Halepçe Katliamı’nın bulunamayan fâili: Irak mı İran mı?

Yusuf Sami Kamadan, Halepçe Katliamı hakkında oldukça kapsamlı bir dosya hazırlamış. Katliamın sorumlusuna dair oluşan genel kanı hakkında esaslı sorular soran Kamadan dikkat çekici hususlardan bahsediyor.

Yusuf Sami Kamadan / Mecra

Halepçe Katliamı’nın bulunamayan fâili: Irak mı İran mı?

Saddam Hüseyin döneminde Irak Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı mevkilerinde bulunan Târık Azîz, 2007 yılında muhâkeme edilmek üzere çıkarıldığı mahkeme salonunda Halepçe’yi kimyasal silahlarla vuranın Irak ordusu değil, İran olduğunu haykırıyordu. Halepçe Katliamı’nın yaşandığı 1988 yıllarında Dışişleri Bakanı olan Azîz, bu iddiasını ispat etmek üzere mahkemeye iki delil sunmuştu. Bunlardan biri, Amerika Savunma Bakanlığı’na bağlı bir merkez olan Defense Institute tarafından 1989 yılında yayınlanan bir raporken, diğeri de The New Yorker’da yayınlanmış bir yazıydı ve Halepçe Katliamı’nın faili olarak Irak’ın değil de İran’ın işaret ediliyor olması her ikisinin de ortak noktasıydı. Faili konusunda hâlâ bir netliğin mevcut olmadığı Halepçe’yle alakalı İran’ı itham eden ifadeler bu ikisiyle de sınırlı kalmamıştı üstelik. Târık Azîz’in mahkeme salonunda bahsetmediği veya bilmediği bir rapor daha vardı. Amerika Deniz Kuvvetleri Bakanlığı tarafından hazırlanan 1990 tarihli, bir hayli hacimli olan rapor çok daha kesin ifadelerle doluydu: Halepçe’de insanların ölümüyle neticelenen saldırıda tespit edilebildiği kadarıyla kan zehirleyici kimyevî harp maddesi kullanılmıştı. Bu ya siyanojen klorür ile ya da hidrojen siyanür ile mümkün olabilirdi.

  • Rapor, Irak’ın böyle bir kimyevî unsura sahip olmadığını, buna ait bir bulguya rastlanmadığını söylüyor, buna karşın İran’ın kan zehirleyici kimyevî silahlara sahip olduğunu vurguluyordu.

Amerika Deniz Kuvvetleri Bakanlığı tarafından hazırlanan 1990 tarihli raporun kapağı ile Halepçe’deki kimyevî saldırıya ilişkin bu raporun değerlendirmesi.

 

Amerikan resmî makamları tarafından hazırlanan bu rapor, İran’a karşı uluslararası kamuoyunda müttefikini aklayan Amerikan ikiyüzlülüğüyle açıklanabilirdi belki ama Saddam Hüseyin ile Amerika arasındaki gerginlik, bu raporun yayınlandığı 1990 yılının Aralık ayında çoktan ısınmıştı bile. 3 Nisan 1990 tarihinde Alan Cowell tarafından The New York Times’da yazılan bir yazı, Iraq Chief, Boasting of Poison Gas, Warns of Disaster if Israelis Strike (Zehirli Gazla Övünen Irak Lideri, İsraillilerin Vurması Halinde Yaşanacak Felakete Karşı Uyarıda Bulundu) başlığını taşıyordu. Saddam Resmî Bağdat Radyosu’nda yaptığı konuşmada, İsrail’in Irak’a karşı yapacağı bir saldırının İsrail’in yarısının yok edilmesiyle neticeleneğini söylemişti. Nükleer silahı olmadığını, buna ihtiyaç da duymadığını, fakat nükleer silah kadar kuvvetli yeni bir kimyevî silaha sahip olduğunu ifade etmişti. Saddam bu yeni silahı hakkında detay vermemiş, bu da uluslararası kamuoyunda kimi fikir yürütmelere sebep olmuştu. Irak'ın Osirak nükleer reaktörüne 1981 yılında İsrail tarafından bir saldırı yapılmış ve daha yapım aşamasında olan reaktör bu şekilde ortadan kaldırılmıştı. Irak ile İsrail arasındaki gerginlikte İsrail’in yanında olan Amerika ve İngiltere de bu radyo konuşmasında Saddam’ın tehditlerinden nasibini almıştı. Alan Cowell’ın yazısında, Irak’taki rejimin daha önceki kimyevî saldırıları da göz önüne alınmış, fakat Halepçe’de yapılan kimyevî saldırının o tarihte bile Bağdat tarafından şiddetli bir biçimde reddedildiği burada da ifade edilmişti. Bu tabi ki bir mana ifade etmiyordu ve 2013 yılında gerçekleşen Doğu Guta’daki kimyevî saldırının Şam tarafından kabul edilmemesine benziyordu.

Alan Cowell’ın 3 Nisan 1990 tarihli The New York Times’da yayınlanan yazısı.

