Talha Kılıç / HAKSÖZ HABER
Haksöz Okulu’nun düzenlemiş olduğu merhum Avukat Necip Kibar ağabeyin hayatını ve mücadelesini konu alan programa Mehmet Ali Kaçmaz möderatörlüğünde Hüsnü Yazgan, Yasin Şamlı, Hamza Türkmen, Hülya Şekerci ve Mehmet Alagöz konuşmacı olarak katıldı.
"Müslümanların davalarında en önde gelen avukatlardan biri Necip Kibar'dı"
İlk konuşmacı olan Hamza Türkmen Necip Kibar ile ilgili kısaca şu sözleri söyledi: “ 46 yıllık bir tanışıklığımız vardı. Onunla bu 46 yıllık zamanımızı öğrenme, öğrendiğimizi tanıklaştırma ve dayanışma mücadelemiz oluşturdu. Necip’le birlikte yaptığımız dua şuydu; ‘Rabbimiz canımızı İslam davasını güçlenme çabaları içindeyken al, şahitlik niyetlerimizi kabul eyle.’ Avukatlık mesleğini hep davası için bu istikamette kullanmaya çalıştı. Bu ulusal cahiliye içinde, yaşadığımız cahili sistem içinde Müslüman bir avukat nasıl olunur diye onun hayatını örnek alalım ve bu tür örneklerimizi çoğaltalım.
1974 yılında ben hukuk öğrencisiyken tanıştık. Mücadele birliği içinde tanışılması gereken bir ortaokul öğrencisiyle irtibatlandırıldım. Esenler'in bir mahallesinde bulunan bir evde ona Pınar dergisini hediye ettim. Bir sonraki görüşmemizde okuduğu kısımları konuştuk muhabbet ettik… 40 kişilik ders grubunun içinden ben 8 kişi seçtim. Onların arasında Necip Kibar kardeşimiz de vardı. Henüz lise birdeydi ama namazında niyazında, batılılaşmaya karşı İslami bir duruş sergilemeye çalışan gencecik bir insandı. Arayış içindeydik. Necip Kibar kardeşim dâhil bizim için fikri nekahet dönemiydi. Onun üniversiteli olduğu dönemde biz ağabeyleri olarak usül ve kavram çalışmaları yapmaya başlamıştık. Necip Kibar daha sonra bu çalışmalarımıza katılmaya başladı.
Daha sonra Necip avukat oldu. Avukatlık o dönemler bizim için tartışmalı bir durumdu. Mücadele geçmişimiz olarak süregelen çizgilerde Necip ile beraber yürüdük. O ıslah, ihya, inşa sürecinin ve tevhidi mücadele davasının bir üyesiydi ve avukattı. Birçok Müslüman avukatın yer aldığı davalara katıldı. Müslümanların davalarında en önde gelen avukatlardan biri de Necip Kibar idi. Onun taziyesiyle ilgili mesajlar paylaşanlar onun 28 Şubat ile yaptığı fedakârlıklarını, yiğitliklerini öne çıkarttılar. O ümmetin avukatıydı. Tanıklığına tanıyız Ya Rabbi. Ona rahmet eyle. Ona şefaat eyle. Rabbim rahmet ve mağfiret eylesin.”
Türkmen son olarak şunları söyledi:
Gerçekten o Türkiye’deki İslami uyanış süreci içinde kendini hissettirdiği anlar 70’li yılların ortalarıdır. Bu süreçler içinde hep yer aldı. Dinini, davasını iyi bilen bir dava adamıydı. Dava adamı olduğu için avukatlık aracını davası adına iyi kullanıyordu. Bu bir örnektir. Dolayısıyla bu sistem içinde hangi makam olursa olsun kişilerimiz ister doktor olsun, ister bürokrat olsun gerçekten yaptıkları işi iyi bilmeli, iyi yapmalı, ‘bu işi nasıl davam için yararlı hale getirebilirim’ diye düşünmelidir. Ben Necip’in şahsında örnek alınması gereken boyutun bu olduğunu düşünüyorum.”
"Necip’in kimseye haksızlık yaptığına şahit olmadım."
Hamza Türkmen’in konuşmasının ardından söz Yasin Şamlı ’ya verildi. Yasin Şamlı konuşmasında şu ifadelere yer verdi: “O, ‘Benim hayatımın merkezinde İslam var’ derdi. Bu benim hiç unutamadığım bir cümlesidir. Necip kardeşimle fakülte yıllarında tanıştık. Rahmetli oluncaya kadar 35 yıllık arkadaşlığımız devam etti. Biz fakülte yıllarımızda okuduğumuz ders kitapları haricinde o ders kitaplarının birkaç katı kadar İslami kitaplar okurduk. Bu okumalarımız hayat boyu devam etti. Necip Kibar bir yandan mücadelesine devam ederken bir yandan da kendini geliştirmek, çevresini geliştirmek için bu okumalara devam etti. Biz öğrencilik yıllarımızda İslami kimliğimizi oluşturacak tevhid zeminli okumalar yaptık. Bu okumalarımızla karakterimiz oluştu.
