenmeliyim.”, “Mutlaka şu mevkie gelmeyelim.”, “İlla da ev sahibi olmalıyım, araba almalıyım.” türünden kaygılarla kendilerini dünyevi birtakım hedefleri gerçekleştirmeye teksif edenler belki zamanla dünyevi planda belirledikleri hedeflerine ulaşabilirler ama ne çok şey kaybettiklerinin farkına varamazlar. Bu tür dünyevi kaygı ve özlemlerin kendilerini asıl odaklanılması gereken noktadan uzaklaştırdığını pek göremezler. Oysa dünyevi hedefler üzerinde bu çaplı bir yoğunlaşmanın asli kimliğe yabancılaşmayı getirmesi kaçınılmaz bir sonuçtur.

Sadece Hedefler Değil, Hedefe Götüren Yöntem de Sahih Olmalı!

Kilitlenme halinin saptırıcılığı sadece bariz biçimde dünyevi bir mahiyet taşıyan ve doğrudan insanın nefsine hitap eden hedeflerle de sınırlı değildir. Aynı tehlike temel şer’i sınırlara riayet edilmediğinde, ölçüler esnetilip arzular istikametinde eğilip bükülmeye başlandığında İslami birtakım gerekçeler ve maslahatlara binaen belirlenmiş hedeflerle ilgili dahi yaşanır. Elan bu durumun değişik tezahürleriyle muhatap olmaktayız.

Mesela İslam’a hizmet gayesiyle çıkılan yolda iktidarı tümüyle ele geçirme tutkusunun her türlü şaibeli ilişki biçimlerine yönelttiği Fethullah Gülen yapılanması dinî bir cemaatin karanlık bir suç örgütüne dönüşümünün çok çarpıcı bir görüntüsünü sunmaktadır. Benzeri şekilde IŞİD’in hilafeti inşa adına yürüttüğü zulümler, cürümler; Lübnan Hizbullah örgütünün ‘direniş ekseninin altın halkası’ payesiyle yücelttiği Suriye’deki tağuti rejimi ayakta tutmak için sürüklendiği sapkınlık hep aynı noktaya işaret etmektedir: Kendinize ne idüğü belirsiz bir hedef belirleyip, buna ulaşma kaygısını da eylemlerinizin temel belirleyicisi, yön tayin edicisi kıldığınızda ölçülerin, sınırların, değerlerin paramparça edilişi pek de zor olmaz!

Bu tür sapmalardan kaçınmak, sapkınlıklara düşmemek için ne yapılmalıdır?

Öncelikle ölçüler, temel ilkeler hususunda net olunmalıdır. Dünyevi birtakım hedeflere ulaşmayı kolaylaştırmak gayesiyle muhkem ölçüler esnetilmemeli, hududullahı aşmaya yönelik eğilimler, yönelimler hiçbir gerekçeyle meşru ve mazur görülmemelidir. Hedeflenen şey hatta özünde çok değerli de olsa, ulvi bir mahiyet bile taşısa yalan söyleyerek, masumları öldürerek, tağutlarla birlikte hareket ederek, kısacası vahyin açıkça haram kıldığı söz ve davranışlarla varılabilecek bir hedefi Müslümanlar asla kabul edemez, daha doğrusu Müslümanların böyle bir hedefleri olamaz.

Velev ki dünyevi planda belirlenen gayeye ulaşıldığı farz edilse dahi temel ilke ve ölçülerden saparak elde edilen sonucun kazanım değil, kayıp sayılması gerektiği bilinmeli ve batıl yöntem ve haram yollarla varılacak yerin hüsran olacağından asla şüphe edilmemelidir.

Hedefimiz Rabbimizin Rızasına Erişmek Olmalı! 

Sonuç olarak, duygularımız, düşüncelerimiz, özlemlerimiz ve eylemlerimiz ancak Rabbimizin muttakiler için vaadi olan cennet hedefine yönelmiş ve bizi bu hedefe götürecek bir tutarlılığı, samimiyeti ve cehdi yansıtmaktaysa anlamlıdır, geçerlidir, saygıdeğerdir. Bu yüzdendir ki dünyevi birtakım beklentilerimizin, isteklerimizin bizleri asli hedefimizden uzaklaştırmasına, öncelikli hedefimize ulaşmaktan alıkoyacak yönelimlere sevk etmesine kesinlikle fırsat vermemeliyiz.

Aynı şekilde zihnimizi meşgul eden, kimi zamanlar bizi çelişkili tutum ve davranışlara sevk eden, hayatta varoluş sebebimizi doğru bir tarzda anlamlandırma çabalarımızı tali plana düşürerek bilincimizi ve kimliğimizi gölgeleyen şeylerin hedef olarak önümüze konmasına da asla rıza göstermemeliyiz. Dünya hayatının her türlü hedefimizin gerçekleştirilebileceği bir zemin olmayıp bir imtihan yeri olduğu gerçeğini de göz önünde tutarak bazı şeyleri ahirete bırakmayı bilmeli ve bizleri kimi özlemlerimize, arzularımıza cennetinde eriştirmesi için Rabbimize yönelmeliyiz!

İslam Düşüncesi Haberleri

Felah; fıtrat ve vahiyle yeniden buluşmamızda!...
Diyanetten hatırlatma: Tüm kumarlar haramdır!
Kemalistlerin cehaleti uçsuz bucaksız saçmalama özgürlüğü sunuyor!
İ’tizâl ile itidal arasında Allah nerededir?
Mutlak kötüye karşı el-Kassam’ın özgürleştirici ribatı ve cihadı