Irak’ın elinde kimyevî silah vardı, bu bilinmeyen bir durum değildi. Târık Azîz mahkemede bunu inkar etmiyordu. Irak’ın o dönemde İran’a karşı kullandığı kimyevî silah da olmuştu. Bu, hardal gazıydı ve Azîz’in söylediği kadarıyla bunun neticesinde yaşanan ölüm vakaları %2’lik bir oranı geçmiyordu. Halepçe’de kullanılan kimyevî silah siyanür idi, bu da Irak’da değil İran’da vardı. 5 Mart 2007 yılında gerçekleşen celsede Saddam Hüseyin’in Hristiyan yoldaşı olan Târık Azîz’in kimi ifadeleri mahkeme salonunda gerginliğe de sebep olmuştu. Târık Azîz, Saddam ve rejimini kınamak şöyle dursun, Saddam Hüseyin’le çalışmış olmaktan dolayı gurur duyduğunu söylemiş ve mahkeme salonunda Saddam’ın bir kahraman olduğunu söylemişti. 2021 yılında Korona sebebiyle Bağdat’ta hayatını kaybeden hâkim Muhammed Ureybî el-Halîfe, Youtube’da yer alan videolarda da görüldüğü üzere Târık Azîz’e sert bir şekilde çıkışmış, sözlü bir atışma yaşanmıştı.

Tabi Târık Azîz’in kahraman olarak tavsîf ettiği Saddam, orada değildi. Zira 5 Kasım 2006’da Saddam hakkında idam kararı verilmiş ve bu karar 30 Aralık 2006’da icrâ edilmişti.

Altının çizilmesi gereken ve sıklıkla atlanan nokta Saddam’a idam hükmünü okuyan, aslen Halepçeli Kürt olan Iraklı hâkim Raûf Reşîd Abdurrahmân’ın, Saddam Hüseyin’i Halepçe’deki kıyım sebebiyle değil Düceyl’de yaşananlar sebebiyle idama mahkum etmesiydi.

1982 yılında Saddam Hüseyin’e Irak’ın Düceyl şehrinde düzenlenen suikast teşebbüsü, Irak ordusunun buna sert cevabıyla karşılık bulmuş, çok sayıda kişi hayatını kaybetmişti. Aleyhine verilen hüküm de burada yaşananlar sebep gösterilerek verilmişti

Saddam Hüseyin döneminin önemli isimlerinden, Irak Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı mevkilerinde bulunmuş olan Târık Azîz’in bir fotoğrafı.

Saddam Hüseyin’inAmerikan ordusu idaresindeki Camp Cropper’da kurulan mahkemesinin sıhhati zaten çok konuşulmuştu. Halepçe Katliamı gibi daha büyük davalar varken, neden onlarla değil de Düceyl’de yaşananlar sebebiyle idama mahkum edildiği de tartışılan meselelerin başında geliyordu. Buna sebep olarak Halepçe Katliamı’nın Saddam tarafından gerçekleştirildiğine dair yeterli delilin bulunamaması zihinlere en makul gelen fikirdi. Her hâlükârda Saddam Hüseyin’in idam edilmesi kaçınılmaz gibiydi.

Enfâl Operasyonlarında vefat edenlerin Çemçemal’deki mezarlığı. İsmini Kur’ân’daki “Enfâl” suresinden alan ve “Kimyasal Ali” önderliğinde yönetilen Enfâl Operasyonu sonunda 180 bine yakın Kürt, kimyasal silah saldırıları sonucu öldürülmüştür.

2006 yılının Ağustos ayında el-Cezîre’de yayınlanan bir haberde Amerikalı üst düzey bir yetkili,Saddam Hüseyin’in Halepçe Katliamı’nın da içerisinde yer aldığı Enfâl Davası bitmeden idam edilebileceğini naklen söylemişti. Düceyl’de yaşananlar sebebiyle aldığı idam hükmü de zaten hızlı bir şekilde tatbîk edilmişti. Amerikalı yetkili ismin verdiği bu ifade, muhtemelen kendi açıklamasından kısa bir süre önce dönemin Irak Cumhurbaşkanı Celâl Tâlibânî’nin Saddam’ın işlediği tüm suçlar sebebiyle muhâkeme edilmesi, ardından cezasının verileceği ifadesine karşı bir cevaptı. Bir dönemin kara kutusu olan Saddam Hüseyin’in hızlıca ortadan kaldırılması bir başka kuşkuya daha yol açmıştı. Acaba Saddam’ın, Enfâl Davası’nın muhâkemesinde ucu kimilerine dokunabilecek kimi meselelere temas etmesinden mi endişelenilmişti?

Bir gerçek vardı ki Halepçe’de insanlar öldürülmüştü ve kısmen basına sızdığı kadarıyla işin içerisinde kimi yabancı isimler de vardı. Mesela Hollandalı iş adamıFrans van Anraat, Saddam Hüseyin’e kimyevî silah üretiminde kullanılmak üzere ham madde tedariğinde bulunduğu iddiasıyla savaş suçlusu ilan edilmiş ve 2007 yılında Hollanda’da çıkarıldığı mahkemede 17 sene hapse mahkum edilmişti. İran-Irak Harbi’nde kimyevî silah kullanılmıştı ama Halepçe’deki katliamın sorumlusunun Frans van Anraat’ın tedarik ettiği bu kimyevî maddelerle olduğu yine muğlak idi. Almanya’nın bu işin içerisinde olduğuna dair kimi iddialar, Fransız yargısı tarafından bu sebeple Fransa’daki kimi yerlere karşı başlatılan tahkîkât, Halepçe Katliamı’nı bir yerde uluslararası boyuta taşıyordu.

Bir dönemin hakkında hâlâ konuşulan ismi olan Saddam Hüseyin, idam hükmü sonrası mahkeme salonunda tekbirler getirmişti.