O yıllarda meslek olarak hâkimlik, savcılık, kaymakamlık bizim seçeneklerimiz arasında değildi. Avukatlık alanında da soru işaretlerimiz vardı. Daha sonra biz staja başladık. Necip Bey bana büro açma teklifinde bulundu ve birlikte büro açtık. Onunla birlikte sembol olmuş davalara girdik. Ulaşabildiğimiz bütün davalarda vardık. Necip kardeşimle birlikte birçok Müslümanın davalarına katıldık. Bu davalarda ve hayatının her alanında çok titiz davranırdı, bu duruşmaların hepsine katılmak ve davaların hepsini başından sonuna takip etmek isterdi. Ben, onun Erzincan, Sivas, Ankara, Diyarbakır gibi il dışına da giderek Müslümanları savunduğuna meslek hayatı boyunca şahit oldum. Bu davaların masraflarını da kendimiz karşılardık. Avukatlığı bizim için önemli kılan bu davalardı ve Müslümanların Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde yargılandığını gördüğümüz için avukatlık hakkındaki soru işareti kafamızdan kalkmış oldu. ‘Benim hayatım merkezinde İslam var’ sözü onun bütün davalarına da yansımıştı.
Necip kardeşim haccı ve umreyi çok severdi. Her sene gitmek isterdi. Haccı ve umreyi tevhid temelli olarak düşünürdü. Hac ve umre organizasyonu yapardı. Uluslararası Hukukçular Birliği olarak Moro’dan öğrencileri Türkiye’ye getirip okutup tekrar yeni kurulan devlette yer almasını ihtiyaç olarak gördük.Bu kardeşlerin burada yapılan görevlendirmelerle ihtiyaçları karşılandı. Necip kardeşimiz bu öğrenci kardeşlerimize bir baba şefkatiyle baktı. Bu kardeşler vefat haberini aldıklarında beni aradılar ve gerçekten babalarını kaybetmiş gibi üzgündüler. Rabbimden rahmet diliyorum. Mekânının cennet olmasını Rabbimden niyaz ediyorum.
Biz 35 yıl boyunca birlikteydik. Ben Necip’in kimseye haksızlık yaptığına şahit olmadım. Necip Bey’in telefonunu ezberlerlerdi. Arandığımızda giderdik ama biz aranmayı da beklemezdik. Yani arandığımızda giderdik ama Müslümanların gözaltına alındığını duyduğumuzda aranmayı beklemezdik.
"Müslümanların davalarına girmek bedel ödemeyi göze almak demekti."
Daha sonra konuşmayı Hüsnü Yazgan devralarak şunları dile getirdi: “Biz 1980 darbesi sonrası üniversitede okuyan nesildik. Bu dönemde ciddi baskılar vardı, alanlarda olmanın imkânsızlaştığı bir dönemdi. Bu dönem aynı zamanda Müslümanların okumaya ve Kur’an’a yöneldiği bir dönemdi. Ülkenin değişik yerlerinde kitabevleri kurulmaya başladı. Bu kitap evlerinin etrafında öbekleşmeler başladı. Ortada inkârcı bir sistem vardı. Bu inkârcı sistemin kendini eleştirenlere tahammülü yoktu, çok ciddi baskılar vardı. 1990’lara geldiğimizde Müslümanlara yönelik baskılar, içeriye atılmalar başlayınca avukatlığı bir ihtiyaç olarak gördük. Necip Kibar bir ekibin parçasıydı. İstanbul’daki avukat grubunun bir parçasıydı. Bu arkadaşlarımızın bir kısmı hala aynı yoğunlukta mücadeleye devam etmektedir. Müslümanların bu arkadaşlara karşı vefa borcu vardır. 30 yılı aşkın süre sadece Allah rızası için ve İslami bir yükümlülük olarak böyle bir sorumluluk içerisinde olan bu avukat arkadaşları saygıyla selamlıyorum.