Çalışmalarını özellikle Saddam ve Irak Baası üzerine yoğunlaştıran, Princeton Üniversitesi’nden araştırmacı arkadaşımız Michael Brill’in şahsımızı haberdar ettiği bir makale, Saddam Hüseyin’in Halepçe Katliamı’yla alakasını titiz bir çalışmayla ortaya koyuyor. Middlebury Uluslararası Araştırmalar Enstitüsü’ne bağlı bir merkez olan James Martin Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Çalışmaları Merkezi tarafından çıkarılan; nükleer, kimyevî ve biyolojik silahların yayılmasının sebepleri, neticeleri ve kontrolü ile ilgilenen hakemli bir dergi olan Nonproliferation Review’de 2021 yılında yayınlanan makale, David D. Palkki ve Lawrence Rubin tarafından birlikte kaleme alınmıştı. Makale en küçük detaya varıncaya dek dikkatli iki zeka tarafından yazıldığını belli etse de yazının netice kısmının son derece aceleye getirildiği kendisini belli ediyordu. Buna göre mevcut deliller ışığında Saddam Hüseyin’i Halepçe Katliamı’yla ilişkilendirmek mümkün değildi. Fakat bu yine de bu işin altında Saddam’ın olmadığı manasına gelmiyordu. Yazarlar bu düşüncelerini desteklemek için Hannah Arendt’in Türkçeye de tercüme edilen meşhur The Origins of Totalitarianism (Totalitarizmin Kaynakları) isimli eserinden bir pasaj kullanmıştı. Nazi Almanyasından Amerika’ya kaçan bir Yahudi olan Arendt’e göre

totaliter rejimlerde memurlar liderlerinin sadece emirlerini değil, niyetlerini de uygularlar.

 

Makale yazarları, Saddam Hüseyin’in yukarıda bahsettiğimiz nükleer tesisin inşasıyla alakalı olarak doğrudan herhangi bir emir vermediğini yazmışlardı. Buna delil olarak da, Saddam Hüseyin’in en önemli nükleer bilimcilerinden biri olan Mehdî el-Ubeydî tarafından 2004 yılında yayınlanan The Bomb in My Garden: The Secrets of Saddam's Nuclear Mastermind (Bahçemdeki Bomba: Saddam'ın Nükleer Dehasının Sırları) başlıklı kitabını kullanmışlardı. Kitaba göre Saddam'ın önde gelen nükleer bilimcileri ve mühendislerinin, açık bir emir olmasa bile bir atom bombası yapmaları gerektiğine inandıkları söyleniyordu. Makale yazarlarının biliyor olmaları gereken bir gerçek vardı ki o da Saddam Hüseyin’le alakalı bu detayların en sıhhatli şekilde bulunabileceği Baas arşivinde dakîk bir incelemeyle mümkün olabileceğiydi.

Saddam Hüseyin’in arşivinde yer alan Saddam ve komutanları arasında İran-Irak Savaşı ile alakalı yapılan toplantı tutanağından bir sayfa.Saddam Hüseyin’in arşivinde yer alan Saddam ve komutanları arasında İran-Irak Savaşı ile alakalı yapılan toplantı tutanağından bir sayfa.

Daha önce Mecra’da kaleme aldığımız “Saddam’ın Arşivi” başlıklı yazımızda da belirttiğimiz gibi Amerika işgal döneminde milyonlarca evrâktan oluşan Baas arşivini Amerika’ya taşımış, bu arşivi ancak Kâzımî’nin başbakan olmasının ardından bir jest olarak Irak’a teslim etmişti. İddia edildiği kadarıyla evrâkın tamamını vermemişti. Bu arada evrâkın aslını vermişti ama Amerika’da tasnifini ve dijitalleştirmesini yaparak kısmen bunu araştırmacılara da açmıştı. Arşiv kayıtları, her ne kadar kaynaklar arasında en sıhhatlisini oluşturuyor olsa da erişim kısıtlılığı herhangi bir kesin hüküm vermeyi imkansız kılıyor. Arşiv kayıtlarında yer alan üst düzey toplantıların ses kayıtları, Saddam ve önde gelen isimlerin konuşmaları, bakanlıklar arasındaki yazışmalar, cumhurbaşkanlığı kayıtları ve daha pek çok başlıktaki; milli güvenlik, savunma politikası ve diplomasi ile alakalı materyal kayıtlarda açık bir şekilde ele alınıyordu. Bu ihtiyaç sebebiyledir ki 2021 yılı içerisinde Amerikalı gazeteci Steve Collbilgiye erişim özgürlüğü yasası kapsamında arşiv kayıtlarını elinde bulunduran Amerika Savunma Bakanlığı’na dava açmış ve bu kayıtların umuma açık olması yönünde görüş belirtmişti. Saddam dosyasıyla alakalı kabul edilmesi gerektiğini düşündüğümüz diğer bir gerçek de şahsî izlenimlerin çoğu kere indî kaldığıydı. Meseleyi asılsız bilgilerle karmakarışık hale getiren kimi araştırmacılardan başka, Saddam ve ekibinin yetkililer karşısında verdikleri ifadeleri de birbiriyle kimi yerde mutabık, ama çoğu kere de tezat teşkil ediyordu. Buna Saddam Hüseyin’in kendisi de dahildi. Cambridge Üniversite Yayınları tarafından 2011 yılında basılan The Saddam Tapes: The Inner Workings of a Tyrant's Regime, 1978–2001 (Saddam’ın Ses Kayıtları: Bir Tiran Rejiminin İç İşleri, 1978-2001) isimli önemli çalışma, Saddam Hüseyin’in sorgudaki ifadeleriyle arşivde yer alan ifadeleri arasındaki tezatı ortaya koyuyordu.

Yazımızın maksadının da hakikatin ne olduğunu söylemek gibi büyük bir iddia taşımadığını eklememiz gerekir. Tarih dediğimiz şey yaşandığı dönemin gündemi, kimi durumlarda tesiri hâlâ devam eden ve çözülmesi gereken bir fenomenken, çoğu kere gelecek dönemin insanları için entelektüel bir faaliyetten öteye geçemez. Dolayısıyla tarihî hakikati ortaya çıkarma konusunda mütevazı ama ısrarcı olmak da bu entelektüel uğraşın bir parçası olarak başlı başına bir değer taşır kanaatindeyiz.

Halepçe mevzusu, Joost R. Hiltermann’ın 2007 yılında yayınlandıktan sonra Türkçeye de tercüme edilen A Poisonous Affair: America, Iraq, and the Gassing of Halabja (Zehirli Bir Hâdise: Halepçe'nin Zehirlenmesi ve Amerika, Irak) isimli eseri ile 1994 yılında İnsan Hakları İzleme Örgütü’nce hazırlanan Iraq's Crime of Genocide: The Anfal Campaign Against the Kurds (Irak'ın Soykırım Suçu: Kürtlere Karşı Enfâl Operasyonu) gibi önde gelen eserlerle hakkında çok şey yazılmış bir başlık olsa da, bu eserlerin çok sayıda soruya cevap veren satırları bir soruyu atlamıştı: Halepçe emrini gerçekten de Saddam mı vermişti? David D. Palkki ve Lawrence Rubin tarafından kaleme alınan makale işte tam da bu sorunun cevabını bulmaya odaklanmıştı. İşin çıkılmaz noktası da cevap bekleyen en önemli sorunun burada başlamasıydı. “Saddam’ın Arşivi” başlıklı yazımızda hakkında bilgi verdiğimiz Iraq Memory Foundation tarafından araştırmaya açılan arşiv kayıtlarına bakan kimi araştırmacılar haklı olarak Saddam’ın böyle bir emir vermediğine hükmetmiş, fakat Conflict Records Research Center (CRRC)’in kayıtları üzerinde çalışan kimileri ise bazı çıkarımlardan hareketle bu sefer arşiv kaydına dayandığını iddia ederek Saddam’ın böyle bir emir verdiğini ifade etmişti. Iraq Memory Foundation’ın eski müdürü olan Hasan Müneymine gibi kimileri ise Saddam’ın resmî herhangi bir emir vermemesini, aleyhine herhangi bir menfî durumun yaşanmaması öngörüsüyle bilerek yapmasına bağlamıştı. Bir de bilgi kirliliği yapanlar vardı ki bunların başında Pierre Razoux’ın Iran–Iraq War (İran-Irak Savaşı) başlıklı kitabı geliyordu.

Askerî tarih çalışmalarını teşvik ve geliştirmek maksadıyla çalışmalar yapan bir kuruluş olan Amerika merkezli Society for Military History adlı kuruluş 2016 yılında Pierre Razoux’un Iran–Iraq War isimli eserini ödüle layık görmüştü.

Razoux kitabında, 2003 yılında Amerikan kuvvetleri tarafından ele geçirilen ses kayıtlarının, kesin bir şekilde katliamdan mesul olan kişinin Saddam Hüseyin olduğunu kanıtladığını yazmıştı. Kayıtların tamamına tam bir erişim hakkı elde etmiş olduğunu söyleyen Razoux, hiç şüphesiz bunda yanılıyordu. Zira Amerika tarafından bir kısıtlamaya tabi tutulan arşivin yer aldığı veritabanı ancak yetkili mercilerden gelebilecek bir izinle erişilebilirdi. Amerikalı araştırmacıların bile bulamadığı erişim hakkının Razoux gibi bir Fransız tarafından elde edilebilmesi ise ortak kanaate göre imkansızdı. Bizim de “Saddam’ın Arşivi” yazısını yazarken istifade ettiğimiz, arşiv kayıtlarına olan kısıtlı erişim muhtemelen Razoux’nun yanıldığı nokta olmuş, aynen onun gibi büyük iddialarda bulunan başka araştırmacılar da çıkmıştı. Razoux ödül alan kitabında Saddam’ın Halepçe’dekilerin tamamının öldürülmesini emrettiği bir ses kaydına referansta bulunmuştu ama o kaynak bir ses kaydı değil doküman idi ve daha da önemlisi öyle bir emrin orada mevcudiyeti söz konusu değildi.

Razoux’un kitabıyla alakalı dikkat çekici bir başka nokta da onun “Saddam 2004 yılındaki muhâkemesinde Halepçe’nin kimyevî silahlarla vurulmasını inkar etmemişti.” demek olmuştu. Halbuki Saddam Hüseyin’in İngilizce “trial” kelimesiyle ifade edilen muhâkemesi 2005 yılında başlamıştı. 2004 yılında olan ise Türkçede “celse” dediğimiz, İngilizce “hearing”in karşılığı olarak kullanılan kelimeydi. Razoux belli ki bu ikisini karıştırmıştı ama asıl vahim hatayı Saddam’ın burada Halepçe’ye saldırı emri verdiğini inkar etmediğini söylediğinde yapmıştı. Zira 1 Temmuz 2004’te gerçekleşen bu celsenin takibini erişimi son derece basit olan dönemin Amerikan gazetelerinden takip etmek mümkündü. Aynı tarihli The New York Times’da yayınlanan A Defiant Hussein Rejects Charges in Iraqi Court (Cüretkâr Hüseyin Irak Mahkemesinde Suçlamaları Reddetti) başlıklı yazı net bir şekilde Saddam’ın Halepçe ile alakalı suçlamaları reddettiğini yazmıştı. 2015 yılında Harvard Üniversite Yayınları tarafından tercümesi basılan Razoux’un 2013 yılında yayınlanan Fransızca kitabı, bu meselelerle alakalı hiç şüphesiz son eser olmamıştı. Yayınlanan soruşturma raporları ve soruşturmaları yapan kişilerin yazdıkları, meselenin aydınlanması kadar daha da karmaşık bir hal almasına sebep olmuştu.