1990’nın ilk yılları gerçekten çok ciddi baskıların olduğu, yargısız infazların olduğu, evlere kapıları çalarak değil kırarak girildiği bir dönemdi. O gün terörle mücadelenin kapısına gelen avukatlar gözaltına alınıyor ve onlardan hesap soruluyordu. İşte böyle bir dönemde Müslümanların davalarına girmek bedel ödemeyi göze almak demekti. Falakalar, ters askılar, ölümle tehditler vesairenin olduğu bir dönemdi. Nitekim bazı arkadaşlarla beraber cezaevlerine girdik. Birçok avukat arkadaşımız ziyaretimize geldi. Necip Kibar ve Yasin Şamlı iki haftada bir, üç haftada bir düzenli bir şekilde bizi ziyarete gelirlerdi. Cezaevine geldiklerinde genellikle İslami meseleleri Müslümanların durumunu konuşurduk. Büromuzda yoğunluktan fırsat bulursak bir araya gelir, İslami konuları konuşurduk. Zaman zaman tartışmalarımız olurdu ama bu tartışmalar hiçbir zaman kırgınlığa neden olmadı. Müslümanlar belli bir hareketliliğin, mücadelenin içerisindeydiler ve hareketliliğin içerisinde doğal olarak birtakım bedeller ödendi ama bu bedeller ödendiğinde hiçbir şekilde hukuk yoktu, adil bir yargılama yoktu. Necip Kibar ile birlikte davalarda yer aldık.
Necip Kibar’ın ümmet bilinci söz konusuydu. O belli bir cemaatin çevrenin müntesibiydi fakat hiçbir şekilde cemaatçilik yapmayan, sadece benim cemaatim demeyen, bütün ümmetin renklerine sahip çıkan bir şahsiyetti. Necip Kibar zor zamanların adamıydı ve hiçbir zaman bedel ödemekten çekinmedi. Rabbim onu salihlerle, muttakilerle, öncülerle birlikte kılsın.
Biz’’inna lillahi ve inna ileyhi raciun’’ diyoruz. Allah içiniz ve O’na dönücüleriz. Gerçekten Allah için yaşayagelmek ve hayatın son nefesine kadar Müminler olarak sürdürmek gerçekten büyük bir sorumluluktur. Necip kardeşimiz Allah’a hamd ediyoruz bir Mümin olarak yaşadı. Hayatı şahitliklerle dolu bir şekilde Rabbine gitti. Biz geride kalanlar olarak daha çok çalışmak zorundayız. Sorumluluklarımızı yerine getirmeliyiz. Rabbim sorumluluğunu idrak eden insanlardan eylesin.”
"Varlığı bizim için bir umut vesilesiydi."
Program Hülya Şekerci’nin konuşmasıyla devam etti: “Ortak noktalar olarak birçok şey söylendi. Biz Müslüman bir ümmet olarak aileyiz. Ben toplantılara gittiğimde hep ağabeyim olarak gördüğüm, kendisiyle çok rahat konuşageldiğimiz, çok rahat dertleşebildiğimiz, her sorumuzu rahatlıkla söyleyebildiğimiz bir ağabeyi kaybetmekten dolayı çok üzgünüm.
Müslümanları ilgilendiren bütün davalarda ismi var. Hangi dava olursa olsun. Fikirlerine katılmasa bile bir Müslüman gruba/kişiye karşı hukuksuzluk varsa Necip ağabeyi mutlaka karşısındaydı. Hukuksuzluğun olduğu dönemde bir hukukçu olmaktı onun payına düşen.
Avukatlık prestijli bir meslektir. Fakat Necip ağabeyi biz sadece mahkemede tutanak tutarken değil aynı zamanda eylemlerde pankart taşırken de görürdük. Pankartla birlikte slogan da atardı. Necip ağabeyin vefat haberi aldıktan sonra gruplarda Necip ağabey ile ilgili anılar konuşuldu. Birçok önemli olayda Necip ağabeyin ismi geçiyordu fakat daha çok ikinci planda mütevazı bir tavır sergilerdi. Bizim hep dua ettiğimiz bir şey vardır; ‘Allah’ım bizi istikamet üzerine kıl, ayaklarımızı sabit kıl.’ Bir ömrün bu istikamet üzere geçmesi çok çok önemli. Çünkü nereden başladığımız kadar nerede bitirdiğimiz de hayatımız için çok önemli. Necip ağabey bunun çok güzel bir örnekliğini verdi. Ailesine de sabır diliyorum ama bir yandan da böyle bir babaya, böyle bir eşe sahip oldukları için sevinç duymalılar. Hayatına bu kadar salih ameli sığdırabilen insan sayısı gerçekten çok az. Bu anlamda Necip ağabeyi tanımış olmaktan, onunla teşrik-i mesai yapmaktan dolayı çok mutluyum. Necip ağabeyin benim görebildiğim biz özelliği de toplantılarda hep vaktinde olurdu. Bunun da ben çok önemli bir ahlak olduğunu düşünüyorum. Hayatının bütününü namazı, ibadeti ve her şeyi Allah için olan bir ağabeyimizdi. Allah rahmet eylesin. Bu insanların varlığı bizim için bir umut vesilesi.