Halepçe Anıtı'nda saksı olarak kullanılan orijinal bir bomba kovanı.

Saddam Hüseyin, ele geçirilmesinden kısa bir zaman sonra CIA tarafından sorgulanmış, birkaç hafta süren bu sorgu sürecinin ardından sorgular FBI tarafından sürdürülmüştü. Saddam Hüseyin’i CIA’den ilk sorgulayan kişi John Nixon olmuştu. Nixon’ın Türkçeye de tercüme edilen, 2016 yılında yayınlanan Debriefing the President: The Interrogation of Saddam Hussein (Başkanı Sorgulamak: Saddam Hüseyin'in Sorgulanması) isimli eserinde vardığı netice, Saddam Hüseyin’in Halepçe Katliamı’nın gerçekleşmesini emretmediği ve onaylamadığı şeklindeydi. Bu da tabi indî bir değerlendirmeden öteye geçemezdi. Zira Nixon’ın da ifade ettiği gibi içinden gelen ses ona Saddam’ın Halepçe konusunda suçsuz olduğunu söylemişti.

Benzer ifadeler, Amerika’nın önemli asker isimlerinden William H. McRaven’ın 2019 yılında yayınlanan Sea Stories: My Life in Special Operations (Deniz Hikayeleri: Özel Operasyonlarda Geçen Ömrüm) isimli eserinde de geçmişti. Saddam Hüseyin’in yakalanma operasyonunda yer alan McRaven, soruşturma esnasında da mevcut olan isimlerden biriydi. İşin içine bir de soruşturma ifadeleri girince vaziyet tam bir bilmece halini alıyordu. Birbirine muhalif ifadeler, Amerika’da sanki bir Saddam borsasının varlığına işaret ediyordu. Nixon ve McRaven’ın yazdıkları, belki de FBI ajanı George Piro’nun söylediklerine verilmiş geç bir cevaptı. Saddam Hüseyin’i sorgulayan isimlerden Piro, 2008 yılında katıldığı Amerika merkezli CBS News kanalının meşhur programı 60 Minutes’de Saddam’ın kimyevî saldırı yapma emrinin kendisi tarafından verildiğini itiraf ettiğini söylemişti. Fakat daha sonrasında erişime açılan FBI sorgu raporlarında böyle bir ifadenin görülmemesi, Youtube’da da mevcut olan bu programda Piro’nun ifadelerinin sıhhatini düşündürtmüştü.

Enfâl Operasyonu’nun olduğu dönemde Saddam Hüseyin, kuzeni Ali Hasan el-Mecîd’i Baas Partisi Kuzey Büro Komutanlığı Genel Sekreteri mevkisine büyük bir yetki sahasıyla atamıştı. İddia edildiği kadarıyla sahip olduğu otorite kimi zaman Saddam’ın isteklerinin hilâfına da olabiliyordu. Halepçe’de bir kimyevî saldırı yapılmıştı, burası kesindi. Yaygın olan kanaate göre bu, Irak ordusuna ait savaş uçakları tarafından gerçekleştirilmişti. Bunu yapan kişinin Ali Hasan el-Mecîd olması bu senaryoya tam olarak uyuyordu. Dünya kamuoyunda isminin daha çok “Kimyasal Ali” lakabıyla bilinmesi de Halepçe’de yaşananların uygulayıcısı olduğuna inanılmasından kaynaklanıyordu.

Fakat burada yeni bir soru daha beliriyordu: Ali Hasan el-Mecîd büyük bir yetki sahasına sahip olsa da otorite sahası dahilinde bulunmayan Irak Hava Kuvvetleri’ne bağlı uçaklarla bunu nasıl gerçekleştirmiş olabilirdi?

Saddam Hüseyin’in sağ kolu Ali Hasan el Mecid.

Böyle bir durumu gösteren herhangi bir delilin olmaması şöyle dursun, Ali Hasan el-Mecîd’in böyle bir teşebbüste bulunduğuna dair bir emâre dahi yoktu. İddia edildiği üzere kimyevî silah kullanımı noktasında Saddam Hüseyin’in yetkilendirdiği kişiler vardı. Yukarıda kendisinden bahsettiğimiz Târık Azîz, sorgusunda 1988 yılının başlarında Saddam Hüseyin’in dönemin Savunma Bakanı Adnân Hayrullâh ile Genelkurmay Başkanı Nizâr el-Hazrecî’den kimyevî silah kullanım yetkisini çektiğini ifade etmiş, fakat onlar Halepçe gerçekleşmeden önce bu yetkiyi tekrar elde etme noktasında onu ikna etmişlerdi. Yine Târık Azîz’in ifadesiyle Saddam, Halepçe’de yaşananlar sebebiyle öfkelenmiş, aleyhine oluşabilecek uluslararası baskı sebebiyle huzursuz olmuş ve iddia edildiği kadarıyla Azîz’in kendisine “bu benim değil, Hayrullâh ve Hazrecî’nin kararları” demişti. Halepçe sonrasında kimyevî silah kullanımını ise kesin olarak çekmişti. Peki Târık Azîz’in Irak’ı sorumlu gösteren bu naklettikleriyle, yazımızın başında bahsettiğimiz bu saldırıyı İran’a mâl etmesi nasıl telfîk edilebilecekti? Acaba İran’ın bu işin altında olduğu meselesi, Irak yetkililerinin altından kalkamadıkları bu meseleye karşı ürettikleri 2003 sonrasına ait bir bahane miydi? Öyle anlaşılıyor ki böyle değildi. Bu iddia da bir hayli eskiydi.

The New York Times’ın 24 Mart 1988 tarihli, Halepçe Katliamı’ndan hemen birkaç gün sonraki sayısında yer alan bir haber, Irak’ın İngiltere’deki büyükelçisinin bu saldırının Irak değil, İran tarafından yapıldığını ifade eden satırlarını okuyucuya aktarıyordu. Ayrıca yine The New York Times’ın 11 Temmuz 2004 tarihli Peter Landesman tarafından kaleme alınan “Who V. Saddam?” başlıklı yazısı Saddam Hüseyin’le alakalı bunu teyid eder bir detay daha veriyordu. Buna göre Saddam yakalandıktan kısa bir zaman sonra içerisinde kimi Iraklı ve Amerikalıların olduğu bir heyet tarafından ziyaret edilmişti. Bu ziyaretin sebebi muhtemelen yakalanan kişinin gerçekten de Saddam olup olmadığı, kimliğinin belirlenmesiydi. Buradakilerden biri Saddam’a “Tarihte Halepçe'de yaptığın gibi kendi halkına karşı gaz kullanan başka bir lider gördün mü?” şeklinde bir soru sormuş, habere göre Saddam bunun İran tarafından yapıldığını söylemişti.

Irak-İran Savaşı 1980 – 1988, Bir Savaşçının Anıları kitabı.

Peki kim olabilirdi bu işin mesulü? Dönemin Savunma Bakanı Adnân Hayrullâh’ın sorgulanması mümkün olamamıştı, zira o, 1989 yılında üzerine konuşulan bir helikopter kazasında ölmüştü. Genelkurmay Başkanı Nizâr el-Hazrecî’nin ise farklı bir hikayesi olmuştu. O, kendi ifadesiyle hayatıyla alakalı endişeleri sebebiyle 1995 yılında Irak’tan kaçmış, önce Ürdün’e, sonrasında da siyâsî mülteci olmak için Danimarka’ya sığınmıştı. 2001 yılına gelindiğinde Danimarka, Hazrecî’nin Halepçe Katliamı’yla alakalı durumunu incelemek üzere bir tahkîkât başlatmış, pasaportuna el koyarak onu Kopenhag’taki evinde bir nevi ev hapsine almıştı. Fakat Irak’ın işgal edilmesinden çok kısa bir zaman önce Danimarka’dan ayrılan Hazrecî adeta sırra kadem basmıştı. Kimi Danimarka makamlarınca bu işte Amerika’nın bir dahlinin olup olmadığı da gündeme gelmiş, buradan herhangi bir netice elde edilememişti. Hazrecî, 2014 yılında Katar merkezli Arab Center for Research and Policy Studies tarafından hâtırâtının yayınlanmasıyla gündeme gelmişti. el-Harbü’l-Irâkıyye – el-Îrâniyye 1980 – 1988, Müzekkerâtu Mukâtil (Irak-İran Savaşı 1980 – 1988, Bir Savaşçının Anıları) ismini taşıyan kitap, bu meseleyle alakalı üst düzey bir Iraklı tarafından kaleme alınan ilk kitap olması bakımından bir hayli de önemli olmuştu ama indî değerlendirmelerden kurtulamamıştı. Adnân Hayrullâh ölmüş, Nizâr el-Hazrecî ortalıktan kaybolmuş, Saddam Hüseyin yukarıda da bahsettiğimiz gibi daha Enfâl dosyası kapanmadan Düceyl sebebiyle idam edilmiş ve dosyası kapanmıştı. Geride Kimyasal Ali lakabıyla bilinen Ali Hasan el-Mecîd kalmıştı. Aynı şekilde Youtube’da mevcut savunmasında Halepçe’deki kimyevî saldırıyla hiçbir alakasının olmadığına dair yeminler eden Mecîd, 2010 yılının Ocak ayında idama mahkum edilmiş ve aynı ay içerisinde infâzı gerçekleşmişti. İdamından önce oğluna gönderdiği ve Youtube’da da mevcut olan ses kaydında Halepçe’den mesul olmadığını bir kez daha, belki de son kez söylemişti.

İran – Irak Harbi çok kanlı geçmiş, yüz binlerle ifade edilen sivil kayıpları yaşanmıştı. Sorgusunda, Kürtlere karşı uygulanan sert politikayla ilgili Saddam’ın müsebbib olarak Ali Hasan el-Mecîd’i işaret etmesi eğer doğruysa, belki de Mecîd’in savaştaki şiddetli tavrıyla alakalıydı. Bu yine de kimyevî saldırının gerçek fâilini ortaya koymuyordu. Irak ordusu hiç şüphesiz sivillere zarar verilmemesi noktasında sütten çıkmış ak kaşık değildi ama kimyevî silah kullanarak binlerce kişinin ölümüne sebep olmak farklı bir şeydi. Kim bilir bu işin altında belki gerçekten de Ali Hasan el-Mecîd vardı veya vurma emrini Saddam vermişti. Fakat birbirleriyle çelişen haberlerin, anıların, sorgu raporlarının, iddiaların ortasında böyle kesin bir hükme varmak imkansızdı. Özellikle sorguda birbirleriyle çelişen farklı iddiaların ortaya çıkması belki de tutukluluk durumuyla alakalıydı. İtham edilen isimler, güçlerinin zirvesinde oldukları dönemde düşüncelerini ifade etme noktasında çok daha samimi olabilirlerdi. Bundan dolayı ele geçirilen arşiv kayıtları gerçeği ortaya çıkartma bakımından şüphesiz daha da güvenilir kaynaklardı.