Hayatın rutinleri arasında kaybolmamak, yani bir dava adamı olmak bunun için bir fedakârlık yapmak özellikle bu çağda çok değerli ve çok önemlidir. Ölüm her zaman en büyük öğretmen, en büyük ders. Zaten bu hayat geçici, arkamızda ne bıraktığımız çok önemli. Sonuçta elimizde salih amellerimizle Allah’ın karşısında tek başımıza olacağız. Bu şahitliklerimiz de Necip ağabeyin ahirette mutlaka karşısına çıkacaktır. O, Mümin bir insandı. Allah onu salihlerle haşretsin. Bizi de bu davanın devamcıları kılsın.”
"Biz bunu Allah rızası için yaptık. Sizin için yapmadık davamız için yaptık."
Son olarak konuşan Mehmet Alagöz şunları dile getirdi: Necip ağabeyin ardından konuşmak benim için çok zor. 1998’de Necip ağabeyi Hüsnü ağabey ve Yasin ağabey vesilesiyle büroda staja başladığımda tanıdım. Şanslı bir stajyerdim. Dört tane avukatın ve 28 Şubat’ın tozu dumanı arasında pek çok kişinin girip çıktığı, pek çok davanın olduğu bir büroda hem avukatlığı hem de İslami kimliği, mücadeleyi oradaki avukat ağabeylerden öğrendim.
Necip ağabey bir avukat olmanın ötesinde bir mücadele adamıydı. Bir yere ilk önce giderdi, en son çıkardı. Bu hem toplantılarda hem de duruşmalarda bu şekildeydi. 15 Temmuz davalarında da rekor ondaydı. Bazen geç saatlere kadar duruşmadaydı. Çok ilkeliydi, ilkeleri vardı. İslam’ı merkeze almıştı, Kur’an’ı merkeze almıştı. Kim olursa olsun sözünü esirgemezdi. Necip ağabey zalimlere karşı hep mazlumların, hep mağdurların yanında yer aldı. Yani 28 Şubat’ta zalimler nerdeyse o kendini mazlumların yanında konumlandırdı. 15 Temmuz’da da aynı şekilde mazlumların avukatlığını üstlendi.
Avukatlığını yaptığı insanlar onun yaşam mücadelesini görüp onu ailenin bir parçası olarak hissediyorlardı. Benim açımdan da öyleydi. Ailemin bir parçası gibiydi. Necip ağabey de ailesine çok düşkündü. Davasına daha çok düşkündü. Kimliğine, kişiliğine bakmaksızın mağdur, mazlum biri varsa herhangi bir ücret talep etmeden koştururdu, orda olmaya çalışırdı. Dolayısıyla her davada Necip ağabeye özeniyoruz.
Duruşmalarda en sert soruları Necip ağabey sorardı, sözünü esirgemezdi. Sert ilkelerinden vazgeçmezdi ama kimseye hakaret etmezdi, çok saygılıydı. Necip ağabey çok mert biriydi, ikram etmeyi seviyordu. 28 Şubat davalarında avukatlıklarını yaptığı bir kısım insanlar daha sonra eczacı oldular, doktor oldular ve geldiler ofise dediler ki; ‘Siz geçmiş dönemlerde bizim davalarımızı herhangi bir ücret almadan üstlendiniz. Biz bu işlerin parasını vermediğimiz gibi cebinizden masraf yaptığınızı şimdi öğrendik. Ama artık paramız var, işimiz var. Size en azından bu masraflara katkı olsun diye bir şeyler vermek istiyoruz.’ Necip ağabey onlara cevaben şöyle demişti; ‘Bizim sizden bir talebimiz olmadı. Biz bunu Allah rızası için yaptık. Sizin için yapmadık. Davamız için yaptık.’
Necip ağabey ile 17 sene aynı ofiste olmamıza rağmen hiçbir sorun yaşamadan bu günlere kadar gelmiştik. Çok programlıydı. Hem ailevi sorumluluklarını hem mesleki sorumluluklarını hem de bir mücadele insanının yapması gereken sorumlulukları yerine getirirdi. Aynı zamanda istikrarlıydı. Bir işi yarım bırakmazdı. Son seneler hastaydı. Ağır ilaçlar kullanıyordu. Ama bir yandan da kendine çok iyi bakıyordu. Müslümanların böyle değerli bir avukatını kaybettiğimiz için üzgünüm. Biz ondan razıyız, Allah da Necip ağabeyden razı olsun.”