Saddam Hüseyin, Düceyl kasabasında, 8 Temmuz 1982. Düceyl katliamı, 1982'de Bağdat'ın yaklaşık 53 km kuzeyindeki Şii kasabası Düceyl'de Saddam Hüseyin'e düzenlenen suikast girişimi nedeniyle Irak Ordusu tarafından gerçekleştirilmiş ve 140'ın üzerinde Şii'nin ölümüne sebep olmuştur.

Halepçe Katliamı’nın gerçekleşmesinin üzerinden çok da uzun bir zamanın geçmeden, 26 Mayıs 1988’de yapılmış Irak Silahlı Kuvvetler Genel Komutanlığı toplantısına ait bir kayıt, kimi imalar içeriyordu. Referans numarası CRRC SH-PDWN-D-000-730 olan kayıtta Saddam Hüseyin şu ifadeyi kullanmıştı:

Halepçe'de bir şeyler yapmamız gerektiğini bana kimin söylediğini hatırlamıyorum. Ona şöyle demiştim: 'Hayır, düşmanın sindiremeyeceği bu lokmayı çiğnemesine izin vereceğiz ve böylece diğer bölgelerde kafasını ezmeye devam edeceğiz.

Saddam’ın bu ifadelerinin tam olarak ne manaya geldiği muğlak kalıyordu. Acaba bu ifadeler, Irak tarafından yapılan bir kimyevî saldırı sonrası bekleme olabilir miydi? Halepçe kimyevî silahla vurulmuş, düşman binlerce asker kaybetmiş, son bir darbeyle yok edilme fikrine mi böyle demişti acaba? Burada bahsettiği konu kimyevî saldırı da olmayabilirdi. Saddam aynı referans içerisindeki kayıtta ifadelerine şöyle devam etmişti: “Düşmanı başka yerlerde vurmaya devam edelim. Ancak, şaşırmayacağımız ve düşmanla tamamen yüzleşmeye hazır olacağımızdan emin olmak istiyorum.” Saddam Hüseyin’den sonra söz alan Savunma Bakanı Adnân Hayrullâh ise şöyle demişti: “…bir zirveden diğerine, bir noktadan öteki noktaya, hatalı bir yerden bir başkasına savaşmayı sürdürüyoruz ve Irak ordusunu bulunduğu yerde tüketiyoruz. Bu durumun yaşanmaması için Genel Komutan'a çözüm nedir diye soruyoruz. Bunun çözümü, cumhurbaşkanımızın da ifade ettiği gibi, tüm Cumhuriyet Muhafızları ve Silahlı Kuvvetler Genel Komutanlığı'nın rezervini kullanmak zorunda kalmayacağımız, merkezde ve güneyde belirli alanlarda savunma yapmayı kabul etmek olacaktır. Sahada düşmanı vurmaya devam edeceğiz. Ateşle alabildiğimiz ne varsa, Halepçe'de yaptığımız gibi düşmanı vurmaya devam edeceğiz.”

Savunma Bakanı Adnân Hayrullâh’ın bu ifadeleri, acaba yapılan saldırının bir itirafı olabilir miydi? Çünkü konuşmasının devam eden kısmından da anlaşılacağı üzere burada düşmana çevrilen silahın ciddi bir tahrip kuvvetine sahip olduğu hissediliyordu. Saddam’ın aynı kayıtta, Adnân Hayrullâh’ın bu fikrine hak verdiği de görülüyordu.

  • 20 Mart 1988 tarihinde Irak Genelkurmay Başkanlığı tarafından, Halepçe’deki kimyevî saldırıyı gerçekleştirdiği düşünülen Birinci Kolordu’ya gönderilen gizli bir tezkere; 18 Mart yani saldırıdan hemen iki gün sonra kimyevî silahların kullanımıyla alakalı yeni bir komite kurulduğunu ve kimyevî olduğu düşünülen “özel hava saldırıları” için buraya başvurulması gerektiği talimatını vermişti.

Târık Azîz’in Saddam’ın Halepçe saldırısı sonrası kimyevî silah kullanımı yetkilerini aldığıyla alakalı ifadeleri burada kısmen mantıklı oluyordu. Fakat bundan çok kısa bir zaman sonraya ait olan bir kayıt kimyevî silah kullanımının sınırlandırılması şöyle dursun, bu yetkiyi çok daha arttırıyordu. CRRC SH-MODX-D-001-387 referans numaralı kayıtta şöyle geçiyordu: “Birinci Kolordu cephesine öncelik verilerek, hava kuvvetleri, [kara kuvvetleri] havacılığı ve ağır silahlarla cephe boyunca düşmanı vurmak için izin verilmiştir.” Burada bahsedilen “özel” mühimmatın kimyevî silah olduğu kabul edilse bile bunun tam olarak nasıl bir kimyevî olduğu da muğlakta kalmıştı.

Baas arşivinde, Saddam Hüseyin’in saldırıdaki varlığına daha kuvvetli deliller bulunamaz mıydı? CRRC SH-SHTP-A-000-857 ve CRRC SH-PDWN-D-000-730 referans numaralarına sahip, 18 Nisan 1988 ile 26 Mayıs 1988 tarihli kayıtlarda Saddam, bu işte parmağının olabileceğine hamledilebilecek ifadeler kullanmıştı. Bunlardan birinde “Halepçe halkının isyanları.. hepsi haindir.. tamamı olmasa da önemli bir kısmı tarihte hep hain olmuşlardır.” demişti. Bir diğerinde de “Halepçe'yi bir Irak şehri olarak görüyorum ve ona çok değer veriyorum, her bir zerresi değerli ama öfkeleniyorum.” ifadelerini kullanmıştı. Halepçe’deki katliam emrinin Saddam tarafından verildiğini ifade eden birine göre Saddam Halepçe’ye saldırmak için hem yeterli öfkeye hem de meşruiyet kaynağına sahipti. Böyle bir düşünce belki makul olabilirdi ama yine kesin olamazdı.

Peki Halepçe Katliamı gibi önemli bir hâdise neden Saddam’ın liderliğindeki konseylerde konuşulan bir mesele olmamıştı? Yukarıda eserinden bahsettiğimiz John Nixon tam da aklımıza gelen bu soruyu Saddam’a sormuştu aslında. Nixon kitabında Saddam’ın cevabını şöyle aktarıyordu:

“Halepçe'de olanları duyduğumuzda bunların İran propagandası olduğunu düşündük. Bu nedenle bunu Devrimci Komuta Konseyi’nde ele almadık. Biz topraklarımızı özgürlüğüne kavuşturma konusunda hep endişeliydik. Kalkıp bunun Bağdat'ın aldığı bir karar olduğunu mu söylüyorsunuz? Bu kararı almış olsaydım bunu yapardım, sizden veya başkanınızdan korkmuyorum. Ülkemi savunmak için yapmam gerekeni yapardım!”

CRRC SH-SHTP-A-001-023 referans numaralı 6 Mart 1987’ye ait bir başka kayıt Saddam’ın “Ben kullanma emri vermedikçe kimyasal silah kullanılamaz!” ifadesini içeriyordu. Bu, saldırının Saddam’ın bilgisi dışında gerçekleştiği manasına mı geliyordu? CRRC SH-SHTP-A-000-857 referans numaralı 18 Nisan 1988 tarihli, yani Halepçe Katliamı’ndan sadece 1 ay sonraya ait bir kayıtta Târık Azîz, Saddam’ın son askerî operasyonları nasıl da en ince ayrıntısına kadar takip ettiğiyle ilgili iltifatlar yağdırıyordu. Mevcut durumda saldırının faili olarak Irak ordusunu göstermek ağır basan taraf gibi geliyor olabilirdi ama bu en azından yine de silinmeyecek kalemle yazılmayacak kadar muallak bir mesele olmayı sürdürüyordu. Yıllar önce Halepçe Katliamı’nın Irak tarafından gerçekleştirildiğine kesin gözle bakılması sonradan ortaya çıkan materyal ile şüpheli hale gelmişti, ileride nasıl bir hâl alacağını kim bilebilir?

  • Saddam Hüseyin’in doğrudan emir vermediği, hatta belki de buna karşı olduğu kesin değildi ama aynı ekibi Kuveyt işgalinde kullandığı kesindi.

Bu da bir yerde yukarıda bahsettiğimiz Hannah Arendt’in “totaliter rejimlerde memurlar liderlerinin sadece emirlerini değil, niyetlerini de uygularlar.” tezini makul kılıyordu. Böyle bir değerlendirme Nazi politikalarına uğramış bir Yahudi olarak Arendt için tolere edilebilirdi belki ama böylesi bir genelleme bizi yanlışa da sevk edebilirdi. Halbuki tek merkez etrafında toplanmış bir yapı olarak böyle durumlar totaliter rejimler için daha da imkansız olabilirdi. Kaldı ki Nazi Almanyasının tarihine bakanlar Saddam’ın aksine, orada yapılan insanlık suçlarında doğrudan Hitler’in açık emirlerini görebilirdi. Her şeyden öte böylesi durumlar, tek merkezden verilen kararla gerçekleştirildiğinde katliamdı da ittifakla karar verildiğinde askerî bir strateji miydi? Japonya’da yüzbinlerce insanın ölümüyle neticelenen nükleer saldırı, Roosevelt ve Churchill’in Quebec Anlaşması’nda vardıkları mutabakatın bir neticesi değil miydi?

Tarihin zehirli bir sayfası olan Halepçe Katliamı, fâili kim olursa olsun büyük bir insanlık ayıbıydı. Halepçe’de kullanılan öldürücü kimyevî silahlar bununla sınırlı kalmamış, bölge sonrasında da nicelerine şahit olmuştu. 21 Ağustos 2013’te gerçekleşen Guta Katliamı bunların belki en bârizlerinden biri olmuş, öldürücü kimyasallara maruz kalan nice çocuk adeta minik birer serçe gibi çırpınarak ruhlarını teslim etmişlerdi. Bu katliam akla şu soruyu da getiriyordu:

Acaba kimyevî silah kullananların hüviyetleri hep mi gizli kalıyordu?

Saddam hakkında kesin bir şey söyleyemememiz Esed için de mümkün olabilir miydi? Günün birinde Suriye Baasının arşivinin ele geçirilmesi bize bu rejimin yaptıklarını nereye kadar delillendirebilirdi? Geleceğin tarihçilerine yoğun bir gündemin kalması kaçınılmazdı şüphesiz ama Hz. Mevlânâ’nın dediği gibi ayak izleri kumsalda bitiyor, denizde görülemiyordu. Bir Müslüman olarak inandığımız üzere çözülmemiş nice sırlar çözüleceklerinden şüphe olmayan günü bekliyorlardı.

Irak Haberleri

Irak, işgalci İsrail'in Golan Tepeleri'ndeki tampon bölge ihlalini kınadı
Irak, Şam Büyükelçiliğini tahliye etti
Iraklı Şii lider Sadr: Suriye halkının kendi kaderini tayin etmesi gerekir
Irak Suriye sınırını kapattı
IKBY milletvekili seçim sonuçları resmi olarak onaylandı